Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
10 ÇATIŞMANIN İLGİLİ HER ÜLKE İÇİN BİR FATURASI OLACAK GİBİ GÖRÜNÜYOR C K strateji ATİNA’DAN MURAT İLEM AĞUSTOS CUMA Ortadoğu fay hatları H. MİRAY VURMAY uşkusuz dünyanın en talihsiz kentlerinden biridir Beyrut. Bin bir gece masallarında anlatılan paha biçilemeyen zenginliklere ev sahipliği yapan, "Doğu’nun Paris"lerinden biri olarak anılan ve güzelliği ile dillere destan olan Beyrut’a şimdilerde savaşın puslu havası sinmiş durumda. Beyrut hiç de yabancısı olmadığı bu zehirli havayı yeniden solumamak için çok direnlen anlaşma sağlanamayan İsrail ile diyalog kurmaya gelmişti. Ağır aksak da olsa bu konuda girişimler başlamıştı. Yine uluslararası toplumun desteği alınmış, BM’den konuya ilişkin kararlar çıkmıştı. Geriye bir tek diyalog kanallarının açılması ve sağlıklı bir şekilde iletişim kurulması kalmıştı. Suriye, Lübnan’dan elini eteğini tamamen çekmeye çok da istekli görünmüyordu hatta Lübnan içerisinde bile halen Suriye’nin gölgesini isteyenler vardı ama tam bağımsızlık bağımsızlıktan bahsederken birden bire geçmişin hayaletleri yeniden ortaya çıkmış ve Lübnan yine kanlı bir savaş filminin içerisinde bulmuştu kendini. LÜBNAN’IN GÖLGESİNDE KALANLAR İsrail tüm eleştirilere rağmen Hizbullah militanı ya da sempatizanı olduğunu iddia ettiği ve hatta olma ihtimali olan herkesi, her şeyi vurmayı sürdürürken Lübnan’ı alev alev yakan ateşin dumanları tüm Ortadoğu’yu sarmaya başladı bile… Lübnan, Ortadoğu’nun kanlı tarihinde hep savaş alanı oldu ama adı "iç savaş" da olsa yaşanan bu savaşlar hiçbir zaman Lübnan’ın "kendi" savaşı olmadı. Kimi zaman İsrailSuriye çekişmesine, kimi zaman Suriye’nin egemenlik mücadelesine, kimi zaman da bölgedeki terör örgütlerinin hesaplaşmalarına sahne olan Lübnan, söz konusu savaş tümcelerinin hemen hepsinin öznesi değil nesnesi oldu. Bu durumun en açık örneği resmi tarihe "iç savaş" olarak geçen Lübnan İç Savaşı’nın perde arkasında yaşananlar oldu. 1976 yılında patlak veren iç savaş sırasında, her zaman için Lübnan üzerinde hakkı olduğunu iddia eden Suriye, Batı’nın ve İsrail'in ülkedeki Hıristiyanları desteklemesine karşılık ülkedeki Sünni ve Şii gruplara açıktan destek verdi. Bununla da yetinmeyen Suriye 40 bine yakın askeri ile Lübnan’a girdi. 2005 yılına kadar Lübnan topraklarında kalan Suriye, Lübnan’daki askeri varlığı ile hem İsrail ile arasında tampon bölge oluşturmuş oluyor hem de Lübnan’ı dilediği gibi yönlendirebiliyordu. Tüm bunlara karşılık İsrail, Hıristiyanları yeniden iktidara taşımak için 1982 yılında Lübnan’ı işgal etti. İsrail’in 2000 yılına kadar süren Lübnan işgali sırasında İsrail ve Suriye, Lübnan topraklarında adeta birbirlerinin gölgesi ile savaştılar. Bu noktada söz konusu süreçte İran’ın da aynı yöntem ile Hizbullah görüntüsünde İsrail’le savaştığı düşünüldüğünde Lübnan’ın kimlerin savaş alanı olduğu açıkça görülebiliyor. Lübnan’ın kısa özgeçmişinin ışığında bugün gelinen noktaya baktığımızda çok da farklı bir kompozisyon çıkmıyor karşımıza. Lübnan yine, belki içerisinde yer almadığı karmaşık hesapların, çıkar çatışmalarının, bölgesel ve hatta küresel mücadelelerin uğruna kılıçların çekildiği mekan oldu. Halen Hizbullah’ın, ucunun nereye varacağını bile bile böylesine gergin bir ortamda fitili neden ateşlediğini tam olarak bilen yok. Birçok komplo teorisi dolaşıyor ancak akıl ve mantık sınırları içerisinde, bu sorunun cevabı henüz bulunabilmiş değil. Velhasıl, Lübnan halkı yine nedenini asla bilemeyeceği bir savaşın tam ortasında, silahların hedefinde kısacası yaşam ile ölüm arasındaki o incecik çizginin tam üzerinde duruyor. Çiftetelli ve Sirtaki yapılan açıklamaların ardında yatanları araştıracaksın.’’ İşte bu iki cümlelik uyarı yazısı bugün hala çalışma masamın üzerinde asılı durmaktadır. Güney Kıbrıs’ın AB’ne tam üye olmasından önceki yazılarımı (Cumhuriyet gazetesinin Türkiye’deki baskıları) takip edenler iyi bilirler. ‘‘Türkiye ile Yunanistan arasındaki bu ‘olumlu’ ortam zaman kazanmaya yönelik taktik yaklaşımdır, amaç GKRY’nin AB tam üye olmasıdır, dikkatli olalım’’ diyerek uyarmıştım. Gerçekten de, Rum kesiminin tam üye olmasından önceki ayları düşünün. Yunanistan, Türkiye konusunda her konuda ılımlı ve tepkisizdir. Ege’nin karşısından çıt çıkmadığı gibi, sadece buzuki sesleri duyulmaktadır. Bugün ortalığı ayağa kaldırdıkları Türk savaş uçakları konusunda bile Papandreu gazetecilere ‘‘Siz ağaçlara bakarak hata ediyorsunuz, ormana bakmalısınız, ilişkileri genel olarak değerlendirmelisiniz’’ diyordu. Rumlar ise KKTC ile göstermelik diyaloglara katılarak başta BM genel sekreteri olmak üzere, Türkiye, ABD ve AB ülkeleri ile adeta alay ediyorlardı. Dönemin KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş’ın uyarılarına da kulak asan olmadı. Amaç zaman kazanmaktı, kazanıldı. Sonunda Rum kesimi bugün AB üyesi ve 25’lerle beraber Türkiye’nin karşısında oturuyor. Aslında o dönemde yapılacak olan, Yunanistan’ın yaklaşımlarını dikkatle değerlendirmek, GKRY’nin sorunlu bir üye olacağını AB yetkililerine güçlü şekilde hissettirmek idi. Ama olmadı, hatalı politikalarımız sonucu zeybekiko ve sirtaki, çiftetelliye galip geldi. Ders alındı mı, diye sorarsanız, hayır alınmadı. Yunanistan tarafından bugün aynı oyunlar başka amaçla ve başka şekilde oynanıyor. Gerçek anlamda barış ve dostluk isteyenlerin sınanması lazım. murilem@otenet.gr en bakan olduğum dönemde Türkiye ile her şey‘‘B den önce kıta sahanlığı konusu için müzakere yapacaktım,. Ardından Kıbrıs konusu için bir yol haritası talep edecektim. Bunları elde etmeyi başaramamam durumunda ‘veto’ ile tehdit edecektim. Biz Ankara’yla sakin ve iyi ilişki koşullarını devam ettirerek zaman kazandık ve Kıbrıs’ın (Rum kesimi) AB üyesi olmasını sağladık. O dönem bir hedefimiz vardı. Şimdi hedef yok ve artık her konu büyüyebilir.’’ Gördünüz mü, bizim ‘‘Yorgaki’’ neler söylüyor? Aslında bu sözleri Türk yetkililerin büyüterek başuçlarına asmaları lazım. ‘‘Yorgaki’’ derken Yorgo Papandreu’yu kastediyorum. Çünkü bizim bazı yetkililerimiz Yorgaki’ye sempati ile yaklaşırlar, basın organlarımız da öyledir. Papandreu’nun Türk basınında ne zaman sirtaki oynarken bir fotoğrafı çıksa, ya da Türkiye yanlısı sempatik bir açıklaması olsa adından ‘‘Yorgaki’’ diye söz edilir. Türk dostu ya!.. Sempatik ya!.. Eski Dışişleri Bakanı Papandreu’nun yukarıdaki sözlerini açarsak, ‘‘Kıbrıs’ın (Rum kesimi) AB’ne tam üye olacağı güne kadar zaman kazanmak için Türklerle önce sirtaki, zeybekiko oynadık, yetmedi işi kasapiko’ya (kasap havası) döktük. Hiçbir bir konuda tepki vermedik, ilişkilerin her şeye rağmen iyi olduğu konusunda onları yani Türkleri uyutarak aldattık ve sonunda Kıbrıs’ı (Rum kesimini) AB üyesi yaptık. O dönemde bu dansözlükleri bir hedef çerçevesinde zaman kazanmak için yapıyorduk, ancak şimdi hedefimiz yok, zillerimizi kapının arkasına astık, artık her olay büyüyebilir’’ diyor. ??? 19 yıl önce Atina’ya Sabah gazetesi temsilcisi olarak geldiğimde bugün artık Türk dışişlerinde olmayan önemli bir elçilik yetkilisinden iki cümlelik şu ilk dersi almıştım: ‘‘TürkYunan konularını takip ederken, hem kurt hem kuzu olacaksın. Özellikle iyi yönde ‘Küçük Ortadoğu’, ‘Ortadoğu laboratuvarı’, ‘üçüncü tarafların savaş alanı’ nitelemelerinin yoğun yapıldığı Lübnan, yeniden savaşa gömüldü. ABD, İsrail’in ‘terörle savaşını’ destekliyor. Bölgedeki yeni aks; İranSuriye birlikteliğine karşı diğer bölge ülkeleri olarak ön plana çıkıyor. di ama bu defa da gücü yetmedi. Çok değil yalnızca bir yıl önce Beyrut’un ünlü Sahatül Şüheda Meydanı ve bugün İsrail füzelerinin yerle bir ettiği Beyrut caddeleri demokrasi, özgürlük ve bağımsızlık için aylarca sokaklarda sabahlayan Lübnanlı üniversite öğrencilerine mekan olmuştu. NİHAİ SINIRLARIN BELİRLENMESİ Eski acı anılarını unutmak isteyen, bir neslin daha savaşla büyümesini istemeyen Lübnanlılar, Refik Hariri Suikastı’ndan sonra "artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak" diyerek geçmişe sünger çekmeye karar vermişti. Önce uluslararası toplumun desteği ile Suriye’nin 30 yıllık askeri varlığına bir son verildi, ardından beklenen sonuçlara varılamasa da seçimler yapıldı ve Lübnan böylece tam bağımsızlık yolunda büyük adımlar atmış oldu. Sıra son adım olan ülkenin nihai sınırlarının belirlenmesi ve bu bağlamda Suriye ve 2000 yılında ülkeden çekilse de Şebaa Çiftlikleri konusunda ha isteyen Lübnanlılar her şeye rağmen ümitlerini taze tutmaya çalışıyorlardı. Fakat hiç hesapta olmayan bir olay tüm ümitleri bir anda yerle bir etti. Takvimler 12 Temmuz 2006’yı gösterdiğinde, Lübnan’ın en güçlü siyasal, askeri ve aynı zamanda sosyal örgütlenmesi olan Hizbullah’ın lideri Şeyh Hasan Nasrallah, yüzünde büyük bir onur ifadesi ile televizyon ekranlarından İsrail’in Gazze’de giriştiği operasyona karşılık vermek, bir anlamda intikam almak için 2 İsrail askerini kaçırdıklarını duyuruyordu tüm dünyaya. İsrail’in beklenen yanıtı ise hiç gecikmeden geldi. Belki de Nasrallah televizyonlarda konuşurken bomba yüklü İsrail jetleri rotalarını Beyrut’a çevirip çoktan havalanmıştı bile… Sonuçta İsrail’in tüm ilgisi bir anda Gazze’den Lübnan’a kaymış ve İsrail 6 yıl önce terk ettiği "bataklığı"na geri dönmüş, Lübnan’ı, özellikle de Hizbullah’ın kalesi olarak nitelendirilen Güney Lübnan’ı füze yağmuruna tutmaya başlamıştı. Lübnanlılar ne olduğunu anlamdan, özgürlükten, Tarih yasa ile yağmalanıyor ÖZLEM GÜVEMLİ Haziran 2005’te yasallaşarak yürürlüğe giren 5366 sayılı ‘‘Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Yasası’’ ilk meyvelerini vermeye başladı. İstanbul’da özellikle tarihi yarımada içerisinde kalan SİT alanları belediye kararı ile yasa kapsamına alınarak kamulaştırılıyor ve kullanım hakkı çeşitli sermaye gruplarına devrediliyor. En son Adalar’da benzer bir uygulama yürürlüğe sokularak yaklaşık 900 binanın kamulaştırılması CHP ve ANAP’lı belediye meclis üyelerinin oyları ile reddedildi. Sessiz sedasız çıkarılan 5366 sayılı yasa, Ayvansaray’dan Beyoğlu’na ve Boğaz’a uzanan güzergâhta metruk binaların yenilenmesini içeren sözde ‘‘dönüşüm projeleri’’nin hayata geçirilmesinin önündeki tüm engelleri neredeyse ortadan kaldırdı. Süleymaniye, Ayvansaray, Yedikule, Zeyrek, Cankurtaran, Kumkapı, Gedikpaşa, Laleli, Fener ve Balat, Eyüpsultan, Tarlabaşı ve Üsküdar’da yaklaşık 10 bin ev SİT alanında bulunmasına karşın bu yasa sayesinde ‘‘aslına uygun’’ olarak yenilenecek. Ancak yapılacak bu yenilemelerin büyük kısmı rant odaklı bir düzenlemeyi beraberinde getiriyor. Yasa en çok da koruma kurullarını bypass edecek biçimde alana ve projeye özgü yeni kurullar oluşturulmayı, plan bütünlüğü ilkesini hiçe sayan parçacı yaklaşımlarla korumayı, sağlıklılaştırmayı, iyileştirmeyi değil, rant paylaşımını odağına alan dönüşümleri içerdiği için eleştiriliyor. Tarlabaşı’nda yapılan kamulaştırma da buna önemli bir örnek. Arsa payları 50100 metrekare arasında olan tarihi evler tek bir blok haline getirilerek ‘‘Akmerkez’’ benzeri bir mekâna dönüştürülecek. Blokları oluşturan binaların dış cepheleri korunacak, içlerinde alışveriş merkezleri, konutlar, butik otel ve pansiyonlar yapılacak. YARIMADADA 1280 BİNA Sulukule olarak bilinen Fatih Neslişah Mahallesi de dönüşümden payını alacak. Kentin simgelerinden biri olan Sulukule’deki Roman vatandaşlar evlerinden olacak, binaların ise restore edildikten sonra hangi amaçla kullanılacağı belli değil. Tarihi yarımadada ilk olarak 1280 bina dönüştürülecek. Bu binalardan 600’ü orta vadede, 515’iyse acilen yenilenecek, çökme riski bulunan 382 bina da tamamen yıkılarak yeniden inşa edilecek. En son Beyoğlu’nda Resmi Gazete’de yayımlanan karar ile Cezayir Çıkmazı ve çevresinde 323, 324, 492 parseller, Tophane bölgesinde 53, 54, 55, 56 parseller, Galata Kulesi çevresinde 149, 150 parseller, Belediye binası ve çevresindeki 282, 286, 287 parseller, Bedrettin Mahallesi’nde 908, 909, 910, 922, 923, 924 parseller 5366 sayılı yasa kapsamına sokuldu. Bir kısmı restore edilmiş binalardan oluşan bu parseller kamulaştırıldıktan sonra nasıl değerlendirilecek bilinmiyor. Arapların ‘devekuşu’ politikası Ö len yüzlerce sivil, mülteci durumuna düşen yüz binlerce Lübnanlı ile Lübnan’ın makus tarihine yeni bir kara sayfa daha eklenirken, yaşanan insanlık dramı karşısında dünyadan birkaç cılız ses dışında tek bir ses bile çıkmıyor. Batı ya da namı diğer "medeniyetin beşiği" şanına yakışır bir şekilde bir ileri bir geri sallanmakla yetiniyor. Araplar mı? Onlardan bahsetmeye ne hacet! Susuyor, susuyor ve yalnızca susuyorlar. Arap dünyasının ki Lübnan krizi böyle bir dünyanın olmadığını bir kez daha gözler önüne serdi ama ağız alışkanlığı işte Arap dünyası deyiveriyoruz bu sinir bozucu sessizliği, Arap dünyasında yönetilenlerle yönetenler arasındaki uçurumu bir kez daha gözler önüne serdi. Tüm Ortadoğu’da halk "izin verildiği ölçüde" sokaklara dökülürken, yönetimler sessizliklerini korumakta ısrar ediyorlar. Hatta Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri 15 Temmuz’daki Arap Birliği Zirvesi’nde, Hizbullah’ın İsrail askerlerini kaçırmasını "macera" olarak nitelendirdi ve Hizbullah’ı ve Hizbullah’ın eylemlerini destekleyenleri açıkça kınadı. Bu tutumları ile Ortadoğu tarihinde bir ilke daha imza atan söz konusu Arap ülkeleri, ABD ve Batı ile olan son derece stratejik (!) ilişkileri nedeni ile susmayı hatta "karşı tarafta" yer almayı tercih ediyorlar. Reel politik penceresinden bakıldığında "normal" görünen bu yaklaşım, başta tarihsel kökler bağlamında ve tabii ki ahlaki/insani değerler bağlamında kabul edilebilir görünmüyor. RADİKAL İSLAM YÜKSELİYOR Arap yönetimleri susa dursun, Arap ülkeleri başta olmak üzere dünyanın birçok yerinde sokaklar, meydanlar çeşitli protesto gösterilerine sahne oldu. Ortadoğu ülkelerinin yanı sıra, Sudan’dan Malezya’ya kadar birçok "İslam" ülkesinde İsrail’i kınayan gösteriler düzenlendi. Söz konusu gösterilerde göze çarpan en önemli şeylerden biri kuşkusuz "İsrail karşıtlığı" merkezinde yapılan "Cihad" çağrıları oldu. Yönetimler, kişisel çıkarlarına zeval gelmemesi için susmaya devam etseler hatta Hizbullah’ı suçlayarak dolaylı yoldan İsrail’e destek verseler de halk yöneticilerinin tam tersine, Hizbullah’a sınırsız destek vererek radikalizm bayraklarına çoktan sarılmış bile. Bunun en açık örneklerinden biri yüz binlerce kişinin İsrail’i protesto etmek için toplandığı Sudan’ın başkenti Hartum’daki eylemde atılan "İsrail, Allah’ın düşmanıdır, Hizbullah Allah’ın düşmanını yok etmek için savaşıyor" sloganıydı. Görüldüğü gibi yine mevcudiyetinin sınırlarını aşan ve Radikalizmi körükleyen bir durumla karşı karşıyayız. Ancak, unutulamamalıdır ki, şiddet bumerang etkisi yapar. Yani, şiddetin karşılığı her zaman için şiddettir. Konuya ilişkin bir başka çarpıcı örnek de Mısır sokaklarından geldi. Lübnan krizinde de öncekilerde olduğu gibi arabuluculuk hevesi içerisinde olan ve bu yönde adımlar atmaya çalışan ama yine her zamanki gibi bir arpa boyu yol gidemeyen Hüsnü Mübarek’in Mısır’ındaki en büyük muhalif grup olan Müslüman Kardeşler’in düzenlediği protesto gösterilerinde ortaya çıkan manzara, Radikal İslam’ın ne denli hızla yükseldiğini ve sınır tanımadığını bir kez daha gösterdi. "İslam ümmetinin lideri Nasrallah" sloganlarının atıldığı gösterilerde üzerinde, daha geniş bir alanda daha şiddetli bir savaş istendiğini ortaya koyan "Ey Hürriyet aşığı, Ey ümmetin kahramanı. Tel Aviv'i vur. Allah'ın nasrı (yardımı) seninle" yazılı pankartlar taşınması, durumun vahametini ve halk ile yönetim arasındaki duruş farkını bir kez daha gözler önüne serdi. Bu iki örnekte görüldüğü üzere, dünya yeni bir Radikal İslam fırtınası ile karşı karşıya. ABD’nin Afganistan ve Irak işgalleri sonrasında "palazlanan" Radikal İslamcılar, öznesi ABD, İsrail ya da genel anlamda Batı olan her şeye karşı cihad ilan etmeye zaten hazırken, İsrail’in Lübnan’a fiilen savaş ilan etmesi, radikallerin pimini çekti. Hele ki, Hizbullah gibi kökleri "devrimci İslam" ideolojisine dayanan ve ne pahasına olursa olsun şiddet kullanmaktan asla çekinmeyen bir örgütün yeniden sahneye çıkması Ortadoğu’yu “radikal” günlerin beklediğini gösteriyor. ‘LÜBNAN’ SAVAŞIN NERESİNDE? Lübnan krizi olanca hızı ile devam ederken, gözlerden kaçan ama aslında son derece önemli olan bir diğer konu da Lübnan iç siyasetinin bu sürecin neresinde olduğu. Çünkü İsrail bir devletle değil, başka sıfatları olsa da genel anlamda örgüt olarak kabul edilen, Hizbullah ile savaşıyor. Başka bir açıdan bakarsak Lübnan devleti, hükümeti ve ordusu tamamen devre dışı bırakılmış durumda. Karşı taraf yani İsrail, devleti, hükümeti yok sayıp bir örgüt ile savaşırken, aslında belki de Hizbullah’ın da istediği şeyi yapıyor. Daha açık ifade ile İsrail’in "Hizbullah=Lübnan" yaklaşımı içerisinde olması, Hizbullah’ın, sular durulduğunda, Lübnan’a egemen olmasının yollarını açıyor. Lübnan’a daha yakından bakıldığında söz konusu olasılığın ne kadar yüksek olduğu daha rahat görülebiliyor. Nitekim Lübnan’da ne işleyen bir devlet, ne "yasa"yan bir meclis ne de "yürüt"en bir hükümet yokken, gücü az ya da çok, organize olmuş yapılandırılmış bir ordudan söz edilemezken bir sonraki aşamada, Hizbullah gibi son derece sağlam yapısı olan bir mekanizmanın Lübnan’da "devlet benim", "hükümet benim" demesi hiç de zor olmayacak gibi görünüyor. İşte o vakit, İsrail yanı başında, kendi elleri ile şiddetle besleyip büyüttüğü "terörist" bir devlet yaratmış olacak. ADALAR’DA REDDEDİLDİ Adalar’da yaşanan gelişmeler yasanın kolaylıkla suiistimal edilebildiğini gözler önüne serdi. Kendini İBB Başkan Danışmanı olarak tanıtan Hamit Çalışır, Adalar Belediyesi meclis üyeleri ile toplantılar yaparak 5366 sayılı yasa kapsamında Adalar’da neler yapılabileceğini anlattı. Çalışır’ın adada belirlediği 900 evi kamulaştırma planı AKP’ye karşı CHP ve ANAVATAN’lı üyelerin işbirliğiyle reddedildi. CHP Adalar Belediye Meclisi Üyesi İzzet Özacar, ‘‘Çalışır’ın danışman olmadığını öğrendik. Hatta Sakalı Şerif’i çalıp satanlar arasında adı bile geçiyormuş. Zaten bu konu komisyonda geçmeyince ortadan kayboldu’’ dedi.