Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
AĞUSTOS P E CUMA R V A S I Z P E R kitap T A V S I Z Enis BATUR “Okurken bakarken” ANTON WEBERN’İN ÖLÜMÜ Hans Moldenhauer, on yıl sonra başlamış iz sürmeye, biraz daha erken davranabilseymiş, peşine takıldığı Raymond Norwood Bell ile karşılaşabilecek, yüz yüze görüşebilecekmiş olmamış: O Amerikalı aşçı, 1955 yılının Eylül ayında, ‘mahut olay’dan günü gününe on yıl sonra, saplandığı alkol batağından çıkamayarak ölmüş. Bütün bunların, önümdeki fotoğrafla, ‘mahut olay’dan tam on beş yıl önce, 1930’da çekilmiş şu siyahbeyaz kareyle bağlantısı küçük beyaz bir lekede biçim alıyor: İşaret parmağıyla ortaparmak arasına sıkıştırılmış, ucundaki kül biraz uzamış sigarayla. R. N. Bell’in karısı, Moldenhauer’le görüşmesinde, kocasının belleğinin merkezine, ola ki "vicdan"ının çekirdeğine mıhlanıp kalmış bir görüntüyü her konu edinişinde, "o adamı vurmamış olmak isterdim" dediğini aktarmış. Sıradan yaşamının belki de tek sıra dışı hareketi, kararı, sıra dışı birinin sıradan değilse bile sudan bir gerekçeyle yaşamına son Anton Webern KULE CANBAZI SUNAY AKIN C 15 Hoş Geldin Nâzım Hikmet! vermek olan bir adamın, battığı alkol denizinden çekip çıkarabildiği tek cümle bu: Pişmanlık duyduğu eyleminin, kendisine küçük ama tuhaf bir kalıcılık sağlayacağının farkında olması herhalde beklenemezdi umursar mıydı bunu, o da ayrı. ÜRPERTİCİ ANLATISI... Moldenhauer, Anton Webern’in Ölümü başlıklı incelemesini, 1970’te Wiesbaden’de yayımlamış. Gert Jonke’nin ürpertici anlatısı aynı başlığı taşıyor: 1996, Viyana. Olay’dan 60 yıl sonra, aynı başlığa sığınıyorum burada, uzakta. Bu yalın, düzayak görünen durumda, Anton Webern’in ölümünde, onun yaşamından ve duruşundan uzak düşen bir yan var. Raymond Norwood Bell, II. Dünya Savaşı’nın bitiminde, Avrupa’ya uzun bir süre için demir atmış Amerikan ordusunun Avusturya’daki birliklerinde görevli bir asker. Mesleğinin aşçılık olması, nöbet tutmasına ya da devriye çıkarılmasına engel sayılmamış doğal olarak. Her savaşta, her savaş ortamında türeyen karaborsa faaliyetlerinin ne kadar içindeydi tam bilemiyorum, ama 15 Eylül 1945 günü, Salzburg yakınlarındaki küçük Mitterstill’e, bir rivayete göre baskını yapmaya, bir başkasına göre Webern’in karaborsayla uğraşan damadını gözaltında tutmaya ya da kimbilir, bütün bunlarla ilgisiz bir gerekçeyle giden askeri birliğin içindeymiş. Sigaranın ateşi, küçük torununu dumandan korumak amacıyla dışarı çıktığında, parlamış. O an tetiğe basmış Raymond. GİZLİ BİR ADAM... Jak Alguadiş’le bir dönemeçte tanıştım. Kar beyazı, gür ve düzgün saçlarını arkaya doğru tarıyordu; açıkta kalan yüzü yaşından çok daha genç bir görünüm taşıdığı için bu ifade karşısında tökezliyordu insan. "Sır küpü" demek belki biraz abartılı olur ama, bütün karmaşık anlamsal donanımıyla giz’li bir adam izlenimini uyandırdıydı ilk karşılaşmalarımızda. Sonradan, ağır ağır, birkaç tülü kaldırdı kendisinin ve yaşam serüveninin üzerinden, bende bir tür uzak ruh kardeşi gördü sanırım, yabancılığına benzemese de bir yabancılık okudu duruşumda, bazı koridorlarına ışık tuttu. Gene de, özünde kapalı kaldı asıl kutusu. Ana hatlarıyla sergüzeştini çizdi aslında, gelgelelim aslolanın ana hatlarda olduğunu ikimiz de biliyorduk. Sohbetlerimiz bir yıldız kayması süresini biraz aşıyordu başlarda. Karşısındakinin zamanını çalmaktan aşırı ölçüde çekinen, alabildiğine ince ve zarif bir yaklaşımı vardı Alguadiş’in; ama, bir o kadar da, buluştuğu ve söyleştiği insanda şık bir hayalet izlenimi yaratmak istiyor gibiydi ki bunda başarılı olduğunu söyleyebilirim: Her seferinde, ayrılışımızı izleyen dakikalarda, sahiden görüşüp görüşmediğimizi tartacak hale geliyordum neredeyse: Oturduğumuz masada bizi gören olmuş muydu, yoksa hayâl gücümün ürünü bir ‘roman kahramanı’yla mı, yüksek sesle, kendi kendime konuşmuştum? Gitmenin tam vaktiydi Şüphesiz abartı dozu yüksek bu iç izlenimlerde. Buna karşılık, ‘roman kahramanı’ yakıştırmasını bugün de çok yerinde bir benzetme olarak değerlendirdiğimi belirtmeliyim: Jak Alguadiş, uzun ve soluklu bir romanın, Yakındoğulu bir A la Recherche du Temps Perdu’nün, bana kalırsa, gerçekten de ana kahramanı. Oldukça loş cümlelerle hayatından söz ettiğinde, yüzyıllar öncesinin İspanya’sına, gençlik yıllarının Paris’ine, savaş sonrası döndüğü İstanbul’a ilişkin anlattıklarını ya da düşlediklerini can kulağıyla dinlerken, o dünyayı ele geçirmenin olanaksızlığı karşısında bir parça kavrulur, eve dönerken kendimi yenik hissederdim. Sonra, gün geldi, yıllardır içinde biriktirdiği, yoğunlaştırıp beklettiği kesitlerden hareketle yazmaya başladığını çıtlattı bana Alguadiş; hem heyecanlandım, hem de işin sonunu getirememesinden korktum. Boşuna korkmuşum: "Gitmenin Tam Vaktiydi…"nin tam vaktiymiş meğer! İlk okurlarından biri, belki de ilk okuru olduğum bu kitap, beni ortasında yaşadığım şehrin, bir parçası olduğum çağın en kuytu, en duyarlı bilgelerine bir anda salıverdiğinde, okuma koltuğumda sallandığımı fark edecektim. Akdeniz’in öbür ucunda, Juan Goytisolo, İspanya’nın çok kültürlü geçmişinden melez bir edebiyatın tohumlarına nasıl ulaşmışsa, bu uçta, çok kültürlü bir dünya başkenti olan İstanbul’da da, benzeri ürünlerle daha sık karşılaşmış olmalıydık. "Gitmenin Tam Vaktiydi…", bizi en içimizde duran çoğumuzun varlığını ve derinliğini algılama fırsatını yakalayamadığı bir dünyaya doğru, kelimenin tam anlamıyla savuruyor. Ne kadarı gerçek, ne kadarı kurmaca diye soranlar çıkabilir: Hayatın ne kadarı gerçektir? Alguadiş’in, "Gitmenin Tam Vaktiydi…"de, ama bilerek ama bilmeyerek, Binbir Gece Masalları’ndan doğan bir anlatma geleneğinin modern bir karşılığını verdiğini; kutu kutu açılan, halkadan halkaya genişleyen amansız keder hikâyeleriyle kaybolmuş bir zamanın anahtarını bulup bize yeniden armağan ettiğini düşünüyorum. "Gitmenin Tam Vaktiydi…", İstanbul’da yazılmış en özel, en ayrıksı kitaplardan biri: Alguadiş’in bütünüyle özgün serüveninin süreceğinden şüphe duymuyorum. Haftanın kitabı: Biri Totalitarizm mi Dedi?/ Slavoj Zizek/ Epos Yayınları/ 243 s. Cep/ Stephen King/ Çeviren: Canan Kim/ Altın Kitaplar/ 430 s. Stephen King yeni romanında, son yıllarda tüm dünyada bir salgın haline gelen cep telefonunu ele alıyor ve bunu bir kitle katliamı kurgusuna dönüştürüyor. Bir çizgi roman yazarı, şaşkın bir çocuk ve kedisiyle birlikte yaşayan bir adamın ortak noktaları nedir? Bu üç kişi, cep telefonu kullanmadıkları için insanlığı yok eden korkunç bir yazgının kurbanı olmadıklarını, modern çağın frekans denilen ‘illeti’nden etkilenmediklerine inanıyorlar… Piano Piano Bacaksız (Evimizin İnsanları)/ Kemal Demirel/ Epsilon Yay./ 208 s. ‘Evimizin İnsanları’, diğer adıyla ‘Piano Piano Bacaksız’, her odasında bir ailenin barındığı yıkık dökük bir evde, hayatta kalmaya çalışan insanların öyküleri yer alıyor. Kemal Demirel, parasızlığı, çaresizliği, acıları, öfkeleri, kaygıları hatta açlığı paylaşarak hafifleten; sevgiyi, umudu, sahip oldukları her şeyi paylaşarak yaşama sevincini çoğaltan bu insanları, sevgi dolu bir dille yücelterek anlatırken, hayatın ne denli yalın yaşanabileceğini de vurguluyor. Kitabın ikinci bölümünde, filmi pek çok ödül almış olan romanın İngilizce çevirisi bulunuyor. kadına daha heyecanlı bir ölüm yolu önerir… Yağmurcu/ John Grisham/ Çeviren: Mehmet Harmancı/ Remzi Kitabevi/ 456 s. ABD’nin Güney Kafkasya Politikası Olarak Ermenistan Sorunu/ Nurşen Mazıcı/ Pozitif Yayınları/ 160 s. “Dünyanın tüm büyük savaşları doğrudan ya da dolaylı yüzyılların diplomasisine sahip olan Doğu Akdeniz’le bağlantılıdır. Avusturya Macaristan, Rusya, İngiltere, Fransa ve Balkan Devletlerinin ekonomik yaşamlarında stratejik bir yeri olan Doğu Akdeniz’in tek bir gücün elinde bulunması, ABD’nin ekonomik özgürlüğü için tehdit olabilir. Dünyanın olduğu kadar tüm bu ülkelerin isteği, böyle stratejik bir bölgenin hiç bir özel denetimi olmadan korunması ve uluslararası bir karakter kazanması doğrultusunda düzenlenmesidir” diyor Amerikan Siyasi Analist Fredric C. Howe. Bu kitapta, ABD’nin dış politikasında Ermenistan’ın yeri konu alınıyor. Medeniyet Kaybı/ Tanıl Bora/ Birikim Yayınları/ 292 s. Tanıl Bora ‘Medeniyet Kaybı’nda, milliyetçiliğin cumhur ve cumhuriyet fikriyle kurduğu ilişkiyi, cumhuru yalnızca bir kütle kabul eden, cumhuriyetin fikri değerlerini değil şekli ayrıntılarını yücelterek kütle kabulünü ve arzusunu süreklileştiren yönlerini ele alıyor. Kitapta bir araya getirilen yazılar milliyetçiliğin ve faşizmin kimi görünümlerini konu alıyor: Harcıâlem kullanılan faşizm tahlillerine ve faşizm enflasyonuna karşı, faşizmi gerçekten mesele edinmenin, bunun hakkında analitik uğraşlar vermenin gerekliliğinin altını çizerek... Bilinmeyen Hedef/ Agahta Christie/ Çeviren: Çiğdem Öztekin/ Altın Kitaplar/ 270 s. Çok sayıda bilim adamı bir anda ortadan kaybolur. Bu durum gizli haber alma servislerini iyiden iyiye endişelendirir. Bu adamlar kaçırılmış ya da şantaj mı yapılmıştır? Yoksa beyinleri mi yıkanmıştır? Tüm bu sırrın anahtarı bir kadında saklıdır, ama oda uçak kazasında ağır yaralanmış, hastanede ölüm döşeğinde yatmaktadır. Bu arada Kazablanka’da bir otel odasında, Hilary Craven isimli bir kadın intihar etmeye karar verir. Ancak hiç tanımadığı bir adam, bunun yerine Rudy Baylor yeni avukat olmuştur. Giderek artan borçlarını ödeyebilmek için elindeki tek davayı kazanmak zorundadır. Tedavi masraflarını ödemeyerek bir gencin ölümüne neden olan dev bir sigorta şirketine karşı açılan bu davada, milyonlarca dolarlık tazminat söz konusudur. Ancak bir sorun vardır: Bu, Rudy’nin gireceği ilk davadır ve karşısında, paranın satın alabileceği en pahalı avukatlar yer almaktadır... Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi 3. Cilt 1. ve 2. Kitap)/ Hazırlayanlar: Seyit Ali KahramanYücel Dağlı/ YKY/ 772 s. Evliyâ Çelebi, bugünün Türkçesiyle ve iki kitap halinde sunulan Seyahatnâmesi’nin üçüncü cildinde, Anadolu, Arabistan ve Rumeli üçgeninde yaptığı geziler, yaşadığı ilginç olaylar yer alıyor. İstanbul’dan Şam’a, Şam’dan İstanbul’a ve buradan Rumeli’ye gidiş gelişlerini, yer yer kişisel yönler de katarak anlatan Evliyâ Çelebi, aynı zamanda tarihe, tarihsel olaylara tanıklık da ediyor. lmanya’nın en güzel kentidir Nürnberg. Sanayi devrimi sonrasında ilk oyuncak fabrikalarının kurulduğu bu kentteki oyuncak müzesi, Türkiye’deki benzerinin de ilham kaynağıdır. İstanbul Oyuncak Müzesi’ne giden yol, günümüzden 16 yıl önce Nürnberg’i ziyaretimle başlamıştır. 2005 yılının Aralık ayında da DİDF’nin (Demokratik İşçi Dernekleri Federasyonu ) davetlisi olarak tek kişilik oyunumu sahnelemek üzere Nürnberg’deydim. Avrupa’nın en büyük, en güzel Noel pazarının kurulduğu Nürnberg, ışıklı elbisesiyle büyüleyiciydi. Kent meydanına kurulu küçük kulübelerde birbirinden güzel, insanın gözünü alamayacağı ışıltılarda yılbaşı süsleri, şekerler, çikolatalar ve oyuncaklar satılıyordu. Çizme şeklindeki seramik bardaklarda sıcak şarap içerek masal dünyasında dolaşırken, kentte müzesi olan ünlü ressam Dürer’in tavşanıyla da sohbet etme fırsatını buluyorsunuz! Nürnberg gibi Almanya’nın birçok kent meydanında yalnızca yılbaşı öncesi kurulan oyuncakçı tezgâhlarından birini görmek ister misiniz?.. Öyleyse İstanbul Oyuncak Müzesi’ne geleceksiniz!.. Çünkü, karşısından dakikalarca ayrılayamayacağınız, oyuncakların oyuncakçısıyla sıralandığı bu küçük dükkân, en ince ayrıntısıyla başınızı döndürecektir. Almanya’dan müzemize yeni kazandırdığımız bu nadide eser 1920’li yıllarda yapılmış!.. Evet, İstanbul Oyuncak Müzesi’nde neredeyse 90 yaşında olan bir oyuncak Noel oyuncakçısı var!.. İstanbul’a yurtdışından ya da yurtiçinden gelen duyarlı insanlar müzeye hayranlıklarını ziyaretçi defterine not düşüyorlar. İşte onlardan biri, New York’tan gelen Güngör Mimaroğlu’nun düşünceleri: ‘‘Bu müzeyi Türkiye’nin yöneticileri de görmeli ve ibret almalı. Böyle bir oyuncak müzesine sahip olan ülke dünyanın en ileri ülkelerinden biri olmaya layıktır.’’ Özlem Aydoğdu ise Eskişehir’den gelmiş: ‘‘Bugün burada olabilmek 1 yıllık bir hayaldi, ama hayaller gerçek oldu... Bana çocukluğumu, çocukluğun saflığını, kirlenmemiş dünyayı, oyuncaklarımı tekrardan anımsattığınız için çok teşekkürler... Benim gibi çocukluğunu anımsamak isteyen herkese köprü oldunuz, ne mutlu size, iyi ki varsınız...’’ Merak etmeyin, İstanbul Oyuncak Müzesi’nin ziyaret defterindeki yazılarda övgü dolu bölümleri çıkarıyorum. Yazının anlamını bozacağı için çıkaramayacaklarım da oluyorsa, bağışlayın... Doktor Erdal Miskioğlu da, temiz bir yürekle yazmış yaşadıklarını: ‘‘Buraya 10 ve 6 yaşlardaki oğullarım Altan ve Arda’nın ısrarı ile geldik. Daha önce hakkında hiçbir fikrimiz yoktu. Sadece adı sıcak geldiği için ziyarete karar verdik. Yolda ‘birkaç kırık dökük ve eski oyuncak için ziyaret etmeye değmez’ diye düşünürken binayı görünce fikrimiz tamamıyla değişti!.. Böylesine zevkli, ince düşünülmüş ve modern tarzda düzenlenmiş müze için binlerce teşekkür...’’ A İstanbul’daki tüm zamanımı neredeyse oyuncak müzesinde geçiriyorum. Ziyaretçilerle sohbet ettiğim, onların sorularına yanıt verdiğim anlar, hayatımın en mutlu dakikaları... Ama, göremediğim, konuşamadığım ziyaretçiler çoğunlukta... Onların deftere yazdıklarını okurken buruk bir sevinç duyuyorum; Deniz Demirkıran’ın şu yazısı gibi: ‘‘Sunay Akın Amca, seni çok seviyorum. Çünkü senin yüreğin hep çocuk. Çocuk yürekli Sunay Amcam benim!.. Umarım bir gün seni görürüm!’’ Bir de Barışcan Akkemik var!.. 9 yaşındaki Barışcan sevdiği yerler arasında bizi ikinci sıraya koyuyor: ‘‘Böyle bir müze kurduğunuz için teşekkür ederim. Dünyada gördüğüm en güzel yer... Ama, Anıtkabir hariç!..’’ Kitaplarımı okuyan, gösterilerimi izleyenlerden biri olan Sibel Küpeli de diyor ki: ‘‘Bugüne kadar sahne oyunlarınız ve kitaplarınızdaki ilginç bağlantılarınızla gezdirmiştiniz bize tüm dünyayı. Burada ise oyuncaklarla canlandı, hayat buldu anlattıklarınız...’’ Gizem ve Duygu’nun deftere yazdıklarını da sizlerle paylaşmak istiyorum: ‘‘Küçükken sevdiğiniz bir kitabın son sayfalarına geldiğinizde, hemen o sona ulaşmak istemezsiniz ve kitabı daha yavaş okumaya başlarsınız... Müzeyi gezerken de işte o aynı hisle dolduk. Çatı katındaki valizlerin arasına saklandık!.. Hep burada kalsak olur mu?..’’ İstanbul Oyuncak Müzesi’nin ziyaret defterlerindeki yüzlerce yazı arasından son okuyacağımız Ordu’dan gelen Aynur Tan’ın düşünceleri: ‘‘Ülkemizde ‘bir şeyi ortaya çıkarmak’ özelliğine sahip çok az insan var, ömrü boyunca konuşan, sadece eleştiren insanlara karşılık!.. Bir şeyi ortaya çıkarmak konusunda örnek oldunuz. Umarım, pek çok insan bu mükemmel müzeyi örnek alır. Ben mi? Kıskandım demiyeyim, imrendim! Hem de çok... Hayallerini er geç gerçekleştiren kaç insan vardır?’’ Bir de martı var, müze ziyaretçileri arasında!.. Müzenin bahçesine konan bir yavru martı, her gün kendisine satın alınan balıklarla zaten ucu ucuna giden bütçeyi delmiş bulunuyor!.. Nâzım Hikmet de ziyaret etti oyuncak müzesini!.. Mersin’den geldi 5 yaşındaki Nâzım... Anneannesi ve teyzesiyle İstanbul’a gelirken iki şartı varmış; biri Topkapı Sarayı’nı görmek, öteki İstanbul Oyuncak Müzesi’ni gezmek!... Nâzım Hikmet Kuş, uzay oyuncaklarını sevdi en çok... Nâzım Hikmet bankının önünde fotoğraf çektirdik onunla... Karede bizim yavru martı da olsun istedim ama, yediği balıklardan karnı şiştiği için kutusundan çıkacak hali yoktu!.. Sohbet sırasında en çok sevdiği oyuncağını sordum Nâzım Hikmet’e... Treni varmış bir tane ama oynarken arkadaşı kırmış!... ‘‘Kızdın mı’’ diye sordum, ‘‘Hayır’’ dedi. ‘‘Peki, aynı arkadaşına bir başka oyuncağını verir misin?’’ dedim, ‘‘Veririm’’ dedi... Nâzım işte!!! İstanbul Oyuncak Müzesi’ni gezen beş yaşındaki çocuk, yalvaran gözlerle annesine soruyor: ‘‘Anne, biz bu eve taşınalım mı?..’’ Firariler yakalandı İSTANBUL (AA) Uşak Arkeoloji Müzesi’nde sergilenen ‘‘Karun Hazineleri’’nin en değerli parçalarından ‘‘Kanatlı Denizatı Broşu’’nun sahtesiyle değiştirilmesine ilişkin açılan davanın firari sanıklarından 2’si İstanbul’da yakalandı. Uşak Ağır Ceza Mahkemesi’nde 10 kişi hakkında açılan ve 7 Eylül’de görülmesine başlanacak davanın firari sanıkları olan 3 kişiden A.D. ve S.Y, İstanbul’da gözaltına alındı. Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü’nde tutulan sanıkların dün Uşak’a gönderildikleri belirtildi. Uşak Cumhuriyet Savcılığı’nca hazırlanan iddianamede, A.D. ve S.Y’nin, tutuklu sanıklardan eski Uşak Arkeoloji Müzesi Müdürü Kazım Akbıyıkoğlu, M.P., H.E., F.E. ve F.İ., firari sanık U.S. ile birlikte ‘‘2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’na muhalefet’’ ve ‘‘zimmet’’ suçlarından 25’er yıl hapis cezasına çarptırılması isteniyor. Dava kapsamında tutuksuz sanık polis memuru B.Y. ile tutuklu sanık İ.B.’nin de ‘‘suçu bildikleri ve öğrendikleri halde yetkili mercilere bildirmemek’’ suçundan 1 ile 4’er yıl arasında hapis cezasına çarptırılmaları talep ediliyor.