23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

EYLÜL P CUMA E R V A S I Z P E R kitap T A V S I Z Enis BATUR Kuluçkadan K afasını okuduğu kitaptan kaldırarak soruyor: "Ne yapıyorsun?" Önümde defter kalem, bomboş bir sayfa açık, gözlerim boşluğa dalmış gibi duruyorum, bir parça donmuş, ondan bu soru. Bir an düşünüp yanıtlıyorum: "Kuluçka hali". Kısa ya da uzun, bir metin, yazılmazdan önce, magma haliyle belirmeye başlıyor boşlukta, bir ceninin oluşmaya koyulma süreci sanki. Hazırlanmışsınız, belki boş yere belki değil, önünüzde kâğıt kalem, ilk harf, ilk kelime, ilk cümle mürekkep kâğıda yürümeye koyulasıya, yalnızca bir başlangıç hamlesini aramıyorsunuz: Ortaya çıkmasını dilediğiniz metnin olası parçalarını, parçacıklarını, olan dalını budağını, kollarını bacaklarını bir anlığına da olsa zihninizde toplamak için dalıp gidiyorsunuz baktığınız ama görmediğiniz kör noktada. Onu öylece, bir anlığına görebilirseniz, sonrasında nasıl olsa silinip, uçup gideceğini öğrenmişsiniz yıllardır, kalanla yola koyulabilirsiniz. Kuluçka hali böyle. Yazarı, aklı en kıt bilinen canlılardan birine, benzetme sanatında aşağılama amacıyla kullanılan tavuğa benzetmem yadırgatabilir. Burada yazar da, tavuk da pek önemli değil oysa. Önemi varsa, olacaksa, metin ya da yumurta, kuluçkadan çıkacak olan. Montaigne’de rastladığım ("Deney Üzerine"), bütün yumurtaları birbirinden ayırabildiği söylenen Delphoi’eu çiftçinin beni büyülediğine daha önce değinmiştim. Söyleyin bakalım: Ayırabiliyor musunuz? İÇBÜKEY Esra Ermert’in çalışmaları ("Gen Haritası", "EB Ansiklopedisi", vb.) beni hem gönendirdi, hem rahatsız etti. Kendimi MR ya da tomografi sonuçlarıyla karşılaşmış, onlara yorum getirmek üzere karşımda sessiz oturan bir hekimin önünde bekliyormuşçasına tedirgin hissettim. İlk yorum ("Goethe’yle Komşuluk Üzerine Bir Aşırı Yorum Denemesi") geldi ardından, yanılmıyorsam devamı olacak, merak ve kaygı çarpışıyor içimde. Baştan beri, şiirler üzerinde yoğunlaştı Esra Ermert, "bina"sını onlar üzerine kuruyor. Çalışmaları bir bir ortaya çıktıkça, zihnimde yeni perdeler açıldı. Oldukça verimli bir üretim tablosu ortaya koymuş, hayli geniş bir ilgi alanı yelpazesini yazdıklarıyla oluşturmuş yazı beyleri için "izleksel dizin" yapılması bana gerekli görünüyor. Toparlayıcı ‘madde’ler ("hayvan" sözgelimi) ve ayrıştırılmış açılımları (eşek, örümcek, gergedan, vb.); sözcükkavram, kişiyer türü alanlarda sıklık esası kadar ilişki zinciri de gözetilerek oluşturulacak ana ve yan kategoriler (merak, taş, Benjamin, Eskişehir) çapraz bağlantılar da kurulursa, işlevsel bir harita çıkabilir ortaya. Üniversite "izleksel dizin" konusuna el atabilirdi. Hüseyin Rahmi’den Leylâ Erbil’e, Dağlarca’dan Ülkü Tamer’e, Cahit Zarifoğlu’na, yorumculara ciddi destek sağlardı o çalışmalar bir de öğrencinin sıkı okuma yapmayı bellemesine yarardı öyle projeler. Tabiî bunların yapılması kadar, ilgililere duyurulması da önem taşıyor. “TEZ”LER... Bildiğim kadarıyla, internet aracılığıyla doktora çalışmalarına ulaşabiliyoruz bir tek; daha geniş, ayrıntılı bir ağ gerçekleştirilmeliydi. Sermet Çifter Kütüphanesi’nin kuruluş aşamasında, işin içindeydim. Ertaylan’dan devralınan arşivden, hocanın İstanbul Üniversitesi’nde 1940’lı yıllarda yönettiği tezlerin birer kopyası çıkmıştı. Bakınca anladım ki: Biz burada zaman’a yenilmiş, ilerleyeceğimize gerilemişiz, akademik serüveni hafifleterek kendimizi hafife almışız. Yalçın Küçük, çeyrek yüzyıl geçti aradan, doktora "tez"iyle ilgili sert ama doğru bir yaklaşım getirmişti: Gerçek, özgün "tez"i olmayan "tez"ler başka hangi ülkelerde yapılıyordur? İşin kötüsü, bir avuç kalıcı olabilecek "tez" çalışması yapılmışsa, onlara ulaşmak, bırakalım ulaşmayı varlıklarından haberdar olmak neredeyse olanaksız kılınmış. Hüseyin Batuhan’ın 1968’de Yeni Dergi’de yayımlanan "Üniversitelerimizin Akademik İçyüzü"nü, çeyrek yüzyıl geçmişti aradan, Cogito’da bir kez daha yayımlamıştık. Neye yaradı? Cahit Arf zalim değildi, haklıydı: Üniversite diye orta mektepler açtılar. Özel üniversitelerin çoğu, gelişmiş ülkelerin ortaokullarının gerisinde değil mi? YAZI ODASI SELİM İLERİ ocukluğumun en güzel romanlarından biriydi Balaban. Reşat Ekrem Koçu’nun eseri olduğunu ise yıllar ve yıllar sonra öğrenecektim. Balaban’ın serüven çizgisine kapılıp gitmiştim ama, tarihi dönem de iz bırakmıştı. Bir ara, Safiye Sultan sahneye çıkıyor, roman yıldızlanıyordu. Dönem III. Memed’in mi saltanatıydı, III. Murad’ın mı? İlkinin olsa bile, Murad’ı Safiye Sultan unutmuş olamaz... İki padişahın saltanatını, hangisinindi, karıştırdığım gibi, Reşat Ekrem’in Topkapı Sarayı’nı mı yoksa Osmanlı Padişahları’nı mı daha önce kaleme getirdiğini de çözemiyorum. Çünkü bilgi kaynaklarında çelişik tarihler karşıma çıkıyor. Reşat Ekrem Bey, Topkapı Sarayı’nda, ‘‘III. Murad sazdan sözden anlayan adamdı. Fakat meclisindeki sazende ve hanendelere müdahale etmez, ‘Şunu çalın, şunu söyleyin’ diye emretmezdi. Kendisini ölüm döşeğine yatıracak hastalığının başlangıcında bir gün yine İncili Köşk’e inmiş ve saz takımından, ‘Bimarım ey ecel bu gece bekle canım al’ şarkısını istemişti’’ der. ??? Osmanlı Padişahları’nda durum ve tutum değişmiştir: ‘‘III. Murad 1595 yılı Ocak ayının başında hastalandı. Bir gün İncili Köşk’e gitmişti. Mutadı üzere hanendeler, sazendeler, köçek oğlanları toplanmıştı. Okunacak, çalınacak şeyleri daima kendisi emrederdi. ‘Bimarım ey ecel bu gece bekle canım al’ şarkısını istedi.’’ Hangisiydi acaba III. Murad? Sazende ve hanendelerin kendisi için hazırladıkları eserler demetini dinleyen, zarif tavırlı kişi mi? Padişahlığının sağladığı buyurganlıkla, yorumcuları hiçe sayarak, adam yerine koymayarak, gönlünden geçirdiği şarkıları emreden kişi mi? Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi’nde, ‘‘III. Murad Han, 15/16 Ocak 1595 gecesi, mesane hastalığından Topkapı Sarayı’nda öldü. 48 yaşını 6 ay, 13 gün geçiyordu. Hükümdarlık müddeti 20 yıl, 1 ay, 2 gündür’’ diye yazmış. ??? Öztuna, III. Murad’ın Osmanoğulları’nın ‘‘en bilginlerinden’’ biri olduğunu belirtmiş. Padişah iyi bir C 15 III Murad ve Ölüm Ç şairmiş; tasavvuf üzerine bir eser yazmış. Necdet Sakaoğlu, Bu Mülkün Sultanları’nda, III. Murad’ın mesane hastalığına açıklık getiriyor: ‘‘Hekimler ilk tanıyı soğuk algınlığı olarak koydular ve kış soğuklarının artmasıyla hastalığın da tehlike göstereceğinden kaygılandılar. Hastalık ilerleyince mesanede taş olduğu saptandı. İstanbul’daki elçiler kendi hükümetlerine padişahın böbrek taşı ve tümörden rahatsız olduğunu, hekimlerin uygulamak istediği tedavileri kabul etmediğini, buz tedavisini tercih ettiğini, bu yüzden de soğuk aldığını yazmışlardı.’’ ??? İsmail Hami Danişmend ise, ünlü kronolojisinde, ‘‘Ölüm hastalığının perşembe günü başlamış olduğundan bahsedildiğine göre, dört gün sürmüş olması lazım gelir: Hastalığın mahiyeti de kadın iptilasından mütevellit ‘illeti mesane’ şeklinde tarif edilmektedir’’ diye yazar. Danişmend, okul kitaplarımızın yere göğe sığdıramadığı Sokullu konusunda ikirciklidir. III. Murad’ın ölüm hastalığına yol açan kadına doymazlığında bile Sokullu’nun rolünü ölçüp biçer: ‘‘Sultan Murad’ın cülusuna kadar III. Mehmed’in anası olan meşhur Safiye Sultan’la kanaat ettiği halde, tahta çıktıktan sonra Sokullu’nun karısı olan kızkardeşi EsmaHanSultan’ın ‘peri cemal cariyeler’ takdim etmek suretiyle kocasının mevkiini tahkime kalkışmasından dolayı baştan çıkmış ve sefahat derecelerini bulan bir kadın iptilasına uğramış olduğundan bahsedilir! Herhalde Sokullu’nun Harem entrikalarıyla padişahı ifsat etmiş olduğu muhakkaktır.’’ Tekrar Reşat Ekrem Koçu’ya dönersek; Koçu, İncili Köşk’ü yaşatan bir yazısında, daha trajik bir ölümü seçer. III. Murad, kendisini selamlamak isteyen iki kadırganın top ateşi, köşkün camlarını kırınca, öleceğini hissetmiş. Tuz buz olan camlar gibi, ten kafesinin de artık harap olduğu kanısına varmış. Eceli çağıran şarkıyı işte o an istemiş... Öneriler: Kitap / Şimdi, Mathalie Sarraute, Aysel Bora’nın çevirisi, Can Yayınları, 1998. Japonya’da bir Türk oyunu ÖZNUR OĞRAŞ Japonya’da büyük bir tiyatro köyü olduğunu ve tiyatro festivallerinin bu köyde yapıldığını biliyor muydunuz? Peki Türkiye’den bir oyunun, Özen Yula’nın yazıp yönettiği ‘Yakındoğuda Emanet’in Japonya’da oynandığını? İlk kez 2003’te Toga Bahar Festivali’nde sahnelenmek üzere davet edilen Yakındoğu’da Emanet, Toga Festivali’nin 30. yılında bir kez daha sahnelendi. Oyun aynı zamanda Japon tiyatrocu Tadashi Suzuki’nin ortak yapımcılığını üstlendiği ilk Türk oyunu. Özen Yula ve ekibi geçtiğimiz günlerde yola çıktılar ve ikinci kez Toga Festivali’nde Türkiye’yi temsil ettiler. Varmalarına 20 dakika kala okyanusa düşme tehlikesi atlatıp ulaşabildikleri Toga’da seyircilerin olumlu tepkileri ve alkışlarını duyunca şimdi ‘‘iyi ki gitmişiz’’ diyorlar ‘Yakındoğu’da Emanet’in ekibi... “SEYİRCİSİNDEN ÇOK ŞEY İSTEYEN BİR OYUN” Yetkin Dikinciler, Devrim Nas, Serra Yılmaz, Erdal Uğurlu ve Alper Maral gibi oyuncuların rol aldığı oyunda, intihar eden şizofren bir adamın ruhunun dünyaya dönerek acı çekmesi ve kendi öyküsünü anlatması konu ediliyor. Özen Yula oyunda, hareketin ağırlıklı olduğunun altını çiziyor. Yula, ‘‘Dolayısıyla seyircisinden çok şey isteyen bir oyun. Hatta seyircinin canını sıkabilecek kadar talepkar bir oyun. Bu toprakların geçmişi kanla kurulmuş. Tarihin en eski çağlarından beri. Şimdi de petrol, silah tüketimi, teknolojik ürünlerin tüketimi ve yeni pazarların bulunması ve ekonomik şiddet çağını yaşıyoruz. Bu toprakların içsel şiddetinden, vahşetinden başka, dışardan gelenin yarattığı farklı bir şiddet de söz konusu bu defa. Olan yine bu topraklara oluyor. Burada insanlar ölüyor, öldürüyor. Bu oyun Habil’le Kabil’den beri bu toprakların öyküsünü anlatıyor’’ diyor. Yula, oyunun festivale katılmasında, Suzuki’nun kurslarına katılan Devrim Nas’ın büyük etkisinin olduğunu söylüyor. Yula, ‘‘Suzuki’nin kurumu olan Japanese Performing Arts Foundation, ‘Yakındoğu’da Emanet’ oyununun ortak yapımcılığını İstanbul Kültür Sanat Vakfı’yla beraber üstlendi. Daha önce Tadashi Suzuki’nin kurslarına katılarak çalışan Devrim Nas’ın büyük payı var. Bir de bizi bu konuda bir araya getiren ve büyük özveriyle çalışan Yetkin Dikinciler’in. Yani aslında bu oyun bizim oyunumuz’’ diyor. Yula, Japonya’da bir kadın seyirciden aldığı tepkiyi unutamamış. ‘‘Oyundan sonra eleştiriler aldık, çok iyi şeyler söyleyenler de oldu. Tadashi Suzuki ilk gösterimden sonra bizi davet ettiği Shizouka’da, ‘Bundan sonra biz yaşlandık, tiyatroda yerimizi size bırakıyoruz’ dedi. Ama hiç kimsenin sözü bir kadının ki kadar etkili olmadı. Japonya’da 2003’te ilk gösterimden sonra bir kadın geldi, çevirmenlik yaptığını söyledi. Kızı da şizofrenmiş. ‘Kızım bana hep sesler duyduğunu söylerdi, farklı görüntüler. Sizin oyununuzda onun bana ne anlatmak istediğini anladım, sesler, fısıltılar, görüntüler’ dedi. Herhalde hayatımda aldığım alacağım en büyük iltifat olmuştur bu’’ diye anlatıyor. ‘Barış içinde yaşamak istiyoruz’ HATİCE TUNCER S arıyer’de geçen hafta sonu iki gün boyunca Türkiye’nin her dönemden en sevilen rock gruplarının şarkıları çınladı. Onbinlerce gencin yanı sıra daha eski kuşaklardan rock severler de Mehmet Akif Ersoy Piknik Alanı’ndaki Karşı Festival Barışarock’ta özgürlüğün tadını çıkardılar. Savaşa, ABD’nin Ortadoğu politikalarına, İsrail’in Filistin ve Lübnan saldırılarına, nükleer silahlara, silah tüccarlarına ‘‘başka bir dünya için’’ karşıydılar. Festivalin son konserini veren Bulutsuzluk Özlemi, ‘‘Bağdat Kafe’’ şarkısına başlarken alanı coşkuyla dolduran genç dinleyicilerine ve anne babalarına ‘‘Bağdat’ta da konser vereceğiz’’ diye Irak’ta barış hayallerini dile getiriyordu. Nejat Yavaşoğulları, ‘‘Barışarock’ı Türkiye’de ve dünyada önemli bir rock olayı haline getirdiğiniz için teşekkürler’’ derken haksız sayılmazdı. Bulutsuzluk Özlemi, Moğollar gibi birkaç kuşağın tanıdığı rock müzisyenlerinin yanı sıra Mor ve Ötesi, Yaşar Kurt, Demir Demirkan, Anima, Redd, Aylin Aslım, Çilekeş gibi son yılların tanınmış rockçıları da şarkılarıyla ‘‘Çok siyasi, müzik ihmal ediliyor’’ eleşrilerine yanıt verir gibiydiler. False in Truth, Soulitary ve Catafalque gibi heavy metal grupları da performansları ve sert gitarlarıyla rock müziğin farklı bir yönünü alana taşıyıp gençleri coşturdular. Rock müzik yapmamasına karşın festivale farklı bir renk katan Kardeş Türküler; Türkçe, Kürtçe, Arapça şarkılarla ‘‘Bir arada barış içinde yaşamak birbirimizi tanıyarak olur’’ mesajını bir kez daha yinelediler. Suriye’den Nidal grubu Çav Bella’yı Arapça söylerken Koma Rewşen de barış istemini Kürtçe rock parçalarıyla ifade etti. Deli grubu gençlerin ÖSYM’ye tepkisini sahneye taşırken Erdal Bayrakoğlu, Laz rock’ının dikkat çeken yeni şarkılarını söyledi. Son günlerin dikkat çeken grubu Pinhani bu yıl ilk kez Barışarock’taydı. Moğollar grubunun şarkılarına yazdığı sözlerle de bilinen yılların rockçısı Turgut Berkes, Demirhan Baylan, Çamur, Zardanadam, Yolgezer, Gevende, Karagüneş, geçen yıllarda olduğu gibi bu yıl da Barışarock’ı şarkılarıyla desteklediler. Barışarock iki günlük bir müzik ziyafetiydi ama siyaset bir rock festivalinde zaten kaçınılmazdı. Ekononik sistemlerin insan üzerine dayattıklarına karşı ‘‘özgür, eşit, barış içinde bir dünya özlemlerini’’ dile getirmenin siyaseti vardı festivalde. Barışarock’la aynı günlerde İstanbul Park’ta yapılan Formula 1 Yarışları’nın atmosfere yolladığı zehirli gazların protestosu da unutulmadı. Tanık olduğumuz bir tartışma, belki de bizim yapacağımızdan çok daha güzel bir yorum getirdi Barışarock’a. Orta yaşlı bir sendikacının, siyah giysili, uzun saçlı, küpeli delikanlılara, genç kızlara bakıp ‘‘Bunlar mı dünyayı değiştirecek?’’ sözlerini arkadaşı şöyle yanıtladı: ‘‘Bu gençler gitarda baş sallayan, darbukada oynayan, meydanlarda savaşa karşı yumruk kaldıranlar...’’ Bu sohbetin yapıldığı sırada Küresel BAK’çılar yanımızdan ‘‘Katil ABD Ortadoğu’dan defol’’ sloganlarıyla geçiyor, ritim atöyesinde her türden vurmalı çalgıların sesleri yükseliyordu. Konser alanında da elektrogitarların cayırtıları kopuyordu. Nükleer Karşıtları da kampanyalarını genç yaşında kanser hastalığından yitirdiğimiz Kazım Koyuncu’nun şarkıları eşliğinde yürütüyordu. Çadır alanında tulum çalıp horon tepenleri, tiyatro gösterilerini izlemeyi tercih edenleri, siyasi tartışmaya girip gerginlik yaratanlarıyla, sivil toplum kuruluşlarının duyurularıyla Barışarock tam bir festivaldi. Uzun tuvalet kuyrukları, toz bulutları gibi sıkıntı veren şeyler de vardı ama espriye dönüştürürek idare etme yoluna gidildi. ‘‘Kayıp çocuk’’ anonsları Barışarock’ta da eksik olmadı. ‘‘4 yaşındaki Civan’’ın kaybolduğu anonsu üzerine bütün alandan ‘‘Civan Civan’’ sesleri yükseldi. Küçüğün bulunduğu duyururusu, alkışlar ve sevinç çığlıklarıyla karşılandı. HAZIRLIKLAR BAŞLADI BİLE... Barışarock’ın öncülerinden ve gönüllülerinden Moğollar’dan Taner Öngür, Barışarock öncesinde sohbetimizde ‘‘Rock festivallerinin kapanışlarının olumsuzluğundan, çevre kirliliğinden’’ söz ediyordu. Bu yıl korkulan olmadı. Barışarock’ın dördüncüsünün deneyimiyle program sarkmadı, gruplar ve sanatçılar sürelerine sadık kalınca festival planlandığı gibi 24.00’e doğru sona erdi. Katılımcıların bazıları çöplerini toplarken Barışarock gönüllüleri de alanı temizlemek üzere kaldılar. Sponsorsuz, tüm sanatçıların karşılıksız sahne aldığı, girişi ücretsiz Barışarock’ın beşincisi için çalışmalar başladı bile...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle