05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

EYLÜL CUMA tarihçe BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR ‘İlahi emrin’ kanlı zaferi ERDOĞAN AYDIN Almanya ve Osmanlı üzerinden sorunun çözümünde bir gelişme elde edilememesi üzerine Siyonistler bu kez İngiltere’ye yöneleceklerdi. Önce Sina yarımadasındaki ElAriş’te Yahudi kolonisi kurma fikri geliştirilecek, ancak İngilizlerin fiili denetiminde bulunan Mısır yanı sıra henüz gözden çıkarılmamış olan Osmanlıdan gelen tepkiler, Siyonistlerce sıcak karşılanan bu yönelimi akamete uğratmıştır. Yine 1903 baharında İngiliz Başbakanı J. Chamberlain’ın Kenya’da (yanlışlıkla Uganda Tasarısı olarak geçecek olan) Yahudi yerleşimi kurulması önerisi de, Herzl’e rağmen Siyonist Birliğin itirazıyla reddedildi. Bu dönemde İngiltere, herşeye rağmen Siyonistlerle ilişkilerini düşük düzeyde tutacaktır; çünkü yerel Arap egemenlerle ilişki geliştirme yönelimi içinde olduğundan Yahudi eksenli bir siyaset, Onun bu yönelimlerine zarar verecetir. Abdülhamit’in devrilmesi sonrasında C Haydi AB Savaşa! 13 iyonistler, vaadedilmiş toprakları elde edebilmek için etnik temizlikten de terör eylemlerinden de geri durmadı S Başbakan BenGurion, İsrail İstiklal Beyannamesini okuyor (1948). Siyonistlerin, İttihat ve Terakki yönetimi üzerinden sorun çözme umudu da kısa zamanda akamete uğrayacaktır. Bu noktada İttihatçılar, başta özgürlükçü ve hak eksenli bir siyasetle işe başlamış olsalar da Balkan Savaşları sonrasında merkeziyetçi ve Türkçü bir yönelime gireceklerinden, Arapları bir de Yahudi sorunu temelinde karşılarına almaktan imtina etmişlerdir. Bu ortamda Siyonizm, bir yandan ABD’de hızla güçlenen etki alanını seferber etmek diğer yandan da Ortadoğu’da genişleyen bir etki alanı edinen İngiltere’yi zorlama politikası izleyecektir. BAŞKALARININ TOPRAĞI Theodor Herzl 44 yaşında kalp krizinden ölürken, Siyonist hareket daha radikal bir politikacı olan Chaim Weizmann’ın önderliğinde İngilizleri baskı altına alma politikasını yoğunlaştıracaktır. 1914’te Weizmann, ‘‘Filistin, İngilizlerin nüfuz alanına girmelidir ve bir İngiliz sömürgesi olarak orada İngiltere, Yahudi yerleşimini teşvik etmelidir; ta ki yirmi ya da otuz yıl içinde bu bölgede bir milyon, belki daha fazla bir Yahudi nüfusuna sahip olalım. Bu Yahudiler (...) Süveyş Kanalı için etkin bir koruma sağlayacaktır’’ diye yazar (Tayyar Arı). Osmanlıya önerilen paranın yerini, İngiltere için Suveyş Kanalı’nı bekleyecek Jandarmalık önerisi alacaktır. Ancak İngiltere, bu süreçte asıl yatırımını Arapların kazanılmasından yana yaptığı için, bu teklifin gereği için özel bir çaba içine girmekten imtina edecektir. İngiltere’nin Yahudi taleplerini sahiplenmesi için 1917 sonuna kadar beklenecektir. Nihayet 2 Kasım 1917’de İngiltere, Dışişleri Bakanı Lord Balfour aracılığıyla Yahudi taleplerinden yana açık tavır alacaktır. Balfour Bildirisi ile İngiltere, Siyonistlere, ‘‘Majestelerinin Hükümeti, Filistin’de Yahudiler için bir milli yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır ve bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır’’ sözü verecektir (Tayyar Arı). Araplar büyük protestolarla karşılayacakları Balfour Bildirisi, sosyalist bir Yahudi olan ünlü yazar Arthur Koestler tarafından, çok doğru olarak, ‘‘bir devletin bir ulusa üçüncü bir ulusun toprağını vermesi’’ olarak nitelendirilecektir. 