27 Kasım 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 EVET/ HAYIR C olaylar ve görüşler AĞUSTOS CUMA OKTAY AKBAL Ortadoğu ve Türkiye B izim Ortadoğu’da çıkarımız nerededir? Savaşın olmamasında, bir barış bölgesinde, çıkarların dengelenmesinde ve Türkiye’nin bölge ile ticaretinin yüz milyar dolarlara ulaşmasında! Türkiye açısından, Ortadoğu çıbanı hangi tehlikelere gebe? Sıralama yapmadan: Ülke içinde ayrılıkçı terörü kışkırtacak örgüt ve teröristlere yataklık yapılması. Köktendinciliğin (Sünni, Şii, Hizbullahçı vb.) yükselmesi ve köktendinciliğin Türkiye’de rejimi değiştirme çabaları. Ortadoğu savaşlarının nedeni salt Filistin sorunu değildir. Aynı zamanda ve bugün belki de daha çok, bir İsrail sorunudur. Arapların İsrail’i devlet olarak tanımaması, başta bugünün İran’ı olmak üzere, köktendinci Hizbullah’ın arkasındaki çoğu Arap’ın İsraillilerin kökünü kazımak istemesi, Filistinİsrail sorununu din savaşlarına dönüştürmesidir. Aslında 1948’de İsrail kurulurken Filistinlilere büyük haksızlık yapılmasaydı, belki de sorun bu boyutlara ulaşmayacak ve çözülebilir nitelikte olacaktı. ??? İsrail, bir varoluş refleksi ile hareket ediyor kuruluşundan bu yana. İsrail bir savaş içinde varoluş biçimi geliştirdi. Dünyanın sayılı yenilikçi ekonomilerinden birini yarattı. İsrail, bir varoluşyokoluş boyutunda yaşamını sürdürdüğü sürece, Ortadoğu’da barış olmaz. Köktendinci, şeriatçı veya yarılaik Araplar ve İran, ‘‘kök kazımak’’ ilkelliği içinde din savaşı saikiyle hareket ettikleri sürece, İsrail her zaman ‘‘varoluş refleksi’’ni sık sık gösterecektir.. PENCERE Adam! ORHAN BURSALI Bugünkü gibi! İsrail’in fütursuzca, çoluk çocuk demeden öldürmesi ve savaşı genişletmesi hiç de onaylanacak bir tutum olamaz. İsrail’in savaş makinesi, her zamanki gibi, amansız, sorunu daha ağırlaştıran, savaşarak barışı kurabileceğini sanan bir mantıkla çalışıyor. Herkes biliyor ki, iki İsrail askerinin kaçırılması, savaşın bu boyutta sürmesinin nedeni değil. Başbakan Erdoğan da ‘‘İsrail daha önce başlattı’’ gibi uyduruk savaş nedenleri üzerinde durup, olayı ‘‘yanlış okuyor’’... Normaldir! Doğru okumasını mı bekleyecektik! İran’ın atom bombasında ısrarı, İran liderinin İsraillilerin kökünü kazıma niyetindeki ciddiyet ve ön saflara sürdükleri Hizbullah’ın iyice güçlenmesi, İsrail’in varoluş reflekslerini şüphesiz ABD’nin onayı ile harekete geçirdi. Asker kaçırılması, bahane! İsrail, Hizbullah’ın savaş aygıtını çökertecek bir operasyonu gerçekleştiriyor... ??? Ortadoğu’da barış isteniyor mu? Öncelikle İsrail’in devlet ve millet olarak varoluşunun bir ‘‘Büyük Barış Anlaşması’’ ile tanınması gerekir. Realite bu... İsrail bu garantiyi alır ve fiiliyatta da bunu hisseder ve yaşarsa, sorun, ana hatlarıyla çözülür; işgal ettiği bölgelerden çekilir, bir uzlaşma sağlanır. Bu, ABD’nin bölgedeki karıştırıcılığını da önlemenin en iyi ve başlıca yoludur! Arap ülkeleri ve İsrail görmüyor mu ki, Ortadoğu’da ‘‘kök kazıma ve köktendinci’’ siyaset sürdüğü sürece, başlarından emperyalizm eksik olmayacak?! Ve dolayısıyla biz de bunun her yönden acısını çekeceğiz. ??? Türkiye’nin İsrail ile siyasi ve ekonomik ilişkilerinde temel bir sorunu var mı? Bir ‘‘din sorunu’’ da yok aramızda. Türkler ve Yahudiler arasındaki dostluk 700 yıldır sürüyor, onlarla iç içe yaşıyoruz. Fakat Türkiye olarak bizim, Arap şeriatçı emperyalizmiyle, köktendincilikle bir varlık sorunumuz giderek büyüyor. Hizbullahçılığın Ortadoğu’yu egemenliği altına alması, Türkiye’nin de ufkunu karartacak bir gelişme olur... Özdemir İnce, Hürriyet’teki yazısında bu noktayı vurgulamakta çok haklıdır... ??? Biz barış istiyoruz. Bir savaş tugayında yerimiz olamaz. Erdoğan iktidarının gönlü, Hizbullahçılığın güçlenmesinden yana. Böylece Türkiye’yi de köktendincilik kuyruğuna takabilmek ve İslam devleti emelleri için tarihi bir fırsat yakalayabileceklerini düşünüyorlar. Davutoğlu’ların, Dinçer’lerin yönetimi, bu fırsatın ve zeminin yaratılmasına yönelik. Erdoğan, bir yandan iktidarını ayakta tutan Batı’nın sermaye girişine muhtaç, dolayısıyla IMF’ci ve ABD’ci olmak zorunda. Öte yandan da, ideolojik olarak, orta vadeli siyasi emelleri için, Hizbullahçı! Bakalım neler göreceğiz ve yaşayacağız?! İnsanın Bir Değeri Var mı? K B ir insanın değeri nedir? Hangi insanın diye soruyorsunuz belki? Öyle ya, insandan insana çok fark var! Gerçi, hepsi etten, kemikten, sinirden, tuzdan, sudan ‘‘imal’’ edilmiş! Ama öylesi de var ki yaşasın diye, tüm bilim, kültür, sanat, edebiyat, seferber olur. O kişi, hastalansa, sakatlansa, yaralansa, kurtarmak için neler göze alınmaz? Anası, babası, dostları, sevenleri, ulusu, halkı, herkes... O insan, yaşamalı, kaç yaşında da olsa aramızda olmalı!.. Kalbine pil takılmalı; kolu kırıksa, bacağı sakatsa en yeni araçlarla desteklenmeli; burda olmazsa, uçaklarla Avrupalara götürülmeli, en büyük hekimlere gösterilmeli, en ünlü sağlık yerlerinde bakılmalı!.. Sait Faik’in öyküsünü daha önce de yazdım, hatırlayın... Hani bir müzede çıkan yangında Leonardo’nun ünlü tablosu Mona Lisa’yı mı, yoksa bir küçük zenci çocuğu mu kurtarmalı ikilemini, tartışanları!.. Hepsi yazar, bilgin, tarihçi insanlardır... Biri der ki, Mona Lisa bir sanat şaheseri elbet onu kurtarmalı... Başka biri ben zenci çocuğu kurtarırım, bilinmez.. o çocuk büyüyünce belki Mona Lisa’dan üstününü yaratacaktır. Çoğunluk, sanat yapıtının yangından kurtarılmasından zenci çocuğun ise yangında yok olmasından yanadır... İçlerinde biri (belki de Sait Faik’tir) der ki, ‘‘Ben zenci çocuğu kurtarırım, yalnızca ‘insan’ olduğu için.’’ İnsan olmak budur. Yalnız insan olmak! İnsanca görmek, düşünmek; insanca yaşamak yaşatmak... Buna benzer bir başka olayı da J.P. Sartre’ın bir yazısında okumuştum. O da Chartre Katedrali ile bir çocuk arasında bir seçme konusunu yazmıştı. Bir sanat anıtı olan katedral mi yıkılsın, yoksa bir çocuk mu ölümden kurtarılsın gibi bir şey!.. Sartre, çocuktan yanadır, çünkü o çocuk ilerde belki katedralden çok daha önemli yapıtlar yaratabilecektir..Sartreda, Sait de; insandan yanadır. Öyle böyle olduğu için değil! Yalnızca insan olduğu için... Uygarlık diyoruz, bilim diyoruz, tıp diyoruz, hepsi insandan yana; insanı daha çok, daha sağlıklı yaşatmaktan yana... Öte yandan yine başka tür insanlar, kendi benzerlerini tek tek de değil topluca, binlercesini, milyonlarcasını yok etmek için silahlar üretmekte, acımasız, duygusuz kıyımlar yapmakta!.. O zaman ‘‘insan’’ın değeri diye bir şey yok! Bir tek insana önem verenler verdiklerini yazanlar, söyleyenler bir bakıyorsun binlercesine, milyonlarcasına kolaylıkla kıymakta hem de zafer marşları söyleyerek... Yoksulluk ‘Kader’ Değildir! B ugün dünyamızda, yeterince beslenemeyen, temel sağlık ve eğitim hizmetlerinden yararlanamayan bir milyarı aşkın yoksul insan bulunmaktadır. Yoksulluk, evrensel bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Yoksulluk, tek bir nedene bağlanamayacak kadar karmaşık ve çok etmenli bir süreçtir. Bu nedenle yoksulluğu ekonomik, toplumsal ve siyasal değişkenlerle açıklamak doğru olacaktır. Özellikle son otuz yıllık süreçte, siyaset ve ekonomide hızlı değişimler ve dönüşümler yaşanmaktadır. Ulus devletler hızla parçalanarak sosyal devlet ve kamusal alan hızla yok olma noktasına gitmekte, yerine yurttaşların müşteri olarak görüldüğü; eğitim, sağlık gibi temel toplum hizmetlerinin özelleştirildiği düzenlemeler getirilmektedir. Uygulanan neoliberal politikalar, ekonomileri kırılgan hale getirerek, bunalımlara ve krizlere her an açık ekonomik sistemler yaratmaktadır. Türkiye’de özellikle serbest piyasa ekonomisine geçilen 1980’lerden itibaren ve 2001 krizinden sonra hız kazanan bir yoksullaşma Doç. Dr. FERLAL ÖRS süreci yaşanmıştır. DİE rakamlarına göre, 2004 yılında Türkiye’de 909 bin kişi açlık sınırının; 17 milyon 991 bin kişi ise yoksulluk sınırının altındadır. Küresel kuruluşların temel yoksullukla mücadele stratejisi, ağırlıklı olarak ekonomik büyüme üzerine odaklanmıştır. Bu stratejiye göre, neoliberal politikaların uygulanması ve devlet müdahalelerinin ortadan kaldırılmasıyla sağlanacak hızlı büyüme sayesinde yoksulluk kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Yoksullukla mücadelede temel görev, devlete düşmektedir. Bu nedenle, sosyal devlet ilkesinin ve sosyal politikaların güçlendirilmesi gerekmektedir. Bu mücadelede devletin, sivil toplum kuruluşlarının ve destekleyici kuruluşların işbirliği ve koordinasyonu zorunludur. Yoksulluk, 21. yüzyılda insanlığın karşı karşıya olduğu en temel, en yakıcı sorunlardan biridir. Ancak, tüm dünyada yükselen dinsel ve manevi değerlerin etkisiyle, giderek bir yaşam biçimi halini almakta ve bir ‘‘kader’’ Celal Bayar Üniversitesi Öğretim Üyesi olarak benimsenmektedir. Bilim ve akıl temelli yaklaşımlar, yoksulluğu insanların değişmez yazgısı olarak görmeyi kabul edemez. Tek kutuplu gelişen küreselleşme, giderek sosyal devlet ilkesinden ve sosyal politika yaklaşımından uzaklaşmayı dayatmaktadır. Oysa yoksulluk, sadece ekonomik önlemlerle çözülemeyecek kadar çok boyutlu, toplumsal, siyasal ve kültürel etmenleri kapsayan bir süreçtir. Yoksullukla mücadelenin başarısı için yerel, ulusal ve uluslararası gündem oluşturulması, geniş kamuoyu desteğinin sağlanması ve yoksulluğa karşı güçlerin birleşmesi gerekir. Kısa erimli çabalar yerine, planlıprogramlı, sürekli eylem planları ve projeleri tasarlanmalı ve uygulanmalıdır. Sonuç olarak, bugün yoksulluk, “kader” olamayacak kadar somut, yakıcı ve çözüm bekleyen evrensel bir sorun olarak insanlığın karşısında durmaktadır. Türban Ülkenin Sorunu Değil T aliban’ın Afganistan’ından Chirac’ın Fransa’sına kadar bütün ülkelerde, türbanın köktendinci siyasetin flaması olduğu bir gerçek. Başörtüsü değil ‘‘türban’’, Erbakan Hoca’nın 1974’te ilk başbakan yardımcısı olduğu Kıbrıs Barış Harekâtı’nı yapan Birinci Ecevit Hükümeti zamanında ülkenin gündemine geldi. O tarihe kadar yüzde sekseni başı bağlı olan kadınımızın türban diye ne kullandığı bir şey vardı, ne de laiklik karşıtlığı dini bir simge idi. Çok tutucu bazı tarikat üyelerinin eşlerine zorladıkları örnekler ise kimsenin umurunda değildi. İktidar ortağı olduğu dönemlerde kadrolarının çoğunluğu, bağlı oldukları tarikatın katı kurallarına koşulsuz uyan kişilerden oluştuğu için, türban özellikle gençlerde Milli Görüş siyasetinin kimlik ve kişilik gösterisi olarak yaygınlaştı. Çünkü o dönem Maocu, Marksist ya da ülkücü olanlarda tanımlanmak gereksiniminden doğan bu tür simgesel takıntılar, bir anlamda yüreklilik işareti sayılıyordu. Erbakan’ın başbakan olduğu 1996’dan sonra, hem devletin hem de tarikatların bu öğrencilere burs ve yurt desteği hızla arttı. O dönemde imam hatip okulları için Refah Partisi’nin arka bahçesi denmesinin nedeni bu gerçektir. Resmi kayıtlara göre laiklik karşıtı koşullandırılmış bu öğrenciler dışında kalan temel eğitim ve lise öğrencileri arasında türban takma oranı yüzde beşin altındadır. Üniversitelerde ise bu tartışmaya taraf olanların sayısı binde ölçüler düzeyindedir. Ancak yine o dönemde bir milyona yaklaşan bu öğrenciler, türban tartışmasını kolluk güçlerine ve diğer siyasetlere karşı çatışmaya varan eylemlere dönüştürebilmiştir. Danıştay olayının ilk tohumları o dönemde filizlenmiştir. O tarihlerden bu yana o görüşte olanlar için türban, demokratik bir hak ve en doğal bir özgürlük sorunudur. Gelişmeler laik cumhuriyete karşı açık bir başkaldırıya dönüştüğünde (Ankara Etimesgut’taki olay gibi) 28 Şubat müdahalesi ve Demirel’in politik ustalığı ile Erbakan’ın Başbakanlığı ve Tansu Çiller’in partisi ile kurulmuş olan RefahYol Hükümeti sona erdi. Bir süre sonra da Refah Partisi kapatıldı. Bu olayı izleyen günlerde çıkarılan ‘‘temel eğitim yasası’’ ile de yeniden eğitim birliğine dönülmüş ve köktendinci siyasetin okullardaki yaygınlaşması durdurulmuş oldu. Kasımpaşa’da Kuran kursundan başlayarak imamhatip okulunda kimliğini bulan Tay imi çevrelerde Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer nasıl anılıyor: Üçüncü Adam!.. Geçenlerde bu olguyu ‘Pencere’de dile getirince medyada kıyamet kopmuştu; tutucu ve gerici tayfasının Sezer’e karşıt oldukları aşikârdır... Ama ne yapalım ki ve ne mutluluk ki Cumhurbaşkanı tarihsel işlevini sürdürüyor... ? Şevket Süreyya’nın Atatürk’e ilişkin ünlü kitabının adı: ‘‘Tek Adam!..’’ Mustafa Kemal ‘Birinci Adam’ değildir... Tektir!.. İsmet Paşa’ya ilişkin kitabına da Şevket Süreyya güzel bir ad bulmuştu: ‘İkinci Adam!..’ İnönü, Milli Kurtuluş Savaşı’nda, Lozan’da, Cumhuriyetin kuruluşunda, İkinci Dünya Savaşı’nda, demokrasiye geçişteki işleviyle gerçekten ‘İkinci Adam’lığa layıktır... ? Ancak bugün Türkiye, ne yazık ki karşıdevrimin iktidarlaşma sürecini yaşıyor... Karşıdevrim, hükümetini kurdu... Meclis içinde ve dışında muhalefet cılız... 2002 yılından bu yana laik Cumhuriyet devletinin temel yasal kural ve ilkelerini savunan ve koruyan Çankaya’dır... Her kim bulmuşsa ‘Üçüncü Adam’ adı Sezer’e yakışıyor... Cumhurbaşkanı sessiz.. Sakin.. Efendi.. Eski deyişle müeddep.. İlkeli.. Kararlı.. Hiçbir gösterişe ve çığırtkanlığa iltifat etmeden, en güç eylemi en kolaymış gibi yürüterek takıyyeci iktidarı hizaya getirmek yolunda görevini yapan bir Çankaya olmasaydı, Türkiye dört yıldır nerelere savrulurdu?.. İnsan düşünmek bile istemiyor... ? Yeni Genelkurmay Başkanı Büyükanıt, göreneğe aykırı biçimde vaktinden önce saptandı... Neden?.. Gerekçesini Çankaya’ya sormalı!.. Sezer sessiz ağırlığıyla tek başına bu işin üstesinden gelmiştir... Türkiye öyle bir halde ki, Ortadoğu cehenneminde Anadolu terör tehdidi altında yaşarken takıyyenin Demokles kılıcı laik Cumhuriyetin başında sallanıyor... Sezer’in Çankaya’daki varlığı, ülke adına bir güvencedir... Sezer ‘Üçüncü Adam’ mıdır?.. Bu soruya yanıtın önemi yok... Adamdır!.. EROL ÇEVİKÇE yip Erdoğan’ın bütün bu gerçeğin koşullanması ile bugünlere geldiğini, başta kendisi, herkesin iyi niyetle görmesi gerekir. Elbette kim olursa olsun bu ortamdan gelen bir yurttaşımızın sevdiği, değer verdiği ve eşi olarak yaşamını birleştirdiği genç kızın türbanlı olması rastlantı değildir. Bu yurttaşımızın gençlik kollarından başlayarak Milli Görüşçü bir partinin önce İstanbul il başkanı, sonra da belediye başkanı olması da rastlantı değildir. Belki hiç beklenmedik zamanda ve laiklik karşıtı söylemleri ile yasaklı olduğu için seçimlere giremediği halde, Siirt’te yenilenen bir seçimle milletvekili ve başbakan olması da rastlantı değildir. Bütün bunlar dünyada ve ülkemizde son yirmi yılda, özellikle küreselleşmenin zorladığı ve ulusal duvarları yıkan büyük ve sert değişimin nesnel sonucudur. Ortada güncel bir neden yokken Paris’te bir gencin ölmesinin yarattığı ve sonunda sokakları saran, yangınlara, yıkımlara dönüşen ve yirminin üzerinde çoğu Müslüman kökenli göçmen gencin ölümüne varan olayların arkasındaki ekonomik, sosyal ve kültürel gerçek ne ise, Türkiye’de de toplumsal gerginliği tırmandıran nesnel neden bence aynı. Türkiye’deki türban tartışması ile haklar ve özgürlükler için devrim tarihinin ilk sayfasını açan Fransa’daki türban yasağının arasında nedensel fark yoktur. Demokrasinin beşiği İngiltere’de 7 Temmuz terör olayları yüzünden özgürlükleri kısıtlayan yasal önlemlerin arkasındaki neden de aynıdır. Türkiye’de okurken esinlendiği Atatürk’ün laikleşme konusunda attığı daha ilk adımda on binlerce genç türbanlının elleri silahlı, sopalı eylemleri ile karşılaşan Pakistan’ın seçilmiş Cumhurbaşkanı Pervez Müşerref’in gerçeği de başka bir şey değildir. 2000 dolayında medresesi olan o ülkede milyonlarca türbanlıyı durdurmanın ne denli olanaksız olduğunu, Pakistan’ı yakından bilenler belgelemekteler. Elbette bütün bunlardaki başta ABD’nin bugünkü yönetimi olmak üzere, Batı kapitalizminin uyguladığı ve kendi ekonomik çıkarlarına dayanan yanlış ve son yıllarda daha da artan sömürgen politikanın payı yadsınamaz. Türkiye her şeye karşın bu sorunları büyük ölçüde aşmış tek Müslüman ülke idi ve öyledir. Son yirmi yılda altyapısını Avrupa ölçütlerine yaklaştırmıştır. Hafif sanayi dallarında gelişmiş ülkelerle rekabet edebilir bir boyut kazanmıştır. Bu nedenle 2002’de seçim yasasındaki aykırılık sayesinde, geçerli oyun üçte biri ve toplam oyun yüzde yirmi beşi ile AKP, anayasayı değiştirecek bir çoğunlukla iktidar olduğunda Türkiye, diğer hiçbir Müslüman ülke ile kıyaslanamayacak düzeyde çağdaş ve uygarlık doğrultusunda önemli yol almış bir ülke idi. Bu gerçeği çoğunluk AKP’li görmek istemese de, Başbakan olduktan sonra olsun, Tayyip Erdoğan’ın görmesi gerekir. Dilinden düşürmediği demokrasiye, çağdaş uygarlığa ve insan haklarına gerçekten inanmış bir başbakanın, ülkesini, hem de kendi kişisel sorunu gibi yansıtarak türban savaşımına sürüklemesi, akılla ve sorumlulukla bağdaşmaz. Yurttaşlar arasında böyle bir tartışma yokken son günlerde gittiği AKP kongrelerinde en önemli konu olarak türbanı konuşmayı sürdürüyor. Üstelik bu kez doğrudan kendi eşinin türbanından çıkarak ve çok yanlış bir genelleme yapıyor. Başbakan, anlaşılan cumhurbaşkanı olmayı çok istiyor. Elbette bu istek onun çok doğal hakkıdır ve önünde ne yasal ne de siyasal bir engel söz konusudur. Ancak o, kendisini türbanlı eşi ile birlikte Çankaya’da görmek istemeyen çevrelere karşı güvence altına almak için, halkı arkasına alma gereğini duyuyor olmalı. O nedenle ‘‘Bu millet beni başbakan yaparken de benim eşim türbanlı idi’’ demek gibi bir kaygı taşıyan sözler etmeye başladı. Tokat kongresinde de kime karşı söylediği açık olmayan ‘‘Siz kamusal alanı bu millete kapatamazsınız’’ derken, eşine karşı var olan tepkiyi halka mal etmek istiyor. Bu sözlerin Tayyip Erdoğan’ı ‘‘Yarası olan gocunur’’ duruma soktuğunu, kendi partisinde daha çağdaş ve biraz da Amerikancı olan yakınları bile görmekteler. Merve Kavakçı olayından ders alarak bir tek bile türbanlı kadını milletvekili adayı yapmayan Tayyip Erdoğan’ın şimdi eşinin türbanını ülke sorunu haline getirmesini anlamak olanaksızdır. Geçen üç yılda herkese haddini bildirmek için güç topladığını sanması, ülkesine karşı sorumluluk taşıyan bu düzeyde bir politikacının sağduyusu ile bağdaşmaz. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle