28 Aralık 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

AĞUSTOS CUMA tarihçe BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR Osmanlı’yla hesaplaşmak ERDOĞAN AYDIN Yaygın olarak karşılaştığımız söylemlerden biri de ‘‘tarihimizle barışmamız’’ gerektiğidir. Bu söylemin benim gibi tarihe soldan bakanlara karşı söylendiği düşünülmesin. Çünkü bu yaklaşımın muhatabı doğrudan doğruya cumhuriyetin kurucu iradesidir. Kuşkusuz kim söylemiş olursa olsun bir yargı yanlış ise elbette ki değiştirilmesi gerek. Bu anlamda Cumhuriyetin kurucu iradesinin Osmanlı’ya karşı reddiyeci bir tavır takınmış olması, bu yaklaşımın doğru hele ki tartışılmaz olması için yeterli değil. Her söylemin, söylenirken veya sonra, açığa çıkacak yanlışları olabilir ve dolayısıyla yanlış veya zamanla aşılan yaklaşımların sorgulanıp değiştirilmesinden doğal bir şey olamaz. Üstelik böyle bir yaklaşım bilimi yegane yol gösterici görenler, bilimsel etiğe sahip olanlar açısından daha da kaçınılmaz. Ancak ‘‘tarihimizle barışmak’’ adı altında bize dayatılan fikrin, gerçekte mevcut durumdan bile geriye gitmek anlamı taşıdığını özellikle belirtmek gerek. Öncelikle yinelenmeli ki, resmi tarih yazıcılığına hakim olan Osmanlıcılık’tan bize yansıyan Osmanlı tarihi, halkın değil hanedanın tarihidir. Hanedan güzellemesi temelinde yazılan bu tarihlerin ana misyonu da cumhuriyet kuşaklarını modern değerlere karşı kötürümleştirmekti. Bu tarih eğitimi sayesinde cumhuriyet kuşakları halkın egemenliği yerine monarşinin egemenliğini meşru gören bir bilinç çarpılmasına uğratılıyordu. Bu eğitim sayesinde dünyevi bir yönetim tarzı yerine teokratik bir yönetim tarzını, yurtta ve dünyada barışı kutsamak yerine fetihçiliği, demokratik değerleri içselleştirmek yerine despotizmi ‘‘hikmeti hükümet’’ gereği meşru gören kuşaklar yetişiyordu. Tabii bu yaklaşımda masum, doğal bir yanılgının yansıması ile karşı karşıya olduğumuz düşünülmesin. Tarih yazımında ‘‘tarihimizle barışmak’’ adı altında geliştirilen bu değişim gerçekte düzenin bir dönem önüne koyduğu değerlere yabancılaşmanın kaçınılmaz sonucuydu. Çünkü düzenin faşizan yönetimler ve Soğuk Savaş politikalarına angaje olarak gerçekleşen restorasyonu, toplumsal düzeyde Osmanlı öykünmesiyle tahkim edilmek zorundaydı. Örneğin toprak reformunu yapma iradesini kaybetmiş bir egemenliğin, toplumsal kontrol için Osmanlı güzellemeleri üretmesi zorunluydu. Özetle yüzünü geleceğe dikemeyenlerin geçmişe yönelmeleri, geçmişinde övüneceği bilimsel başarısı olmayanların da güce dayalı geçmişten tatmin malzemeleri üretmesi kaçınılmazdı. Üstelik geçmiş diye övünç vesilesi yapılan halkın hak mücadeleleri değil, tam tersine ‘‘halkın esareti’’ üzerinden egemenlerin bastırıcı ve fethedici iradesi olmaktaydı. Tarihsel övünç ve bilinci halkın çıkarları ve çağdaş değerler temelinde şekillendirecek bir aklın yitirilmesi, halkın kendini ezen egemenlere öykünür hale gelmesini de kaçınılmaz kılıyor. HALKIN HUZURUNDA UTANÇLA DURMAK Bu noktada tekrar tekrar anımsatma gereği duyduğum şey, Osmanlı’nın yıkıntıları üzerinden ve savaşla kurulan Cumhuriyetin, Osmanlı karşıtı bir nitelik sergilediği gerçeğidir. Nitekim Mustafa Kemal’in, 1 Mart 1922’de Meclisi açış konuşmasında, ‘‘...Türkiye’nin hakiki sahibi ve efendisi, hakiki üretici olan köylüdür (halktır)’’ şeklindeki bilinen ifadesini gerekçelendirirken söyledikleri gerçekten de çok çarpıcı: ‘‘Efendiler, diyebilirim ki bugünkü felaket ve sefaletin tek nedeni bu hakikatin gafili bulunmuş olmamızdır. Gerçekten, yedi asırdan beri cihanın muhtelif yanlarına sevk ederek kanlarını akıttığımız, kemiklerini (yabancı) topraklarda bıraktığımız ve yedi asırdan beri emeklerini ellerinden alıp israf eylediğimiz ve buna karşılık daima tahkir ettiğimiz ve aşağıladığımız ve bunca fedakarlığına ve iyiliğine karşı nankörlük, küstahlık ve cebbarlıkla uşak derecesine indirmek istediğimiz bu gerçek sahibin huzurunda utançla ve saygıyla gerçek durumumuzu alalım.’’ Osmanlının halk karşısındaki gerçek konumunu çok özlü bir şekilde anlatan bu satırlar, izlenen pratikten ve sonraki dönemden farklı olarak kuruluş dönemindeki Cumhuriyet’in Osmanlı’yı nasıl gördüğünü ortaya koyacaktı. M. Kemal için ‘‘Osmanlı tarihi, baştan nihayetine kadar hakanların, padişahların, şahısların, en nihayetinde zümrelerin hal ve hareketlerini kaydeden bir destandan başka bir şey değildir. Mazinin, asırların elimize tarih diye uzattığı kitabın mahiyeti bundan ibarettir.’’ ‘TARİH VE MEDENİYETİMİZİN İNKÂRI’ Bu ifade özellikle doğru olduğu için anımsatılmalıdır, çünkü vakanüvis geleneğinden bize yansıyan Osmanlı tarih yazımının karakteri buydu ve ne yazık ki sonraki Osmanlıcı yazım da bunu sürdürecekti. M. Kemal, yine bir başka sefer, Fatih, Yavuz ve Kanuni’nin fetih seferlerini anlattıktan sonra; ‘‘Bu azametli padişahlar, takip ettikleri harici siyasette kendi emelleri, hırsları ve arzularına dayanmışlardır. (...) Osmanlı hakanları, asıl olan noktayı unuttular. Hissiyatları ve emelleri üzerine bütün harekat ve işleri bina ettiler. (...) Bu tacidarlar milleti böyle diyar diyar dolaştırmakla, onları kendi yurtlarını düşünmeye müsaade etmemekle de yetinmiyorlardı. (...) Şahsi saltanatta her hususta tacidarların arzusu, iradesi ve emeli hakimdi. Mevzubahis olan yalnız odur. Milletin arzuları, emelleri, ihtiyaçları mevzubahis olmaktan çok uzaktır’’ diyecekti. Bu görüşün, sonraki dönemde Cumhuriyetin baştacı ettiği Türkİslam Sentezcilerini rahatsız ettiğini söylemek gereksiz. Nitekim, Türkİslamcıların en önemli isimlerinden Osman Turan, ajitatif cümleleriyle, tam da bu yaklaşıma kendi yanıtını geliştiriyor: ‘NİZAMI ÂLEM’ DAVASI ‘‘Osmanlı, cihat ve ‘nizamı alem’ davasını anlayamayan ve taassuptan kurtulamayanlara, hala bu cihanşümul devleti ve nizamını barbarlık sayanlara rastlanmaktadır. Fakat asıl garibi bu iftiraların Türk aydın ve siyasileri arasında revaç bulmasıdır. Gerçekten kültür ve mefkure kaynaklarının kurutulması neticesinde milli ruh ve şuurdan mahrum cüceler, yücelere saldırmaya yeltenmiş, en muhteşem tarihe ve ecdada karşı nankörlük ve terbiyesizlikler mübah sayılmıştır. Çok çeşitli isnat ve propagandaların başlıcasını, tarih ve medeniyetimizin inkarı, Osmanlı devrinin kan, ateş ve tahripten ibaret olduğu ve ulu hakanların kendi keyifleri ve cihangirlik ihtirasları uğrunda Türk milletini, asırlarca, diyar diyar koşturup harcaması iddiaları teşkil eder’’ (Tarihi Akışı İçinde Din ve Medeniyet, s.135). ‘‘Nizamı alem davasını anlayamayan’’, ‘‘milli ruh ve şuurdan mahrum cüceler’’, ‘‘tarih ve medeniyetimizin inkarı’’ gibi ifadelerle yansıyan bu ajitatif düzlemden gerçeklere indiğimizde Osmanlının 600 yıllık macerası, yine M. Kemal’e ait şu cümlelerde ifadesini bulmaktadır: ‘‘Efendiler kılınçla fütuhat yapanlar, sabanla fütuhat yapanlara binnetice terki mevki etmeye mahkumdur’’; takiben ‘‘uzun seferlerde fütuhat meydanlarında’’ dolaştırılan ‘‘Unsuru asli’’, ‘‘fütuhat meydanlarında kılıç sallamaktan kendi hayatlarıyla uğraşmak fırsatını elde edememişler’’dir. C Yeni Ortadoğu ve Türkiye 13 O rtadoğu’nun sıcak savaşla kavrulduğu günlerde Batı, dilinin altındaki baklayı çıkarıverdi; Yeni Ortadoğu... Bölgedeki değişimin başlangıcı da böylece duyurulmuş oldu. ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice bölgeye yaptığı ziyarette ‘‘Yeni bir Ortadoğu’nun zamanın geldiğini’’ salık verdi. Minnettarız! Bu yeni Ortadoğu’yu da yaratacak olan Arap ülkeleri ve Türkiye olmayacak haliyle. ABD ve Avrupa bölgede kendi çıkarlarını gözetecek değişiklikleri gerçekleştirmek için kolları çoktan sıvadı. ABD’nin Ortadoğu’da projeleri bir sır değil. Bilinmeyen; bunu ne şekilde, hangi taşları yerinden oynatarak yapacağı idi. O da artık az çok biliniyor. Irak’ın işgaliyle başlayan ABD’nin bölgedeki etkin varlığı ‘‘küresel terörle mücadele’’ taktiğiyle ivme kazandı. İran’ın nükleer emelleri konusunda ve Suriye’nin teröre destek verdiği savlarıyla yaygara koparan ABD, İsrail’i Lübnan’ın üstüne salarak istediği değişimi gerçekleştirmek için bir adım daha ilerlemiş oldu. Yeni Ortadoğu’da çıkarlarını düşünen Avrupa ise olayları izlemekle yetindi. Roma’da yapılan Lübnan konulu uluslararası konferanstan ne gibi bir mesaj çıktı? Koca bir hiç. Sadece lakırdı. Konferans sonundaki deklarasyona bakarsanız şöyle deniyor: ‘‘Savaşı durdurmak için sürdürülebilir bir eylem planı ve bölgeye BM çatısı altında barış gücü gönderilmesi...’’ Bravo! 18 ülkenin dışişleri bakanları bir araya gelerek ancak bu sonuca ulaştılar. Ne acil bir ateşkes çağrısı ne de İsrail’i kınama. Her şey yine ABD’nin Ortadoğu’da projeleri çerçevesinde şekillendi. Avrupa’nın sulandırılmış dış politikası da her zamanki gibi bir işe yaramadı. ABD ve AB’nin ortak çıkarları üzerindeki gizemden söz etmek mümkün değil. Batı önce Ortadoğu’da, daha sonra dünyanın başka yerlerinde değişimi tetikliyor. İşte bu denklemde düşünülmesi gereken ise Türkiye’nin nereye oturtulacağı. Bir kolunda AB, diğerinde ABD olan bir Türkiye nasıl bir politika geliştirmeli ki ortadan yırtılmasın!? AB üyeliği düşlerini on beş yılda gerçekleştirmeyi planlayan bir Türkiye Yeni Ortadoğu’nun dengelerinde nasıl bir rol oynayacak? ABD Türkiye’nin AB üyeliğine destek verdiğini her fırsatta yinelerken Stratejik Vizyon belgesiyle de elini ayağını bağlamayacak mı? AB, savaşın kıyısında, hatta savaşın içinde bir aday ülkeye yönelik nasıl bir politika belirleyecek? Güneydoğu’sunda terörle baş etmeye çalışan, komşularında savaştan sakınan bir Türkiye hangi reformları ne zaman yerine getirecek? ABD Yeni Ortadoğu’suna kavuştuğunda AB üyesi bir Türkiye mi isteyecek karşısında, yoksa kendi yörüngesinde tutacağı istikrarı sağlayamamış bir Türkiye mi? ABD, Yeni Ortadoğu’da AB’nin de canı gönülden desteklediği bir Kürt devleti kurduğunda Türkiye ile stratejik bir işbirliğinden söz etmek mümkün olacak mı? Sorular, sorular, sorular... Türkiye, Batı’nın Yeni Ortadoğu projesiyle ister istemez tehlikelerle dolu bir yola giriyor. Satranç tahtasında ABD veya AB’nin bir piyonu olmadan kendi çıkarlarını korumak ince ayar isteyen bir politikayı gerektiriyor. Görünen o ki Türkiye’nin AB sürecinde Yeni Ortadoğu’nun rolü azımsanmayacak kadar büyük. Ya da Yeni Ortadoğu’nun oluşum sürecinde AB üyeliği... Türkiye, bölgenin değişiminde tarihi bir rol oynayacak güce sahip olduğunu ne zaman gösterecek? Osmanlıcılığın anlamı Gazeteci Çapın yaşamını yitirdi İstanbul Haber Servisi Gazeteciyazar Halit Çapın, tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) Başkanı Orhan Erinç, Çapın’ın vefatı ile sadece Türk basınının değil, Türk edebiyatının da önemli bir emekçisini kaybettiğini söyledi. Vehbi Koç Vakfı Amerikan Hastanesi’nden yapılan açıklamada, Çapın’ın, 21 Temmuz Cuma gününden bu yana ileri derecede karaciğer yetersizliği teşhisiyle tedavi gördüğü belirtildi. Açıklamada, Çapın’ın akciğerinde su toplanması ve solunum yetersizliği nedeniyle yoğun bakım ünitesinde hayatını kaybettiği bildirildi. Çapın’ın cenazesi yarın toprağa verilecek. TGC Başkanı Orhan Erinç, Çapın’ın polis muhabiri olarak başladığı gazeteciliği Takvim gazetesindeki köşe yazarlığı ile noktaladığını ifade ederek Çapın’ın, 51 yıllık meslek yaşamına çok sayıda etkileyici, bilgilendirici ve eğitici eserler sığdırmayı başardığını, röportaj denildiğinde de ilk akla gelen isimlerden biri olduğunu vurguladı. Erinç, Çapın’ın TGC’den çok sayıda ‘‘yılın başarılı gazetecisi’’, Türkiye Gazeteciler Sendikası’ndan (TGS) da ‘‘Altın b ugün bizi Osmanlı’yla özdeşleştirmek isteyenler açısından, Cumhuriyetin bu ilk dönem Osmanlı karşıtı tavrı bir ‘‘sapma’’ olarak nitelendiriliyor ve bunu ‘‘açıklamaya’’ yönelik mazeretler üretiliyor. ‘‘Kendini halk nezdinde meşrulaştırabilmek için Osmanlı’ya karşı bir söylem geliştirmek zorundaydı’’ deniliyor. Madem ki artık Cumhuriyet sağlamlaşmış, halkla bütünleşmiştir, artık ‘‘tarihimizle’’ de bütünleşmenin önünde engel kalmamıştır. Üstelik de bu zorunluluktur deniliyor. Bu yaklaşım öncelikle bugün bizi Osmanlılaştırmaya çalışanların gerçek niyetini ortaya koyuyor. ‘‘Büyük Osmanlı’’ tarihindeki Cumhuriyet ‘‘kesintisinin’’, bir ‘‘aşırılık’’ olduğu ve artık aşılması gerektiği empoze ediliyor. Kuşkusuz ileriye doğru, yani demokratik, laik, sosyal hukuk devletinin söylemden gerçeğe dönüştürülmesi anlamında Cumhuriyetin yeniden yapılandırılması zorunlu. HESAPLAŞMA... Ama Osmanlıcılıkla yapılan şey bu değil, tam tersine mevcut durumun bile içinin biraz daha boşaltılmasıdır. Oysa yapılması gereken, hilafete karşı laiklik, monarşiye karşı cumhuriyet, tebaalığa karşı vatandaşlık amacıyla yola koyulan, bu anlamda önemli bir burjuva demokratik devrim atılımı olan Cumhuriyetin bu çok olumlu kazanımlarının, demokrasiye doğru geliştirilmesidir. Bu nun için de toplum genelinde doğru, yüzünü geleceğe diken, geçmişin her türden hak ihlalleriyle arasına mesafe koyan bir tarih bilincine gereksinim var. Çünkü Duverger’in de çözümlemesiyle, toplumların geçmişlerini algılayıp yorumlamaları ile varmak istedikleri hedefler arasında doğrudan bağ bulunmaktadır. Bu bağlamda nereden nereye geldiğimizi de göstermesi açısından özellikle yinelemeliyim ki, Cumhuriyetin kurucularının Osmanlı’ya bakışı, bugünkünden köklü bir farklılık sergiliyordu. Cumhuriyetin ilk dönemindeki Osmanlı karşıtı bu tavrın, gözünü geleceğe dikmiş olması, umutlarını geçmişten değil gelecekten alması, bu bağlamda geçmişiyle bağlarını koparmaya çalışması gibi çok temel bir anlamı var. Dahası, Cumhuriyet kuran bir önderliğin monarşiyle hesaplaşması, laikliği kurmaya çalışan bir önderliğin teokrasiyle hesaplaşması, modernleşmeyi hedefleyen bir yönetimin gelenekle hesaplaşması eşyanın doğası gereğiydi. Aksi taktirde söz konusu yönelimlerin akamete uğraması, hatta gündeme bile gelememesi kaçınılmazdı. Bu bağlamda bizi Osmanlı karşısında secdeye yatırmaya çalışan anlayışın ruhundaki gericiliğe özellikle işaret etmek gerek. Kuşkusuz bu ruhu bileşenlerine ayırdığımızda birbirinden çok farklı perspektiflerle karşılaşıyoruz. Ancak bu farklılıkların yine günümüzde çok ciddi bir sorun olan ortak bir paydası var ki, bu da hak ve özgürlükler karşısında otoritenin kutsanmasıdır. Halit Çapın. Kalem’’ ödülü aldığını anımsattı.70 yaşında yaşama veda eden Çapın, ‘‘Bay Alkolü Takdimimdir’’, ‘‘Bay Alkolsüz Zamanlar’’, ‘‘Mahpus’’, ‘‘Benim Akşam Sefalarım’’ ve ‘‘Ben Sana Küskünüm’’ adlı kitaplara imza atmıştı. 10 Temmuz 2004 tarihinde Duygu henüz yaşıyordu ve ben inanıyordum ki o melun hastalığı yenecek. Direndi, ama hayat böyle bir şey, Duygu da sonsuz ışıklı bir iz bırakarak dünyadan geçip gitti. O gün ona şöyle seslenmiştim: ‘‘Duygu, seni rüyamda gördüm. Bembeyaz bir ata binmiştin, üstünde tam bir Amazon kıyafeti vardı ve uzun kızıl saçlarını savura savura gene bir yerlere koşturuyordun. Ansızın uyandım ve ben bu kızı neden severim, diye düşündüm ve sorumun yanıtı hemen geldi. Ben senin en çok cesaretini ve o müthiş özgüvenini severim. Bir de muhteşem bir yol arkadaşısındır.. Seninle az yolculuk yapmadık. Hemen hepsi bir biçimde aklımda kalmış. Yıllar önce Dikili’deydik. O zamanlar sen en cesurdun. Çevremiz ne yazık ki çok ciddiydi ve o günlerde kadınların kadın olmalarından dolayı özel sorunlar yaşadıkları, en bilgili adamlar tarafından bile kabul edilmiyordu. Ama sen kendini en özel biçimde, kendi hayatından yola çıkarak öne atılmıştın ve pek çok eleştiriyi, en çok da ‘erkek düşmanı’ suçlamasını sineye çekmek zorunda kalmıştın. Seninle en çok bu ‘erkek düşmanı’ suçlamasına güleriz. Yaşamın boyun AL GÖZÜM SEYREYLE IŞIL ÖZGENTÜRK Duygu Canım Arkadaşım lenmiştin. Gece sahilde biz dans etmeyelim de kimler etsin olmuştuk... Duygu, bu kadar dobra olunur mu? Hani başını salla geç, yok hayır, dünyayı sen düzelteceksin ya. Gecenin bir yarısı Altınoluk’taki eski bir manastırın değiştirilip otel yapılmasına nasıl da itiraz etmiştin. Adam oteli kondurmuş, vazgeçer mi? Hayır sen inat etmiştin, vazgeçilmesi gerek. Tarihi binanın yeniden eski haline gelmesi gerek! Tartışmanın baykuş sesleri arasında ne kadar uzun sürdüğünü anımsamıyorum... İnatçı hatun! Datça’nın muhteşem otellerini de unutma. Ama HalfetiAntep yolundaki fıstık maceramız üstüne yoktur. Ne büyülü bir zamandı; yol, ağaçları kuşatan taze antepfıstıklarından ötürü kıpkırmızıydı.. Senle ben o gün tam üç kilo fıstığı, ‘Anam ne yapalım akşam yemeği yemeyiz’ diyerek yarı yolda tüketmiştik. Ama hâlâ canımız fıstık istiyordu. Tam o sırada bir köy ca bu garip suçlama peşini bırakmadı, bazılarını şaşırttın, erkek düşmanı diye belledikleri bu kadın ne kadar da kadındı. Dikili’de sen, ben, bir de Deniz Türkali el ele tutuşup bütün ciddi yüzlere inat, ‘Kadınlar özgürdür!’ diye bağırarak sabahlara kadar dans etmiştik. Zaten nerede ufaktan bir müzik çalsa, sen kıpır kıpır kıpırdanmaya başlarsın. Kuşadası’ndaki o berbat günün gecesinde, sahilde dans edip tepinmekten başka elimizden ne gelirdi? O gün, sana parmağını sallayarak ‘Duygu Hanım Duygu Hanım, sürekli orgazm diye tutturmuşsunuz, sizin kadın erkek organları hakkında bilginiz var mı’ diye söze başlayan ve herkese biyoloji dersi vermeye kalkan o adamı anımsıyor musun? Yönetici konumundaydım ya, adama hayli kızgın ‘Kesin artık’ demesem oturum çığrından çıkacaktı... Her zaman soğukkanlı olan sen bile sinir den geçiyorduk ve dört beş kadın kuruması için fıstık yayıyorlardı. Hadi durup biraz isteyelim, dedik. Araba durdu, yüzümüzde en güzel gülümseme, fıstık yaymakla meşgul kadınlara doğru yaklaştık. Tanrı misafiri olarak biraz fıstık istedik. Antep’te hiçbir şey az verilmez, hemen kocaman bir torba geldi, fıstıklar torbaya avuç avuç atılmaya başlandı. Tam o sırada fıstıkları torbaya dolduran kadınlardan biri çığlık atıp senin boynuna sarıldı: ‘Duygu Abla, Duygu Abla!’ Artık oradan fıstık torbasını alıp dönemezdik. Çaylar kahveler geldi. Duyan kendini misafir etti ve kadınerkek sorunu kıpkırmızı bir Antep gününde tüm hararetiyle tartışılmaya başlandı. Duygucuğum, o gün kocasına nasıl bulaşık yıkattığını anlatan o yanağı antepçıbanlı kadını anımsıyor musun? Kendisi ilkokul mezunuydu ve kızını mutlaka öğretmen yapmak istiyordu ve senin ‘Kadının Adı Yok’ kitabından ezbere parçalar söylemişti. Bir şarkı, bir aşk gibi...’’ Duygu, canım kardeşim bugün seni uğurlarken kulağına çok sevdiğin Can Yücel’in seni en çok anlatan dizelerini fısıldamak istiyorum, seversin: ‘‘Yalnızlığım benim çoğul türkülerim/ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi.’’ TEKİN’İN ÖLÜMÜ Hastane hakkında dava İstanbul Haber Servisi Çocuklar Duymasın dizisinde Müzeyyen Hanım karakterini canlandıran Ayşen Tekin’in ailesi, ‘‘tiroid üstünde nodül’’ teşhisi konulan Tekin’in Özel Çengelköy Ülkü Hastanesi’nde yapılan yanlış tedavi sonucu hayatını kaybettiğini iddia ederek özel hastane ve ameliyatı yapan Prof. Dr. Mustafa Taşkın aleyhine dava açtı. Ayşen Tekin’in vefatının ardından Londra’da yaşayan tiyatro sanatçısı kızı Gökçe Yiğitel de İstanbul’a geldi. Ayşen Tekin’in eski eşi Ender Yiğitel’in kardeşi tekstilci Emre Yiğitel, gazetecilere yaptığı açıklamada Ayşen Tekin’in arkadaş tavsiyesi ile gittiği doktora ameliyat olduğunu belirterek ‘‘Ameliyatta bir ihmal olduğunu düşünüyoruz. Otopsi yapılacak. Biz de olayla ilgili her türlü kanuni işleme başvurduk. Fatih ve Üsküdar cumhuriyet savcılıkları soruşturma başlattı’’ diye konuştu. Tekin’in ameliyat olduğu özel hastane yetkilileri ise konuyla ilgili sorularımızı yanıtlamadı.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle