05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 ‘LA DIVA TURCA’ SAHNELERDEN ÇEKİLMİŞ OLSA BİLE ‘MISYONUM’ DEDİĞİ GÖREVİNİ SÜRDÜRÜYOR C söyleşi AL GÖZÜM SEYREYLE ZEYNEP ORAL EYLÜL CUMA Leyla Gencer Şan Yarışması ZEYNEP ORAL Bir gün önce evinde ha bire şikâyet edip yakınan, ‘‘Rahat bırakın beni, ben artık yaşlandım, basın toplantısına falan çıkıp konuşamam’’ diye öfkelenen; bir gün sonra tıklım tıklım dolu bir basın toplantısında bir kraliçe edasıyla oturan, ‘‘Diva’’lığının tadını çıkaran, uzun uzun konuşan, söylediği her sözün ağırlığını ve sorumluluğunu taşıyan, yaptığı esprilerle herkesi gülümseten, tavırlarıyla herkesin içini ısıtan, ufkunu açan aynı insan mı diye dikkatle bakıyorum ona... O, Leyla Gencer. Dünya opera tarihine çoktan mal olmuş, yeryüzünün bir ucundan ötekine belli başlı tüm sahnelerde alkışlanmış, o olmasa çoktan unutulacak birçok eseri opera repertuvarlarına kazandırmış, kaynak kitaplara, ansiklopedilere adını altın harflerle yazdırmış, kısacası opera dünyasında örnek olmuş, ‘‘referans’’ olmuş ‘‘La Diva Turca’’... DÜNDEN BUGÜNE YARIŞMA Leyla Gencer, Milano’da yaşıyor. Çünkü La Scala Müzik Akademisi’nin Genel Sanat Yönetmeni. Sahneleri terk etmiş olsa bile, ‘‘benim misyonum’’ dediği görevini sürdürüyor. Birkaç gündür, ‘‘Uluslararası Leyla Gencer Şan Yarışması’’ için İstanbul’da. (Dünkü Cumhuriyet’te yarışmayla ilgili basın toplantısını okumuş olmalısınız.) Benim takılı kaldığım bir gün öncebir gün sonra meselesine gelince: Bir gün öncekiyle bir gün sonraki hep aynı insan. Her sahneye çıkıştan önce, konferans ya da seminerden önce heyecandan çocuk gibi tir tir titreyen de o; dev arenalara girip kendine sonsuz güveni ve inancıyla tüm gücünü ortaya koyan da o... Hiç unutmuyorum, Ankara’da Cenap And Vakfı’nın Altın Madalya ödülünü almaya gelmişti, o akşamın sabahında kültür yaşamımıza inen bir darbe için gençlerin sokaktaki protestosuna katılmıştı... ‘‘Çocuk’’, ‘‘Diva’’, ‘‘asi genç’’, ‘‘tepeden tırnağa dişi’’, ve daha niceleri, tümü bir bütün... Leyla Gencer, yarışmayla ilgili bilgi verirken, ilk andığı ismin Aydın Gün olması beni hiç şaşırtmadı. Dünkü hocalarına olduğu gibi, dostlarına da saygısı sonsuz. Her şey Aydın Gün’ün bir düşüyle başlamıştı. Bu düş, Leyla Gencer adına, uluslararası bir yarışma gerçekleştirmekti.... Bu düşe Yapı Kredi Bankası sahip çıkmıştı. Birinci yarışma 1995’te, ikincisi 1997’de, üçüncüsü (deprem nedeniyle bir yıl ertelenerek) 2000’de gerçekleşti. Ve çok büyük ilgi gördü. Gerek her yıl değişen çok önemli jüri üyeleriyle, gerek katılımcıların niteliğiyle tüm dikkatleri üzerine çekti. Dünya basınında ve televizyonlarında çok geniş yer aldı. Milyonlarca dolar ödenerek sağlanamayacak bir reklam ve tanıtım sağlandı. Bunca büyük ilginin nedeni, yarışmaya adını veren Leyla Gencer’in ünü kadar, jürinin prestijli isimlerden seçilmesi, yarışma kriterlerinin yüksek tutulması ve yarışmanın niteliğiydi. Onur kurulu başkanı, ünlü maestro Riccardo Muti’ydi. Her üç yarışmada da kazananlar, başta İtalya olmak üzere birçok ülkede konser vermek, dünyaya açılmak, önemli kurumlarda önemli roller almak olanağı buldu. ‘BİZ DE VARIZ’ DİYEBİLMEK Yapı ve Kredi Bankası, bu sahiplenmeyi, o zamanlar ‘‘Çağdaşlık düzeyini yakalamak’’ ve ‘‘Geleceğe yatırım yapmak’’ ilkelerine bağlamıştı. Ama sonra... Sonra, banka vazgeçti. Aylarca olayın peşine düştüm, neden vazgeçildiğini öğrenmeye çalıştım, alabildiğim tek yanıt şu oldu: ‘‘Banka, yarışmayı sürdürme gereği görmedi.’’... Neden diye bir açıklama istediğimde, yanıt yine kesin ve netti: ‘‘Bir açıklama yapmak gereğini görmüyoruz. Kendisine bildirdik, o kadar.’’ (Kendisi, yani Leyla Gencer.) İnsan ister istemez soruyordu: Peki şimdi bu ilkelerden vaz mı geçildi? Kendisine bildirilen bu haberden sonra onu derhal aradım. İstanbulMilano telefon hattında tam ‘‘a la Gencer’’ bir cümle asılı kaldı: ‘‘Onlar bana değil, ben onlara şeref veriyordum. Yarışmanın kaldırılmasıyla ben bir şey kaybetmiyorum ama ülkem ve banka için bir şey diyemem.’’ O günlerde, çok iyi anımsıyorum Leyla Gencer şöyle diyordu: ‘‘Bizim âdetimizdir. Bir işe heyecanla başlarız, ama sonunda sıkılır, tavsatırız. Bu yarışmanın sürmesini istiyorum. Benim adımı taşıdığı için değil, ülkem için, müzik tarihi için, kültürümüz için... Yani ‘Biz de varız’ diyebilmek için...’’ Altını çizmiştim: ‘‘Biz de varız’’ diyebilmek için... Bir ara Kültür Bakanlığı ve Devlet Operaları Genel Müdürlüğü’nün yarışmayı üstlenmesi söz konusuydu, ama devamı gelmedi. Türkiye’nin imajı, Türkiye’nin prestiji deyip durduğumuz yıllar boyunca elimizdeki en değerli uluslararası potansiyel gücü biz devre dışı bırakmıştık. Sonunda İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı ile La Scala işbirliği, Doğuş Grubu ve Garanti Bankası’nın sponsorluğu, TC Dışişleri Bakanlığı’nın desteği ve Borusan Holding’in katkılarıyla “4. Uluslararası Leyla Gencer Şan Yarışması” gerçekleşiyor. Leyla Gencer’in dilinden düşmeyen ‘‘görevim’’ ya da ‘‘misyonum’’ dediği nedir? İşte yanıtı: ‘‘Ben eskiden beri, baştan beri hayatta bir misyonum olduğuna inanıyorum: İçimdeki müzik sevgisini, şan sevgisini, bu tutkuyu yaymak, müzik dünyasının bir parçası olmak. Bana verilen bu misyona boyun eğiyor, sahneden sahneye koşuyordum. Eğer mesleğimde çok iyi olursam, beni dinleyenlere iyi duygular, güzellikler verebilir, onları daha iyi insan olmaya itebilirim... Sahnelere veda ettikten sonra da topluma faydalı olmak için mis Sözün Gücü örselendiğimde, koru, pişmanlık ve telaş günlerinde, bana kederli bir günde verilmiştin sen.’’ Puşkin... ‘‘Bütün büyük yanlışların altında gurur yatar.’’ Ruskin... ‘‘Farkındalığın ilk adımı kendi bedenini izlemektir. Ve farkında oldukça, orada bir mucize gerçekleşir. Bedenin hayatla uyumlu ve muhteşem bir şey olur. Ve işte orada gerçek mutluluk başlar. Farkında ol, tek yapman gereken bu.’’ Osho... ‘‘Şans diye bir şey yoktur, bize tümüyle rastlantı gibi görünen şeyler, kaderin derinlerindeki kaynaktan fışkırırlar.’’ Friedrich Schiller... ‘‘İnanıyoruz ki, kalplerimizi birbirimize biraz daha açarsak, daha fazla kan dökülmesini, daha fazla acı çekilmesini önleriz.’’ Seneca Kabilesi. ‘‘Doğayı izlediğimizde asla yanılmayız.’’ Montaigne... ‘‘Doğanın hızını benimseyin, onun sırrı sabırdır.’’ Ralph Waldo Eimerson... ‘‘Hayat nedir? Geceleyin uçan bir ateşböceğinin parıltısı, kış zamanı bir bizonun nefesi, çimenin üzerinde yansıyan ve gün batımında kaybolan küçük bir gölgedir.’’ Isapwo Muksika Crowfort... ‘‘Bir yerde benliğin varsa orası cehennem, bir yerde benliğin yoksa orası da cennettir.’’ Şeyh Ebu Said... ‘‘Doyacak kadar aşın varsa, başını sokacak bir de damın, insanoğluna kulluk etmiyorsan, başkasının sırtından değilse geçimin, tamam.. güneşli günler içindesin.’’ Ömer Hayyam... ‘‘Aşırı cesaret, tehlikenin nereye kadar varacağını bilmemektir.’’ Cervantes... ‘‘Önce seni görmezden gelirler, sonra alay ederler, sonra seninle savaşırlar, sonra kazanırsın.’’ Mahatma Gandhi... ‘‘Çevremizi o kadar değiştirdik ki, şimdi bu yeni çevreye uyabilmek için kendimizi değiştirmemiz gerekir.’’ N. Wiener... ‘‘Bilmeyen sevemez. Yapamayan anlamaz. Anlamayan değersizdir. Oysa anlayan kişi sever, seçer ve görür. Bir şeyin içinde ne kadar bilgi varsa sevgi de o kadar büyük olur. Bütün meyvelerin çileklerle eşzamanlı olgunlaştığını sanan kişi üzümleri anlamıyor demektir.’’ Paracelsus... Nasıl.. muhteşem bir beyin jimnastiği oldu değil mi.. arada sırada boş dolaşmak iyidir. N yonumu sürdürüyorum: Seminerler, konferanslar, yarışmalar, uluslararası jürilerde görev alma, gençlere yeni yollar açma... Zaten bu yarışma da kültür bayrağını elden ele yarınlara taşımaktan başka bir şey değil...’’ Topluma yararlı olmak... İşte Leyla Gencer’in bir tutkusu da bu! Ona sordum, hiç politikaya atılmayı düşünmedi mi diye. Yanıtı net ve kesindi: ‘‘Hayır düşünmedim. Ama Türkiye’de yaşıyor olsam, bir politik parti kurardım: Atatürk partisi!’’. (Basın toplantısında Şakir Eczacıbaşı’nın aktardığı bir anektodu anmanın tam yeridir: Mustafa Kemal, Bulgaristan’da ilk kez bir opera izlediğinde şöyle mırıldanmış: ‘‘Şimdi bizim Balkanlar’da savaşı niye kaybettiğimizi anlıyorum!’’) Türk Alman sinemaları buluşuyor er yıl Türkiye ve Almanya’dan uzun metraj, kısa ve belgesel filmlere geniş bir platform sağlayan festival, bu sayede izleyicilere, iki ülke sinemalarının güncel örneklerini benzeri olmayan geniş bir yelpazede sunuyor. YILDIZ ÇELİK KOOİMAN Türk ve Alman sinemalarını Nürnberg’de buluşturan, 818 Mart 2007 tarihleri arasında yapılacak 12. Türkiye/Almanya Film Festivali’ne başvurular başladı. InterForum ve Nürnberg Belediyesi Kültür Dairesi işbirliğiyle düzenlenen festivalin yönetim kurulu başkanı Adil Kaya ve program yöneticisi Ayten Akyıldız, ‘‘Türkiye/Almanya Film Festivali, iki ülke sinema sanatları arasında kültürler arası diyaloğa hizmet eden Almanya çapında en önemli festival olma özelliğini taşıyor. Her yıl Türkiye ve Almanya’dan uzun metraj, kısa ve belgesel filmlere geniş bir platform sağlayan festival, bu sayede izleyicilere, iki ülke sinemalarının güncel örneklerini benzeri olmayan geniş bir yelpazede sunuyor. Türkiye/Almanya Film Festivali, farklı köke H ne sahip kültürel topluluklar için, sinemanın sunduğu estetik ve bilgilendirici araçlarla ortak bir tartışma zemini yaratmayı hedefliyor. Her iki ülkenin kültürel alanda etkin insanlarına yeni yaklaşımlar sunmayı ve Türkiye ile Almanya’dan sinemacılar arasındaki ortak çalışmayı ve değiş tokuşu teşvik etmeyi amaçlıyor’’ diyorlar.AlmanyaTürkiye ilişkilerini geliştiren ve Almanya’da yaşayan Türklerin bu ülkeyle bütünleşmesini olumlu yönde etkileyen tasarıları destekleyen Robert Bosh Vakfı ve Bavyera Eyaleti Başkanlığı 2003 yılından bu yana, Nürnberg Belediyesi başlangıçtan beri, Federal Almanya hükümetinin Film Destek Dairesi, ayrıca Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı, festivale 2006 yılından bu yana destek veriyor. Ödüller; Uzun Metraj Film Yarışması’nda En İyi Film (5 bin Avro), En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Erkek Oyuncu, Seyirci Ödülü, Genç Seyirci Ödülü; Kısa Film Yarışması’nda En İyi Kısa Film (750 Avro); Belgesel Film Yarışması’nda En İyi Belgesel Film (1000 Avro); Öngören Ödülü (Mahmut Tali Öngören Anısına/1000 Avro); İnsan Hakları ve Demokrasi dallarında verilecek. Son başvuru tarihleri belgesel film için 30 Kasım 2006, uzun metrajlı film içinse 15 Aralık 2006 olarak belirlendi. Festival, başarılı çalışmalarından dolayı 1995 yılında Nürnberg Belediyesi’nin ‘Kültür Teşvik Ödülü’ne, 2006 yılında da Uluslararası Ankara Film Festivali’nin ‘Kitle İletişim Ödülü’ne değer görülmüştü. edenini bilmiyorum, benim en büyük korkularımdan biri yangındır. Hiç unutmuyorum, Göztepe’de mehtaplı bir gecede bir ahşap köşk cayır cayır yanmıştı. Yakınımda bulunanlar anlatır, ben bir an bile yanan köşkten gözümü ayırmadan saatlerce yangını izlemişim ve ardından güç durdurulan bir ağlama nöbeti geçirmişim. Gerçekten hatırlamıyorum.. ama yangın, hele de orman yangını beni resmen hasta eder. Günlerce kendime gelemem. Bugünlerde de öyleyim, Çevre ve Orman Bakanı Pepe değil ama, ben gözümü kapattığımda kendimi korkunç bir yangın içinde buluyorum. Bütün bir ülkenin, bütün insanların yandığını düşünüp uykumdan zıplayarak uyanıyorum. Amerika’da yaşasaydım, içinde bulunduğum ruh durumu nedeniyle sorumlulara dava açar, binlerce dolar tazminat alırdım; ne yazık buralıyım, korkularım bile para etmiyor. İçinde bulunduğum durumu açıkça anlattım, bugün bu nedenle sevdiğim bir kitaptan sevdiğim sözleri sizlerle paylaşmak istiyorum. Ne demişler, tebdili mekânda ferahlık vardır. Başlayalım efendim: ‘‘Yasalara, özgür olabilmek için bağlı kalırız.’’ Çiçero... ‘‘Gözde gözyaşı yoksa, ruhta gökkuşağı oluşmaz.’’ Amerikan yerli sözü. ‘‘Kin her zaman hüzün ve kederle beraber gezer.’’ Descartes... ‘‘Eğer doğayla teması kaybederseniz, insanlığınızı da kaybedersiniz. Eğer doğa ile bir ilişkiniz yoksa, o zaman bir katile dönüşerek kazanç, spor, besin ya da bilgi uğruna yavru fokları, balinaları, yunusları ve insanları öldürürsünüz. O zaman doğa sizden korkar ve güzelliğini geri çeker.’’ J. Krisnamurti... ‘‘Beyaz adam gördüklerini anlatmak için çok sözcüğe sahiptir. Fakat gerçeği söylemek için çok sözcük gerekmez.’’ Amerikan yerli sözü. ‘‘Kelebekleri seven birinin şimdiye kadar bir savaş başlattığı görülmemiştir.’’ Robert Pyle... ‘‘Bazı zamanlar vardır ki; nereye değil, kiminle gittiğiniz önemlidir.’’ Çin atasözü. ‘‘Doğallık, sahip olunan değil, kazanılması gereken bir erdemdir.’’ Cervantes... ‘‘Koru beni tılsımım, koru beni izleyip Berlin’de ‘Uluslararası dans festivali’ BERLİN (Cumhuriyet) Tatil aylarındaki Berlin kültür yaşamının artık ayrılmaz bir parçası olan ‘‘Ağustos’da Dans’’ günlerinin, bir diğer adıyla ‘‘Uluslararası Dans Festivali’’nin 18 incisi bu yıl da 17.8.2.9.2006 tarihleri arasında gerçekleştiriliyor. Belçikalı koreograf Michele Anne de Mey’in 1990’da ilk kez sahneye koyduğu ‘‘Erotik Senfoni’’nin yeni versiyonu ile başlayan festivalde, bu yıl kadın sanatçıların ezici bir çoğunlukta olması dikkati çekiyor. Bunlardan, ‘Solo’ isimli prodüksiyonuyla Birleşik Amerikalı Ann Liv Young ile Kanadalı sanatçı Benoit Lachambre’dan özellikle sözetmek gerekiyor. Festivale renk katan bir diğer grup da İsrailli koreograf Emanuel Gat ve dansçılarıydı. Aslında Rubin Academy’de müzik öğrenimi gören ve orkestra şefi olmak isteyen sanatçı, bu eğilimini seçtiği parçalarda da göstermiş. Franz Schubert’in ‘‘Bir Kış Yolculuğu’’ndan 3 şarkı ile başlayan programın ikinci bölümünde Johann Sebastian Bach’ın piyano müziği eşliğindeki düet sunuldu. Programın en ilginç bölümünde ise 5 danscı, İgor Stravinsky’nin ünlü ‘‘Sacre du printemps’’ müziği eşliğinde Salsa yaparak, hem bir cesaret örneği göstermiş oldular, hem de seyircilere coşkulu dakikalar yaşattılar. G eçenlerde Moda Caddesi’nde yürürken lise son sınıfta veya üniversitenin ilk sınıflarında olmaları gereken bir grup gençle karşılaştım. Üçdört tanesinin göğsünde, üstünde Che Guevara’nın resimleri bulunan rozetler vardı. O anda, elleri öpülesi Turgut Özakman’ın ‘‘Şu Çılgın Türkler’’ adlı kitabının önsözündeki şu satırları anımsadım: ‘‘Gençlerimize uzun zamandır Milli Mücadele’yi gerektiği gibi anlatmıyoruz. Bu yüzden şimdiki birçok orta yaşlılar da Milli Mücadele’yi iyi bilmiyor. Bilmemek oranı gittikçe artıyor. O görkemli olayı eski, soluk fotoğraflara benzettik. Oysa Cumhuriyetimiz o mücadelenin ürünü ve kaçınılmaz sonucudur. Yeni devletin kuruluş felsefesini o mücadele belirlemiştir. Anadolu aydınlanması, birliği ve yurttaşlık bilinci o büyük mücadeleyle başlamıştır. O dönem bilinmeden bugünü okuyamayız, yarını göremeyiz. Milli Mücadele’nin emperyalizme karşı verilmiş ve kazanılmış ilk kurtuluş savaşı olduğu anlatılmadığı için gençlerimiz başkalarının kurtuluş mücadelelerine imrendiler. Kendi tarihlerine, kendi kahramanlarına yabancılaştılar...’’ Sevgili Özakman, ‘‘Gençlerimize uzun zamandır Milli Mücadele’yi gerektiği gibi anlatmıyoruz’’ diyerek gençleri bir anlamda esirgeyici davranmış, başka deyişle onları, ‘‘gerektiği gibi anlatan’’ ol ODAK NOKTASI AHMET CEMAL madığı için ‘‘anlayamayan’’ ve kendi tarihlerine ‘‘yabancılaşan’’ bir kesim olarak nitelendirmiş. Ben, belki de özellikle son zamanlarda artık iyice azıtan irticaın etkisiyle, gençlere bu kadar bağışlayıcı yaklaşamıyorum ve Özakman’ın saptamasına şu soruları ekliyorum: Peki gençlerimiz, karşılarına Milli Mücadele’yi ve onu izleyen Türk aydınlanmasını gerektiği gibi anlatmaya çalışanlar çıktığında nasıl bir tutuma giriyorlar? Anlatılanları, sorular üretecek kadar can kulağıyla dinliyorlar mı? Köy Enstitülerinin, Halkevlerinin, Tercüme Bürolarının aydınlık yollarından bugünün kapkara manzaralarına nasıl ulaşılabildiğini merak ediyorlar mı? Kendilerine o Milli Mücadele’nin ve Cumhuriyetin yaratıcısı Mustafa Kemal Atatürk ve bütün o dönem üzerine kaynaklar salık verildiğinde, o kaynakları büyük bir merakla, yutarcasına okuyorlar mı? Gerek üniversite hocalığım sırasında, gerekse üniversite dışında ilişki kurdu Gençlerimiz Milli Mücadele ve Bugün ğum gençlik gruplarıyla çalışmalarımda edindiğim deneyimlere dayanarak gençlerin büyük bir çoğunluğu açısından bu sorulara verebileceğim yanıtlar, ne yazık ki olumsuz. Bir zamanlar, yaklaşık dört yıl süreyle konservatuvar mezunu gençlerin kurdukları bir tiyatronun sanat danışmanlığını yapmıştım. O tiyatro bünyesinde oluşturduğumuz araştırma biriminin iki yıla varan çalışmaları sırasında çalışmalara katılanlarla, bir Türk tiyatrosu yaratabilmek için kendi yakın tarihimizi bilmenin ne kadar önemli olduğu konusunda görüş birliğine varmıştık. Ancak iş, sadece o görüş birliğinde kaldı; örneğin Şevket Süreyya Aydemir’in ‘Enver Paşa’, ‘Tek Adam’ ve ‘İkinci Adam’ başlıklı eserlerini bu gençlere okutmayı başaramadım. Daha sonra, bu kez konservatuvar öğrencilerinden oluşan ve ileride kendi tiyatrolarını kurmayı amaçlayan bir grup gençle yaptığımız çalışmalar da yine aynı okuma engeline takıldı. Daha bunların benzeri çok sayıda ör nek verebileceğim bu konuyu açmamın nedeni, şu saptamayı yapmak: Gençlerimiz arasında, alanında ülkesi için gerçekten bir şeyler yapabilmek için düşünmeyi, bunun için de gerekli bilgi temelini edinmeyi ve ondan sonra eylemde bulunmayı koşul sayan bir kesim değil, fakat bütün bunları yapmamak için kendine ‘‘Bizler seksen kuşağıyız’’, ‘‘Bizlere anlatılmadı’’ vb. gibisinden bahaneler yaratmakta gerçekten usta bir kesim egemen. Bu kesimden gelen ve örneğin sanat öğrencisi olanlar, sanatları üzerinde düşünmeksizin, seçtikleri sanatları neden yapacaklarını sorgulamaksızın sanat yapmaktan yana. Kendine bahaneler yaratmak, insanoğlunun en temel nitelikleri arasındadır. İnsanın aynı zamanda bağımsız bir iradenin ve bu iradeyi temel alacak bir bilincin taşıyıcısı olduğunu göz önünde bulundurmadan, yalnızca bahanelerin peşine takılmak, ne bireyleri, ne de toplumları olumlu noktalara taşıyabilir. Milli Mücadele’yi, kendi kurtuluş savaşlarını yeterince öğrenme zahmetine katlanmayanlar ise aslında hiçbir toplumun kurtuluş savaşını gerektiği gibi kavrayamayıp sadece işin gösterişiyle, yani göğüslerine taktıkları simgelerle yetinirler! [email protected] [email protected] 1) Suda dans eden iki kişi, Michele Anne De Mey’in Erotik Senfoni’sinden, 2) Benoit Lachambre’in LUGARES COMUNES ismini verdiği koreografisinden bir sahne.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle