Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
2 EVET/ HAYIR C olaylar ve görüşler TEMMUZ CUMA Yol Göründü mü Birilerine? nsanımız, Ankara’ya yolladığı vekilinden çoğu zaman pek memnun kalmadı. Politikanın içinden gelen ‘‘çekirdekten politikacı’’ ender görüldü Ankara’nın koltuklarında. Ağa oğlundan mühendisine, takunyalısından tüccarına girdi çıktı Meclis’e. Sendikacı, gazeteci, eğitimci, diplomat ise pek temsil edemedi toplumu. Bencil olmayanı, ödün vermeyen halkçısı, açık sözlüsü, dürüstü, yetenekli aydını hep parmakla gösterildi. İnsanına dönük politika yapmasını bilmeyen, beceremeyen, fakat Meclis koridorlarını dolduran ‘‘yeteneksizler’’in girişimleri hep toplumdan uzak, toplumdan kopuk oldu. Bilinçsiz yığınları besleyen parlak sözlerinin içi de boş, yavan kaldı! Yaptıkları, söyledikleri demokrasi adına yutturmacayı geçmedi. Halktan kopmuş bu kişilerin biri gitti, öteki geldi. Gelen gideni arattı. Tümü de, gözünü budaktan sakınmayanların tehlikeli oyununu oynadı! Türkiye’de onlarca yıldır bölücülük görevi üstlenmiş ‘‘misyoner’’ kişiler olduğu bilinen bir gerçek. Bu insanların 12 Eylül’den günümüze daha sık ‘‘göreve getirildiği’’ de sır değil. Görünmeyen birileri onları hep oradan buraya piyon taşları örneği sürüp durdu. PENCERE Ey Takkıyeci Uyan Artık OKTAY AKBAL ‘Düşe Çevirdiniz Beni ’ İ AHMET ARPAD Bu zavallı kuklaların ipleri her zamanki gibi başkalarının elinde oldu. Bu ‘‘gelenek’’ henüz başımızda bulunan, belki de günleri artık sayılı ‘‘dinci’’ hükümetle de değişmedi. 3 Kasım 2002’den bu yana ardı ardına yaşadıklarımız kişiyi ürkütüyor, düşünenin tüylerini ürpertiyor. Son seçilenler, toplumun altında ezildiği sorunlara el atacaklarına, çok büyük bir hata yaptılar, kendi ideolojileri peşinde koşar adım gittiler. Girişimleri ile toplumu bir iç gerilimin eşiğine getirdiler. Başbakanı, ‘‘Türkiye modern bir İslam devletidir’’ diyen bu ülkede, İslami hareketin devlet yönetimini ele geçirmesi gerektiğine inanmış bir kişi Başbakanlık Müsteşarı! Bütün dünya ülkelerinde çekimser olan Meclis Başkanı bizde iktidar partisinin reklamcısı! Tarikat vakıfları ile iç içe, laik cumhuriyet ile kavgalı, iç gerilimi sürekli arttıran, bildiğini okuyan bir iktidar hâlâ başımızda. Sıkıntılı, çelişkili bir süzgeçten geçen Türkiye, toplum sorumluluğunu kavramamış ya da kavramak istemeyen bu insanlarla bir yere varılmayacağını sonunda anlıyor gibi. Seçmen tabanının sadece yüzde 25’inin oyu ile Meclis koltuklarının yüzde 66’sına kaykılanlar ülkeye huzur, çoğunluğa refah getirmedi. Gerektiğinde ulusal çıkarlarımızı koruyacağına da toplumu bir türlü inandıramadı. Gün geçtikçe, sadece kendilerini seçmiş olan belli bir azınlığın çıkarlarını gözetmek için iktidara gelmiş oldukları iyice ortaya çıktı! Osmanlı’nın son yıllarında da yığınlar, yönetenlerden kopmuş, daha doğrusu koparılmıştı. O günlerde Ortadoğu’ya yerleşmek istiyordu emperyalizm, bugün de. Eski oyun, bilinen tablolarla elli yıl boyunca sahnelendi durdu. Sonra, 21. yüzyıla girildiğinde Türkiye’nin yazgısına egemen para babaları bir başka yolu denedi. Ülkeyi tümüyle teslim etmeye hazır bekleyen başka maşalar buldular. Düşünen insanımız bu kez, ‘‘Ilımlı İslam’’ yutturmacası altında şeriatın sinsi sinsi gelmesinden şüphelenmeye başladı. Sonra zaman geldi, bu şüphe korkuya dönüştü. 2006 yılında yaşadıklarımız ise, kimi şüphelerin artık gerçekleşme aşamasında olduğunu iyice kanıtlıyor. Ancak halkın gücü ger M ustafa Kemal Atatürk adına seslenmek ancak şairlerin hakkıdır. ‘‘Toprak altındaki sesi’’ ancak onlar duyar... Fazıl Hüsnü Dağlarca, Atatürk döneminin bir genci, bir subayı, Cumhuriyet ordusunun bir yüzbaşısı, o seslenişi duymuş, bizlere de ulaştırmış... ‘‘Türk Dili Dergisi’’ Atatürk devrimlerinin önde gelen bir savunucusudur... Her sayısında Cumhuriyetimizin bir kültür, bir sanat, bir uygarlık öncüsü, yaratıcısı olduğunu savunur. Yıl 1983... Bir akşam Ahmet Miskioğlu ile Dağlarca birliktedir. Ülkenin karanlık bir dönemi. Dağlarca bir şiir çıkarır. Yayımlansa olay olacak, belki sıkıyönetimlerce suçlanacak, Dağlarca’yı bir kez daha hapislere sürükleyecek!.. ‘‘Türk Dili Dergisi’’ni yıllardır özveriyle yayımlayan Miskioğlu, o şiiri defterine yazar. Yıllar geçtikten sonra bir yazısının içinde yayımlamakta sakınca görmez. Böyle bir şiir çağdaş tarihimize geçecek etkileyiciliktedir. Ben bu, güzel anlamlı şiiri sizlere sunmak istiyorum: Dağlarca Mustafa Kemal’i toprak altından bizlere nasıl seslendirmiş: ‘‘Kurduğum devlet katında / Masalara yerleştiniz. / Yediniz içtiniz her gün / Aşa çevirdiniz beni... Özel çıkarınız için / Saptırdınız söylev, demeç / Kırpıldı söylediklerim / Kuşa çevirdiniz beni... Özgürlüktüm yerden göğe / Siz yolumu bırakarak / Yontulara kapadınız / Taşa çevirdiniz beni.’’ 1938’den bu yana gelip geçen politikacılar Atatürk’ün sözlerindeki anlamı görmediler, onun adını anarak, sözlerini değiştirerek ters yorumlamalarla halkımızı kandırdılar. Atatürk’ün yazdıkları, söyledikleri tümüyle unutuldu, unutturuldu. ‘‘Toprak Altındaki Ses’’ sanki günümüzde yazılmış!.. ‘‘Gençler işçiler ezilmiş / Mutsuz olmuş Türküm diyen / Adım var ya, eylemim yok / Düşe çevirdiniz beni. Yüzüm kaldı paralarda / Yatarken on kalkarken beş / Para düşer ben düşerim / Boşa çevirdiniz beni O çiçekler devrim idi / Akan güneşte yemyeşil / Ben ki ilkyaz idim orda / Kışa çevirdiniz beni. Amerika’ya kölelik / Kurumlarıma saldırı / Yurda mevlit Çankaya’dan / Leşe çevirdiniz beni.’’ İşte Dağlarca’nın dizeleriyle Mustafa Kemal Atatürk’ün bizlere seslenişi!.. çekten politikaya yansımadığı sürece Türkiye bu maşalardan, kuklalardan, yalakalardan, onları seçmemiş olan çoğunluğu çıkarlarının uğruna parmaklarının ucunda oynatan ‘‘sözüm ona dini bütünler’’den yine de kurtulamayacak. Ülke insanını çoktan karşısına almış olan ‘‘yöneticiler’’in ise şu sıralar kellelerini kurtarmak için çevrelerine kin kusmaktan, önüne geleni kışkırtmaktan başka bir şey yaptıkları yok. Çünkü ideolojik ve kişisel çıkarları uğruna cumhuriyetin temellerini kemiren bu kişiler artık çırpınmaya başladı. Ülke değil, şimdi onlar ‘‘ölüm döşeği’’nde. Her yolu denediler, başaramadıklarının farkındalar. Karşılarında uyanmış bir taban bulmaktan korktukları için de son güçleri ile sağa sola sürekli saldırıyorlar. Yargı üyelerinden rektörlere, işçiden, köylüden köşe yazarlarına... Gelişmiş Batı ülkelerinin hiçbirinde görülmeyen, benzeri olmayan bir ‘‘yöntem’’! Çekerler yakında iflas bayrağını! Türkiye artık bir yol ayrımında. İnsanımız 1923 Devrimi’ne dört elle ve bilinçle sarıldığı anda ülke kendini bataklıktan çıkarıp kurtaracak, bir değişme sürecine girecektir. Birilerinin suyu kaynadı gibi... M edyanın yayınlarına yansıyan mantık, ülkenin nasıl bir yönetim çarpıklığı içinde yaşadığını sergiliyor... Gazetelerin manşetleri: Sabrımız taştı.. Bunlar çekilir şeyler değil.. Yüreğimize ateş düştü.. Bizden günah gitti.. Bardak taştı.. Yetti artık.. Bu laflar iktidarın başı Tayyip Erdoğan’ın konuşmasından aktarılan bir edebiyatın basına yansımasından başka şey değil... ? İĞNELİ FIRÇA ZAFER TEMOÇİN Başbakan doğru dürüst düşünemiyor... Ve konuşamıyor... Şu lafına bakın: ‘‘ Hep demokratik çizgide bu işi halledelim istedik. Ancak Bitlis’ten sonra sekiz yavrumuz daha şehit oldu. Bunlar artık çekilir şeyler değil...’’ Yeşilçam sinemasının diyaloglarına taş çıkartan bu ilkel romantizm, ciddi bir devletin aklı başında Başbakanına yakışır mı?.. ‘‘Bunlar artık çekilir şeyler değil’’ imiş... Peki, şimdiye dek neden çekiyorduk?.. ‘‘Hep demokratik çizgide bu işi halledelim’’ diye... Peki, bundan sonra sorunu ‘demokrasi dışında’ mı halledeceğiz?.. Ne biçim konuşma bu?.. Konuşmasının niteliğini de Tayyip Erdoğan büyük saflıkla ‘bizzat’ vurguluyor: ‘‘ Hak ettikleri cevabı alacaklar; dilerim duygularım aklıma, bilgime, tecrübeme egemen olmasın...’’ Hoppala!.. Aklı, bilgisi, tecrübesi olsaydı, Recep Tayyip böyle konuşur muydu?.. ? 21’inci yüzyılda, devletler hukuku diye anılan yasal dünya düzeninde, nereden gelirse gelsin, silahlı saldırıya uğrayan bir ülkenin varoluşunu savunmak için kullanacağı meşru hakları tek tek sayılmıştır... AKP iktidarının ilginç Başbakanı, bu hakları kullanmayı demokrasi dışına çıkmak sanıyor... Ve demokrasi dışına çıkacağını açıklayıp kendini işin başında suçlu ilan ediyor... Türkiye Cumhuriyeti’ni bu takıyyeci iktidar mı savunup koruyacak?.. ? Sorun nerede?.. Bu takıyyeci iktidarın dünyaya bakışı dinci mantıktan kaynaklanmaktadır. Ortadoğu sorunlarına yaklaşımı da insancı, hukuksal, ulusalcı, çağdaş değil; İslama şartlanmışlığın ağır bastığı bir siyasal kılavuzluğun güdümündedir... Türkiye’nin ulusal çıkarları yerine, İslamcılığın önyargılarıyla hareket eden AKP’nin güdülenmesi şimdi bir yol a ğzına geldi; vardığı noktada zorlanıyor... Kuzey Irak Müslümandır ve Türkiye’ye saldırı üssüdür; bu bölgeden gelenler Türk Müslümanlarını katlediyor; Orta ve Güney Irak Müslümandır; Şii ile Sünni birbirlerini öldürüyor; koskoca İslam okyanusu İsrail’e karşı birleşemiyor... Ama, bizim takıyyeciler bu gerçeği görecekleri yerde dinciliğin edebiyatında yitikleşip ulusalcı laik Cumhuriyetin varoluşunu baltalamayı yeğliyorlar... Ey takıyyeci!.. Uyan artık!.. Türkçem Yollara Düştüm Seni Arıyorum M ustafa Kemal’in, elinde tebeşirle, Türkçenin yeni ABC’sini Türk halkına sunduğu günün üzerinden yetmiş beş yılı aşkın bir zaman geçti. Sarayburnu’ndaki o tarihi akşamda, laiklik kadar önemli başka bir devrimin daha temeli atılıyor; kaç yüzyıldır Türk nesillerin beynini örümcek ağı gibi saran Arap ‘‘elifba’’sı, Mustafa Kemal’in eliyle tahtadan siliniyordu. Büyük adamın tahta başına geçmekle yaptığı anlamlı jest, onun beyninde ışıyan dil devriminin ilk hamlesiydi. Türk Dil Kurumu’nun kuruluşu ile her yıl düzenlenen dil kurultayları ve dil bayramları bu yoldaki çalışmaların ciddiliğini belgeliyordu. Yeni Türk ABC’siyle birlikte bir hareket daha başlamıştı: Türk dili, yapısındaki Arapça ve Farsça kelimelerden arındırılacaktı. Bu arındırma sürecinin ne denli mümkün olacağı, hiç kuşkusuz zaman içinde arayışlar ve deneyimlerle anlaşılacaktı. Çünkü Atatürk’ün düşündüğü eylem, bir toprak parçasını ayrıkotundan arındırmak gibi basit bir süreç olamazdı. Zira iş, sadece ‘‘kök’’ten ve o kökü söküp atmaktan ibaret değildi. İşin bilimsel yanı kadar estetik yanları da vardı. Halkla bütünleşerek, onu da dinleyerek büyük bir sabırla çalışmak gerekiyordu. Ama bu süreç, yani dili yabancı asıllı sözcüklerden arındırma hareketi, plastik kelime yığınları üretmek gibi bir ‘‘fabrikasyon’’a, daha açıkçası, bilinçsiz ve zevksiz bir ‘‘imalâtçı’’lığa dönüşemezdi. Ne yazık ki öyle oldu ve kaç yüzyıldır Türk halkının kullandığı, dilimize kök salmış, yazıla söylene Türkçeleşmiş, halkımızın diline yerleşmiş sözcüklerin yerine konulmak istenen sözcükler üretildi. Halkımız, kimine zoraki özendi, kimini tutmadı ve kullanmadı. Neden benimsediği veya neden tutmadığı izah bile edilemez. ‘‘Günaydın’’ hemen baş tacı edilirken, yine aslı Türkçe olan ‘‘Tünaydın’’, o zamandan beri hiç tutulmadı ve kullanılmadı. Oysa Göktürk Türkçesinde ‘‘gece’’ demek olan ‘‘tün’’, kanatlı hayvanlar için ‘‘tünemek’’ yani ‘‘gecelemek’’ şekliyle eskiden beri kullanılıyor... Anlaşılması zor, hatta gizemli diyebileceğim bir dil olayı! Bu da gösteriyor ki, tepeden inme, yani ‘‘prefabrike’’ sözcükler ve kurallar üreterek değil, halkın nabzını yoklayarak, daha açıkçası, in NEVZAT YALÇIN sanımızın ne düşündüğünü kendisine de sorarak, böylesine ulusal bir davaya onu da ortak ederek bir arındırma süreci başlatılmalıydı. Bu hiçbir zaman yapılmadı; günümüzde de yapılmıyor. Oysa halkın dili halkın malıdır. Ona sormadan, onun dili üzerinde tasarrufta bulunmak, en azından haksızlıktır. Halktan kopuk kalmanın bedeli de ağırdır. Bugün içinde bulunduğumuz dil keşmekeşi ve yozlaşması, ödemekle bitmeyen o ağır bedeldir. Yazılı basında ve özellikle TV yayınlarında her gün tanık olduğumuz, Refik Erduran’ın yirmi beş yıl önceki ‘‘dil cinayetleri’’ teşhisi, son derece yerindeydi. Yirmi beş yılda değişen, yani dilde iyiye, güzele giden ne var, söyler misiniz? BİLİNÇLİ BİR SENTEZ Dilin arındırılması yolundaki çalışmalar, bu acı gerçekler göz önünde tutularak, elbette sürdürülmelidir. ‘‘Mumaileyh, filvâki, binaenaleyh’’ gibi, ancak eski Cumhurbaşkanı ‘‘muhterem’’ Demirel’in dağarcığında kalan kelimeleri dilde barındırarak herhalde dil devrimi yapılamazdı. Bilge dostum Talât S. Halman’ın dil konusundaki sorumsuzluğa değinen bir yazısında dile getirdiği gibi, ‘‘Tutucu, şoven, yobaz olmaksızın, bilinçli bir senteze ulaşmak zamanı gelmiştir.’’ Yine Talât S. Halman, katıksız bir Türkçe sevgisiyle bakınız ne diyor: ‘‘Halkın kulağı, alışkanlığı ve zevki birçok yabancı asıllı kelimeden vazgeçmeyecektir. Farsçadan geldi diye ‘can’ yerine başka bir kelime kullanmayacak. Yunanca kökenli diye ‘liman’ ve ‘lahana’ dilimizden atılacak mı? ‘Semaver’i Rusçadan uyarlamışız, yerine başka bir kelime düşünebiliyor musunuz? Türkçeden hiç eksik olmayacak ‘kahve, ve, din, haber, hayır, cennet, merhaba, devlet, afiyet olsun’ ve ‘hiç’ kelimelerine Farsçadan geldi diye sırt mı çevirelim?’’ (Şu anda benim de aklıma, Farsça ‘‘hiç’’le Türkçe ‘‘bir’’in ‘‘ayrılmamaya yeminli’’ evliliği geldi! ‘‘Hiçbir’’ çiftini gelin de ayırın bakalım!.. Ayırsanız, yerine ne koyacaksınız? Prof. T. S. Halman’ın düşüncelerinin ardından derinliğine düşünüyorsunuz: Yüzyıllardır halkımı Emekli Öğretmen zın diline, musikisine, şiirine taht kurmuş gül, bülbül, renk, ruh, hoş gibi Farsça asıllı kelimeleri dilimizden atmaya kalkmak, dil faşizminden başka nedir? Büyük Alman şairi Goethe der ki: ‘‘Bir dilin gücü, yabancı kelimeleri kapı dışarı etmesinde değil, onları özümseyebilmesindedir.’’ Bunu okuyunca, güzelim Türkçeye bir daha hayran olmaz mısınız? Ne güzel özümsemiş dilimiz ‘‘gül, bülbül, hoş, renk vs’’ yi!.. Söz bu noktaya gelmişken, kaç onyıldır süren ruhsuz ve zevksiz kelime ‘‘imalâtçılığı’’ yüzünden, ana dilimizin içine sürüklendiği yozlaşmanın bundan ibaret olmadığını vurgulamak bana hüzün veriyor. Evlere şenlik medyamız da bu çürümeye hizmet yarışında... Sorumsuz sorumlular yüzünden, çok yanlış telaffuz ve vurgularıyla Türkçesi süratle yoksullaşan kuşaklar yetiştiğini görmek çok hazin değil mi? Dilimizdeki yozlaşmalar, sanırım birbirine paralel gelişti. Bunlardan biri de (^) işaretinin (şapkacığının), doğuracağı ‘‘kakafoni’’ hiç düşünülmeden dilden kaldırılması oldu. Salt bu yüzden, genç kuşaklar, ‘‘ilân, selâm, telâş, lâzım, belâ, hikâye, ahlâk’’taki ‘‘a’’ sesini ‘‘ahlat’’, ‘‘molla’’, ‘‘talaş’’ ve ‘‘alay’’daki ‘‘a’’ ile telâffuz etmekte sakınca görmüyor. Nasıl görsün ki? Dil tırtılları yıllardır Türkçeyi kemire kemire bu hale getirmişler. Genç kuşaklar, bu tırtılların talihsiz kurbanlarıdır. Çok yanlış vurgular, son birkaç yıldır, dinleyeni isyan ettiren boyutlara ulaştı. HASSAS DENGE Geçende, haber ‘‘spiker’’lerinden biri, buram buram yabancı kokan garip bir aksanla İstanbul derken vurguyu ilk heceye kondurmasın mı? Böylesine bir özenti ve yozlaşma, acaba Batı’ya veya AB’ye hızla yaklaşmakta olduğumuzun müjdesi mi?! Şimdi, bu sözcüğü kullanırken hatırladım. Yine geçen gün bir haber bülteni şöyle başlıyordu: ‘‘Bültenimize müjdeli bir haberle başlıyoruz!’’ Oysa ‘‘müjde’’ sözcüğü zaten ‘‘güzel haber’’ demektir. Spiker, ‘‘güzel haberli bir haber’’ mi demek istiyordu!? Bu bir dil sürçmesi olabilir miydi? Elli küsur yıl önce, Ankara Radyosu’nda geçen spikerlik günlerimi anımsıyorum. Önceki kuşaktan Türkçe uzmanları ile Can Okan, Kemal Kaltaoğlu, Nadide Ülker ve Mukaddes Gözaydın gibi spikerlerle bültenler güzellik kazanırdı. Hepimizde bir doğru ve güzel Türkçe bilinci vardı. Bu bilinçle övünürdük. Daima daha iyiye, daha güzele gitmenin başka yolu yoktu. Bunun iyice farkındaydık. Radyo yönetimi de son derece duyarlıydı. Şimdilerde, doğru ve güzel Türkçeyi yaşamış ve konuşmuş kuşaklardan kimseler kalmış mıdır, pek sanmıyorum. Öyleyse, ‘‘güzel Türkçe’’yi bilen denetim kurulları hangi Türkçe uzmanlarından oluşabilir, merak etmez misiniz? Kaldı mı o uzmanlar? Çocukluğumuzdan beri bildiğimiz şu tekerlemeyi yineleyelim mi? ‘‘Yerden göğe küp dizseler En alttakini çekseler Seyreyle sen gümbürtüyü!’’ Öylesine hassas bir dengedir bu... Güzel dilimizin hayran olduğumuz yapısını ve ses güzelliğini yapaylıklarla sürdürebilir misiniz? Atatürk, buradaki çıkmazı işin tâ başında gördüğü içindir ki, yazar Falih Rıfkı Atay’a, ‘‘Bir çıkmaza saplandık çocuk, bu işin içinden çıkamayız’’, demiştir. Türkçe konusunu iyi inceleyen rahmetli şair ve düşünür Attilâ İlhan’ın 9 Mayıs 2005 tarihli Cumhuriyet’te çıkan ‘‘Gazi, Dil Devrimi’ni Nerede Bırakmıştı?’’ başlıklı yazısını, dilimizin aynı zamanda bir gelenek olduğunu kaç onyıldır kabule yanaşmayan tasfiyeci aydınlarımızın geç de olsa okumaları faydalı olur sanıyorum. Atatürk’ten sonra devam eden tasfiye gayretlerinin neden olduğu büyük yıkıntıyı görürler de bir ‘‘makule dönüş’’ hareketi başlatırlarsa Türkçenin uğradığı kayıplar azalmaz mı dersiniz? Bu ‘‘dilde alarm’’ yazısına son noktayı koyarken, yazının başlığına dönmek istiyorum: Diyojen gibi yollara düştüm; elimde fener, fellik fellik ‘‘Güzel Türkçe’’yi arıyorum. Bir gören, bir işiten var mı?!.. Not: Geçen hafta yayımlanan Nevzat Yalçın’ın yazısındaki harf hatalarından dolayı yazıyı tekrar yayımlıyoruz tüm okurlarımızdan özür dileriz. CUMHURİYET 02 CMYK