2 Kasım günü Filistin ulusu tarafından yas günü ilan edilecektir. Bildirinin mimarı Balfour, İngiliz hükümetinin tavrını; ‘‘Filistin’deki Filistinlilerin umut ve isteklerini görmezlikten geldik. Bu eski topraklarda oturan 700 bin Arap’ın istek ve düşüncelerinden daha önemli olan şey, bizce Siyonizmdir’’ diye büyük bir pervazsızlıkla ifade edecektir. Balfour Bildirisinin ilanı gerçekten de Ortadoğu’daki İngiliz çıkarlarını olumsuz etkileyecekti; çünkü Osmanlıya karşı ayaklanmaları halinde egemenlik sözü verdikleri Araplarda ciddi bir güven kırılması yaratacaktır. Bildiri, 1917 Haziranında başlayıp tüm gücüyle yayılmakta olan Arap ayaklanmasının toplumsal ve psikolojik desteğini zayıflatıyor, İngilizlerin Osmanlıya karşı verdiği desteğin emperyalist çıkarlarca belirlendiğini gösteriyordu. ÖRGÜTLÜLÜĞÜN ÖNEMİ Esasen bu karmaşık dengeler nedeniyle, önceki dönemde Siyonistlerin, Süveyş Kanalı’nda İngiliz çıkarlarının koruyuculuğu dahil rüşvetlerine itibar etmeyen İngiltere’nin bu dönüşümü, yine uluslar arası dengelerdeki değişimin sonucudur. Arap ayaklanmasının başlaması sonrasındaki bu çok kritik dönemeçte Balfour Bildirisinin ilan edilişini zorunlu kılan neden, ABD’yi savaşa sokmaktan yana ciddi bir gereksinimin ortaya çıkmasıydı. Dördüncü yılına yaklaşan savaşta Alman ve Osmanlının direnişi henüz kırılamamışken, doğudaki müttefik Rusya, gerçekleşen devrim sonucunda savaştan çekilmişti. Bu durumda ABD’nin savaşa kazanılamaması halinde herşeyin tersyüz olma ihtimali söz konusuydu. İşte bu kritik aşamada, ABD’de daha o dönemde çok etkili olan Yahudi lobisi, ciddi bir faktör olarak devreye giriyor, ABD kamuoyunun savaşa kazanılması karşılığında Balfour Bildirisini ilan ettiriyordu. Kuşkusuz bu adımın atılabilmesini sağlayan bir diğer faktör de Arapların durumuydu. Siyonizmin bu etkin örgütlülüğüne karşın Araplar, üstelik yaygın bir ayaklanma atmosferine karşın feodal parçalanmışlık, örgütsüzlük, ortak bir hedefe yönlendirilme açısından dağınıklık ve uluslar arası politikada bir güç olarak kendini dayatabilecek etkinlikten bütünüyle yoksun bir durumdaydı. İslam dininin bu noktadaki işlevi tepkiden öteye gidemiyor, bırakalım Şerif Hüseyin ile Suudiler arasındaki iktidar kavgasını etkisizleştirmesini, Arapların bir hedefe yönelik seferberliğini bile sağlayamıyordu. Arapların bu perişanlığı karşısında İngilizler, Osmanlıların Arap topraklarında yenilmesinin hemen akabinde ‘‘Filistinlilerin siyasal ve ekonomik çıkarlarına zarar vermeyeceği’’ (Abu Firas) yönünde içi boş sözler vererek Balfour Bildirisini ilan diyorlardı. Bu koşullarda Arap milliyetçiliğinin İngiltere’ye karşı da başlayan yönelimi çok etkili olamıyor, İngiltere feodal Arap egemenleriyle işbirliği içinde kendi askeri yönetimini kuruyordu. Arap egemenlerine gelince onlar bu dönemde Şerif Hüseyin ve Suudiler olarak birbirlerine karşı İngilizlerin desteğini almaya çalışıyorlardı. İslamcı bilincin de etkisiyle birey olma, yurttaş olma, ulus olma bilincinden oldukça uzak olan Arap kamuoyunun çoğunluğu kendi feodal beylerinin kontrolü altında tutulabiliyordu. Arapların İngilizlere verdikleri tepkiler çoğu zaman kendi şeyhlerinin işbirlikçi tutumu karşısında kırgınlık ve söylenmenin ötesinde geçemiyordu. Bu koşullarda Araplar, Osmanlıya karşı geliştirdikleri ayaklanmayı bu kez İngiliz emperyalizmine karşı derinleştirme ve gerçek bir ulusal kurtuluşa varma başarısı gösteremiyorlardı. Tıpkı 1300 yıl öncesindeki ŞiiSünni çekişmesi günlerinde olduğu gibi, bir farkla bu kez ikisi de Sünni olan hizipler olarak, Arap egemenliğinin kimin hakkı olduğu yönünde bir dizi dini ve feodal gerekçe üreterek birbirleriyle savaşa girişiyorlardı. İslamiyet kartı, birkez daha tarafların mezhepsel duruşları ve kimin halife olacağı yönünde sonu gelmez hak gerekçesi olarak istismar ediliyordu. İçlerinde Hıristiyan Arapların da yeraldığı ve o koşullarda Arap halkının çıkarlarını ve bağımsızlığını temsil eden milliyetçiler ise o koşullarda etkili olamıyor ve Arap ulusal iradesini ortaya çıkaramıyorlardı. İşte bu realitede hem İngilizler bölgenin gerçek egemeni ve paylaşımcıları olma avantajı ediniyorlar hem de Siyonizm, artık sökülemez bir kama olarak Filistin’in ortasına yerleşiyordu. P olitik cüce AB Lübnan’a asker göndermeyi kararlaştırdı. Lübnanİsrail kriziyle dünya politikasında bir kez daha pekişen AB’nin ‘‘küçüklüğünü’’ kapatma çabaları olsa gerek. AB kriz boyunca toplantı üstüne toplantı yaptıktan sonra bırakın sağlam ortak bir politik duruş sergilemeyi İsrail’i kınamaktan bile çekinmişti. Şimdi göğüslerini gere gere ‘‘Biz de varız’’ diyorlar. Dış politikada varlık göstermek mi, bölgede gerçekten barışı sağlamak mı? BM’nin Lübnan’a gönderilecek barış gücüne yönelik 1701 sayılı kararında gücün çatışmalara girmeyeceği yönünde kesin bir madde yok. 15 bin askerin görev alacağı UNIFIL, Lübnan güvenlik güçleriyle birlikte İsrail’in Lübnan’ın güneyinden çekilmesini sağlayacak. İşlem görünürde Lübnan’a destek olarak algınabilir. Ancak İsrail’in BM barış gücünü Hizbullah’a karşı kalkan olarak kullanması olasılığını da bir kenara atmamalı. Uluslararası barış gücü oradayken Hizbullah ve İsrail arasında çıkacak bir çatışma durumunda barışın hangi yöntemle sağlanacağı konusu soru işaretleri yaratıyor. Fransa dışişleri bakanı Phillip Douste Blazy her ne kadar BM’den güvenlik konusunda garantiler aldığını söylese de bölgede bol değişkenli bir denkleme yol açacak böylesi bir krizin nasıl kontrol altına alınacağı konusunda hiçbir sağlam yöntem önerilmedi şu ana kadar. BM barış gücü bölgenin İranABD eksenli kaygan zemininde bir ‘‘savaş gücüne’’ dönüşmesin? Bu soru bir savaş karşıtının endişeleri olarak görülebilir. Bölgede çıkarlarını korumanın ve siyasi varlık göstermenin bu dünyanın ülkeleri açısından doğal olduğu tezi de savunulabilir. Ancak bu politik oyunda aslında hangi ülkenin çıkarları için hareket edildiğini de görmek gerekli. Yeni bir Ortadoğu’nun yaratılma süreci bir bakıma Lübnan sa vaşıyla somutluk kazandı. ABD’nin Irak’taki varlığının ardından İran’a dalaşması dünya kamuoyunu bir güzel oyalarken hiç beklenmeyen bir noktada Lübnan savaşı patlak verdi. Irak işgaline ve İran’a askeri müdaheleye karşı çıkan Avrupa ülkeleri bir anda savaş karşıtı söylemlerini bırakarak İsrailLübnan krizinde çok daha etkin bir role soyundular. Avrupa Lübnan savaşının arkasında ABD İran ikilisinin olduğunu bile bile bu soruna biraz mecburiyetten biraz da sahip olduğu veya olacağı siyasi haklarını kaybetmemek için el attı. Avrupa Ortadoğu’nun kaçınılmaz değişiminde bu sefer siyasi dışlanmayı kaldıramayacağını anladı. Şimdi aynı gerekçelerle Türkiye’nin barış gücüne katılması bekleniyor. Bölgeye sınırı olmayan AB ülkelerinin askeri destek göndermesi ile İran, Irak ve Suriye ile sınır komşusu olan Türkiye’nin bu güce asker göndermesi arasında büyük fark var. Bölgede Irak savaşındaki tarafsızlığı ile saygınlığını koruyan Türkiye’nin perde arkası çok daha karışık bir krize kendi isteğiyle girmesi ne kadar akıl kârı? Türkiye’nin her ne kadar unutulmuş ve kenara atılmış olsa da bir AB projesi var. Yeni Ortadoğu’nun oluşumunun Türkiye için hayati bir konu olduğu doğru ancak uzun vadeli hedeflerinden sapan bir Türkiye’nin de değişen dengelerde fazlasıyla yalpalayacağı ortada. AB son dönemde yaşadığı varoluşçu krizi örtbas etmek için dış politikada ne büyük rollere soyunduğunu dünya kamuoyuna göstermek isteyebilir. Türkiye’nin ise bölgedeki varlığı için gösteriş yapmasına gerek yok. Türkiye bölgenin değişiminde demokratik ve barış yanlısı tutumuyla da önemli bir rol oynabilir. Ankara hükümeti savaş boyalarını sürmeden önce ülkenin geleceğine yönelik önceliklerini yerine getirsin. Yoksa bu savaş rüzgarı yakında hepsini silip süpürecek. ‘Kilin Renkleri’ sergilendi ÖZGEN ACAR ANKARA J. Paul Getty Müzesi’nce açılan ve büyük ilgi çeken ‘‘Kilin Renkleri’’ adlı eski Yunan seramikleri sergisi 4 Eylül’de sona eriyor. Los Angeles’ta yeniden düzenlenen ‘‘Getty Villası’’nda açılan sergide, bugüne değin bilinen 30 çeşit Yunan seramiğinin en görkemli örneklerinden 100 parça, dünyanın çeşitli müzelerinden bir araya getirilerek eşsiz bir görünümde düzenlendi. KILDEN YAPILAN KAPLAR Yunanca ‘‘keramikos’’ sözcüğünden gelen ‘‘seramik’’ bağlantılı bu sergide, kilden yapılan kapların günlük yaşamda kullanılışındaki zevklilik, günümüzün plastik kullanıcısı ziyaretçileri büyüledi. Özellikle sergideki içki kaplarının değişik biçimleri, şarap kadehleri ve şarap karıştırma kaplarındaki değişik süslemeler görenleri hayran bıraktı. Ayrıca heykelcilik sanatı da kullanılarak yapılmış olan hayvan başlı ya da insan kafalı şarap kadehleri büyük ilgi çekti. İÖ 550340 yılları arasında yapılan bu 2. Süvari amazon biçimli şarap kadehi. seramiklere, genel tanımlama ile ‘‘Atina çömlekçiliği’’ deniliyor. Bu kaplarda, en az iki renk olmak üzere, çeşitli renklerle yapılmış mitolojik öyküleri anlatan resimlerin bulunması, bazıların da gönencin simgesi altın yaldızla bezenmiş olmaları ilginin odağını oluşturdu. Tıpkı, daha sonraki yüzyıllarda ressamların yapıtlarına imza atmaları gibi, bazı seramiklerde ressamların, bazı durumlarda da seramik ustalarının imzalarının bulunması dikkatleri çekti. Sergi, sanatseverlerin dışında özellikle arkeolog, sanat tarihi öğreticileri ile öğrencilerine önemli kıyaslama ve eğitim olanağı verdi. Bilindiği üzere seramikler, sikkelerin yanı sıra arkeologlara tarihin tarihlendirilmesine önemli katkı sağlar. Serginin özel kataloğu, dönemin resim sanatı, seramik yapım teknikleri, süsleme özellikleri açısından önemli bilgiler içeriyor. Türk üniversitelerinde seramik dersi veren öğreticiler ile öğrencilerin kataloğu edinmeleri kendilerine çok önemli katkı sağlayacaktır. Sergiye çıkan yapıtların killerini mikroskop, morötesi ışınlar ve başka analiz yöntemleri ile inceleyen bazı sonuçlara da katalogda yer verdi. Sergiye, Londra British, Paris Louvre ve Güzel sanatlar, St. Petersburg Ermitaj, Madrid Ulusal Arkeoloji, Basel Antika, Vatikan Müzesi, Boston Güzel Sanatlar, Kopenhag Ulusal, Berlin Antika müzeleriyle çeşitli Alman müzelerinden eşsiz örnekler, ödünç olarak getirilmişti. Böyle bir serginin yakın gelecekte bir başka müzede kolay kolay düzenlenemeyeceği bildiriliyor. Siyonist terör B İsrail’in en büyük kenti olan TelAviv 45 yıl önce bu durumda idi. u sırada emperyalistler arası bir araç olarak kurulan Milletler Cemiyeti de, İngiltere’ye Irak, Ürdün yanı sıra Filistin’in mandasını verirken Fransa’ya da Suriye’nin mandasını veriyor, bu atmosferde bölgeye Yahudi göçü de hızlanıyordu. Nitekim 191936 arasında Yahudi nüfusu 58 binden 348 bine çıkıyordu. FİLİSTİN’E KARŞI YAHUDİİNGİLİZ İŞBİRLİĞİ Ancak bu Yahudi yerleşimlerine karşın Arap nüfusu, doğal çoğalma nedeniyle 642 binden 978 bine çıktığından (Abu Firas) Filistin’in Arap karakterinde en küçük bir değişim gerçekleşmiyordu. dünyanın dört bir yanında ezilen Yahudilerin, asimilasyona karşı ulusal bilinç edinmek ve kendini korumak refleksi olarak başlayan Siyonizm, bu yeni koşullarda, bölgenin tarihsel yerlileri Filistinlileri kaçırtmaya yönelik terör eylemleri örgütleyen ve tabii İngiltere’yle işbirliği içinde Yahudi yerleşimini kurumlaştıran bir karaktere dönüşümüne uğruyordu. Bu süreçte giderek belirginleşen bir Arap direnişi 1939’da İngiliz mandasına karşı ayaklanmayla sonuçlanacak, ancak İngilizlerce bastırılacaktı. Ancak bu arada yeni emperyalist savaş da başlamıştı ve İngiltere, Arapların Almanya’yı desteklemesi riskine karşı Yahudi göçünü engellemeye yönelik girişimlerde bulunacaktı. Buna karşı bölgeye insan taşıma ve hakimiyetini yayma konusunda olağanüstü bir yetenek ve direnç kazanmış olan Siyonist organizasyon ise, bir yandan yasadışı Yahudi göçünü sürdürürken diğer yandan da İngilizlere karşı, başta İngiliz manda yönetiminin genel karargahı olan Kudüs’teki King Davit Oteli’ni havaya uçurmak olmak üzere bir dizi terör eylemi geliştiriyordu. Bu sırada Faşizmin Avrupa’da başlattığı soykırım ise, Yahudilerden yana duygu bağını yanı sıra İsrail devletinin kuruluşundan yana atmosferi de güçlendiriyordu. Bu çerçevede emperyalizm Suriye, Lübnan ve Ürdün’ün bağımsızlığını tanırken Filistin müstakbel İsrail olarak elde tutacaktı. Ancak iki tarafın da artan eylemleri karşısında Filistin’deki yükü taşıyamaz hale gelen İngiltere, 1946’da sorumluluğu Birleşmiş Milletler teşkilatına devrederek, sorumlusu olduğu cangıldan kaçacaktır. SİSTEMATİK BİR GENİŞLEME VE ZULÜM BM Kasım 1947’de Filistin’i, Yahudi ve Arap devletleri arasında bölen bir planı kabul ederek, Yahudi halkının acılarını, Filistin halkının sırtından azaltmaya çalışacaktır. Ancak bu planı kabul eder görünen Siyonistler, Nisan 1948 de korkunç Deir Yasin katliamı (ki katliamın başında sonradan İsrail’in başbakanları olacak olan Menahem Begin ve İshak Şamir bulunmaktadır) başta olmak üzere, Araplara bırakılan topraklarda kitlesel terör eylemleri gerçekleştirerek Filistinliler aleyhine sistematik bir genişleme ve zulüm siyaseti izleyeceklerdi. 14 Mayıs 1948’de İsrail devleti resmen kurulurken BM sınırlarının ötesine doğru terör eylemlerini artırarak Filistin’in tarihsel yerlilerine karşı etnik arındırma siyaseti izleyecekti. Faşist soykırımım kendilerinden yana yarattığı olumlu atmosferi sonuna kadar istismar eden Siyonizm, başta ABD olmak üzere emperyalizmin desteğiyle bölgede savaş ve katliamların başlıca müsebbibi bir çıbanbaşına dönüşecekti. Öyle ki hiçbir BM kararını, hiçbir ahlaki ölçüyü, hiçbir anlaşmayı tanımayarak hızla genişleyecek, önüne çıkan kim olursa olsun, başta BM arabulucusu Kont Bernadotte olmak üzere öldürmekten kaçınmayacaktı. 1. Tazı başlı şarap kadehi (Fotoğraflar: J. Paul Getty Müzesi)
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle