Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
TEMMUZ CUMA tarihçe BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR SÖZ PİR SULTAN’DAN AÇILINCA AŞKLARI ACILARI KOLAY KOLAY BİTMEZ C AB’den Tek Ses 13 Türklerin gücü ERDOĞAN AYDIN Söz Pir Sultan’dan açılınca kolay bitmez. Çünkü türkülerimizin en güzel örneklerinde onun yüreği, emeği, özlemleri, aşkları, acıları, onuru ve tabii Hızır Paşanın darağacında sallanan güzelim upuzun bedeni vardır. Özellikle bu topraklarda türkü deyip geçmek kolay değil; sevgili Yaşar Kemal’in de anımsattığı gibi, milattan önce 548’de ölen Milet’li filozof Thales’in ifadesiyle; ‘‘Halkların türkülerini ya ratanlar kanunları yapanlardan daha güçlüdür’’. Pir Sultan tam da Thales’in bu ifadesinde olduğu gibi, yarattığı türküleriyle kanunlardan hep daha güçlü olmuş, bu toprakların tarihsel bir kahramanı olarak günümüze akmıştır. s, onlarca araştırmacıya konu olan Pir Sultan’ı, ondan miras kalan türkülerin diliyle anlatmak istiyorum. Onun yaşadığı dönem Osmanlı iktidarının hem diğer Türkmen ve Müslüman toprakları fethettiği hem de fethettiği bu topraklarda halkı sindirmek için her türlü zulmü yaptığı dönemdir. İşte böylesi bir dönemde o zulme karşı sazı ve sözüyle çok önemli bir misyon yüklenmiştir. Ondan bize, Anadolu halkının Osmanlı karşıtı direnişinin edebi destanı kalmıştır. Bu destan, aynı zamanda tarih yazıcılarını, adalet arayışı ile zulüm arasında saf tutmaya zorlayan bir anlam taşımaktadır. BU YIL BU DAĞLARIN KARI ERİMEZ Onda yaygın kullanım bulan Şah miti etrafında, o dönem Anadolu halkının tercihlerini buluruz. Şah dosttur ve kendilerini derin bir eziklik ve sefalet koşullarında yaşatan ‘‘Rum Sultanı’’ndan kurtaracaktır. Ancak bıçak kemiğe dayandığı için pasif bir bekleyiş değildir bu. İstanbul’da ‘‘aşkın kazanı’’ kaynasın diye bayrak kaldırır: ‘‘Yeryüzünü kızıl taçlar bürüye / Münafık olanın bağrı eriye / Sahibi Zaman’ın emri yürüye / Sultan kim olduğu bilinmelidir / Pir Sultanım eydur ey Dede Dehman / Kendine cevretme andan gel heman / İstanbul şehrinde ol SahipZaman / Tacı devlet ile salınmalıdır’’ diye seslenen Pir Sultan, sömürücü bir tahakküm kuran iç egemene karşı, halkı sembolize eden kızıl taçların yeryüzünü bürümesini istemektedir. Bu sayede hem göçebe geleneği olan doğrudan demokrasi geri gelecektir, hem de bu yolla, sefil durumdaki halkın ağlamasının son bulacağı düşünülmektedir. Bu nedenle herkesten büyük bir kararlılık bekler: ‘‘Sefasına cefasına dayandım / Bu cefaya dayanmayan gelmesin / Hem rengine boyasına boyandım / Bu boyaya boyanmayan gelmesin” der ve sözünü sürdürür. ‘‘Gözleyi gözleyi gözüm dört oldu / Alim ne yatarsın günlerin geldi / Kızılırmak gibi bendinden boşan / Hama’dan, Mardin’den, Sivas’tan döşen / Düldül eğerlendi Züfikar kuşan / Alim ne yatarsın günlerin geldi.’’ Ancak tarihsel koşullar uygun değildir ve bu nedenle halkın direnişi ezilecektir. Pir Sultan şiirinde bunu şöyle yansıtacaktır: ‘‘Bu yıl bu dağların karı erimez / Eser badı saba yel bozuk bozuk / Türkmen kalkıp yaylasına yürümez / Yıkılmış aşiret il bozuk bozuk / Pir Sultan’ım yaratıldım kul diye / Zalim paşa elinden mi öl diye / Dostum beni ısmarlamış gel diye / Gideceğim amma yol bozuk bozuk.’’ Kendini terkeden dostlarını kınar: ‘‘Hanı benim ile lokma yiyenler / Başı canı dost yoluna koyanlar / Sen ölmeden ben ölürüm diyenler / Dostlar da geriye kaçtı bulunmaz.’’ Buna rağmen umut ve kararlılığını sürdürür, çevresine umut aşılamaya devam eder: ‘‘Sultan suyu gibi çağlayıp akma / Durulur gam yeme divane gönül / Er başında duman dağ başında kış / Irılır gam yeme divane gönül // Bizden selam söylen dosta gidene / Yuf yalancıya lanet nadana / Bunca düşman ardımızdan yeltene / Yorulur gam yeme divane gönül / Pir Sultan Abdalım sırda sırada / Bu iş böyle oldu kalsın burada / Cümlemizin yeltendiği murada / Erilir gam yeme divane gönül.’’ CÜMLENİN MURADI DÜNYADA CENNET Pir Sultan’ın deyişlerinde yansıyan ‘‘Şah’’, önce Safevi devletinin kurucusu Şah İsmail, daha sonra Bektaşi Tekkesi Postnişini Şah Kalender’dir. Bununla birlikte Pir Sultan’ın kişiliği üzerindeki en büyük etken Şah Kalender ve onun öncülüğünde 1527’deki Kalender Çelebi ayaklanmasıdır (A. Haydar Avcı). Ancak Safevi Şahlarına yöneldiği dönemde bile Pir Sultan’ın bir ‘‘ihanet’’ içinde olmadığını, aksine devşirme Osmanlıya karşı Türkmen Safeviden, Şeriatçı baskıya karşı kendi kendi inancından ve tabii dayanılmaz baskı ve eşitsizliğe karşı adil bir düzen arayışından yanadır. ‘‘Bu kavganın temelinde yeni bir toplum düzeni arama vardır. ... en büyük din ve siyaset gücü olan Sultan ve Sivas’taki el ulağı Hızır Paşa, bütün kötülüklerin baş sorumlusudur. ... Gelenek nelere karşı ise, nelerin yok olması için kavga veriyorsa, yeni düzende bunlar olmayacaktır. Padişah masumları boğdurmayacak, halkın feryadına sağır olmayacaktır. Paşalar hak söyleyen dili kesmeyecektir. Yetimin yoksulun hakkı yenmeyecek, adalet dağıtanlar haksızlığın kapılarını açmayacaklardır. Zulüm olmayacak, Tanrı adaleti yürüyecektir bu düzende’’ (İlhan Başgöz). Pir Sultan, işlediği konuların zenginliği ve söyleminin gücü ile öz gün bir ozandır. Deyişlerindeki çok renklilik, ezilenlerin özlemleriyle sergilediği uyumla zenginleşir. Dili ve deyimleriyle günceli ve bireysel olanı dile getirirken tarihsel ve toplumsal olanı yakalaması, deyişlerinin etkisini ve yaygınlık alanını arttıran öğelerdir. Pir Sultan emeği kutsar ve cennetin dünyada aranması gerektiğini anlatır: ‘‘Dünyanın üstünde kurulu direk / Emek zay olmadan sızlar mı yürek / Bu yolu kim kurmuş bizler de bilek / Söyle canım söyle dinlesin canlar / Pir Sultan Abdalım farz ile Sünnet / Yola gelmeyene edilmez minnet / Cümlenin muradı dünyada cennet / Söyle canım söyle dinlesin canlar.’’ Bir yandan öfke ve acı yaşanırken diğer yandan sevda ve lirizmin doruklarına ulaşır: ‘‘Şu karşı yaylada göç katar katar / Bir güzel sevdası serimde tüter / Bu ayrılık bana ölümden beter / Geçti dost kervanı eyleme beni.’’ Bir başka seslenişinde sevgilisine kırıklığını dillendirir: ‘‘Nasıl yar diyeyim ben böyle yare / Mecnun edip çöle saldıktan sonra / Alemin gülleri al ile yeşil / Şu benim güllerim solduktan sonra / Coşkun çaylar gibi çağlamayan yar / Gönlünü gönlüme bağlamayan yar / Benim bu halime ağlamayan yar / Daha ağlamasın öldükten sonra.’’ Sevgili, dost ve mücadele, dünya malına değişilmez bir düzlemde örtüşür: ‘‘Bin cefalar etsen almam üstüme / Gayet şirin gelir dillerin dostum / Varıp yad ellere meyil verirsen / Kış ola bağlana yollarım dostum / Pir Sultan Abdal’ım gülüm dermişler / Şu benim yarime nasıl kıymışlar / İster isem dünya malı vermişler / Sensiz dünya malı neylerim dostum.’’ Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan Pir Sultan ömrünün geç döneminde nihayet yakalanır. Kendisini bekleyen sona karşı onurlu sesini şöyle yükseltir: ‘‘Koyun beni hak aşkına yanayım / Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan / Yo lumdan dönüp mahrum mu kalayım / Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan / Kadılar müftüler fetva yazarsa / İşte kement işte boynum asarsa / İşte hançer işte kellem keserse / Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan.’’ Ancak onu astıracak olan Hızır Paşa, ‘‘Osmanlı hizmetine girmezden çok önce Pir’in müridi olduğundan onu astırmakta ikirciklidir’’. İçinde Şah adı geçmeyen üç şiir okuması, yani pişmanlık bildirmesi halinde onu affedeceğini söyler. Pir Sultan, işte bu teklife yanıt olarak Hızır Paşa’ya sunduğu üç şiir ile zulme boyun eğmemenin bayrağı olur: 1 ‘‘Hızır Paşa bizi berdar etmeden / Açılın kapılar Şaha gidelim / Siyaset günleri gelip çatmadan / Açılın kapılar dosta gidelim’’ 2 “Sivas ellerinde sazım çalınır / Çamlıbeller bölük bölük bölünür / Dosttan ayrılmışım bağrım delinir / Katip ahvalimi Şah’a böyle yaz / Pir Sultan Abdal’ım hey Hızır Paşa / Gör ki neler gelir sağ olan başa / Hasret koydun bizi kavim kardaşa / Katip ahvalimi Şah’a böyle yaz’’ 3 ‘‘Eğer göğeriben bostan olursam / Şu halkın diline destan olursam / Kara toprak senden üstün olursam / Ben de bu yayladan şaha giderim / Dost elinden dolu içmiş deliyim / Üstü kanköpüklü meşe seliyim / Ben bir yol oğluyum yol sefiliyim / Ben de bu yayladan Şaha giderim / Alınmış abdestim aldırırlarsa / Kılınmış namazım kıldırırlarsa / Sizde Şah diyeni öldürürlerse / Ben de bu yayladan Şaha giderim’’ Pir Sultan asılır. Anlamlı vasiyetine atfen Ali Baba’nın yazdığı şu deyiş bu sonu anlatır: ‘‘Bize de Banaz’da Pir Sultan derler / Bizi kem kişi bellemesinler / Paşa adamına tembih eylesin / Kolum çekip elim bağlamasınlar / Hüseyin Gazi binsin atına / Dayanılmaz çarkı felek zatına / Bizden selam söylen ev külfetine / Çıkıp ele karşı ağlamasınlar / Ala gözlüm zülfün kelep eylesin / Döksün mah yüzüne nikap eylesin / Ali Baba Hak’tan dilek dilesin / Bizi dar dibinde eğlemesinler / Ali Baba eğer söze uyarsa / Emir Hüdanındır beyler kıyarsa / Ala gözlü yavrularım duyarsa / Alın çözüp kara bağlamasınlar.’’ Söylenceye uygun olarak Aşık Ali İzzet Özkan’ın Pir Sultan’a atfen söylediği bir deyişte ise şöylesi dramatik bir tablo çizilir: ‘‘Şu kanlı zalımın ettiği işler / Garip bülbül gibi zareler beni / Yağmur gibi yağar başıma taşlar / Dostun bir fiskesi yareler beni / Pir Sultan Abdal’ım can göğe ağmaz / Haktan em’rolmazsa irahmet yağmaz / Şu ellerin taşı hiç bana değmez / İlle dostun bir tek gülü yareler beni.’’ vrupa yarım asırdır amaçladığı siyasi bütünlüğe ne zaman kavuşacak? Dünya politikasını ilgilendiren konularda tek sesle var olan bir AB ne kadar gerçekçi? Yoksa Irak savaşında yaşandığı gibi dış politikada farklı AB üyeleri farklı yaklaşımlar mı sergileyecek? Kuşkusuz bu sorular AB’nin küresel güç dengelerini etkilemede ne kadar etkin olacağını da ilgilendiriyor. Her ne kadar politik bilimlerde ekonomi ve siyaseti birbirinden ayırmak mümkün olmasa da AB’nin bundan elli yıl önce başlayan serüveninde ekonomik bütünlüğün siyasi bütünlükten çok daha hızlı hareket ettiğini görüyoruz. 1950 yılında Fransız Dışişleri Bakanı Robert Schuman tarafından Batı Avrupa ülkelerinin kömür ve demir sanayilerinin bütünleşmesinin planlanmasının ardından 1951 yılında kurulan Avrupa Kömür Çelik Topluluğu (AKÇT) bugünkü AB’nin temelini oluşturdu. Bu kuruluşa üye olan Belçika, Batı Almanya, Lüksemburg, Fransa, İtalya ve Hollanda gibi ülkeler kömür ve çelik sanayii ile ilgili konuları bağımsız ve devletler üstü bir kuruma devrederek AB’nin bugünkü işleyişine önayak oldular. AKÇT’nin başarısı Avrupa’yı diğer sektörlerde de birleşmeye itti ve 1957 yılında Roma Antlaşması imzalanarak Avrupa Atom Enerji Topluluğu (AAET) ve Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) oluşturuldu. Üye devletlerin ortak pazar kurarak ticari engelleri ortadan kaldırmalarının ardından Avrupa Parlamentosu, Komisyon ve Bakanlar Konseyi oluşturuldu. Kısacası AB’nin oluşumu ekonomik bütünleşme ihtiyacını izleyen siyasi bir bütünleşmeyi de gündeme getirdi. Başta kömürçelik ve tarım politikalarındaki ortak politikalara duyulan ihtiyaç zamanla adalet ve içişleri, enerji, ulaşım, rekabet, ticaret gibi konularda ortaya çıktı. 1991 tarihli Maastricht Antlaşması’nda üye ülkeler ilk A defa ‘‘ortak dış politikadan’’ söz ederek Ortak Dışişleri ve Güvenlik Politikası’nın (ODGP) AB’nin dayandığı üç temel sütundan biri olarak kabul edilmesini kararlaştırdılar. Yani AB’nin dış politikada ortak bir tutum içine girme çabaları aslında oldukça geç başlamış oldu. AB’nin her geçen gün eksikliğini biraz daha fazla hissettiği ‘‘dış politikada tek ses’’ kısa vadede pek de gerçekleşeceğe benzemiyor. Irak savaşı konusunda bölünen AB’nin bu alandaki yetersizliği bir kez daha İsrail’in Lübnan’a saldırılarıyla da gün yüzüne çıkmış oldu. Lübnan’da sivilleri ve çocukları Öldürmekten çekinmeyen İsrail, ABD’den açık destek alırken insan hakları savunucusu AB, suspus oturdu. Ortadoğu’da Filistin’i eleştirmekten ve kınamaktan çekinmeyen AB’nin İsrail’i açık bir biçimde kınayamaması, belki de dış politikada ortak tutum belirleyememesinden kaynaklanıyordur. Fransa, Almanya, İspanya gibi üye ülkeler bireysel açıklamalar yaparken dönem Başkanı Finlandiya saatler sonra ‘‘İsrail’in dengesiz şiddet kullandığı’’ yönünde açıklamada bulundu. Laf yetiştirme uzmanı AB, bazı ‘‘küresel güçlerin’’ etkisinde olsa gerek, dili tutuldu. Küresel politikada önemli bir aktör olma hayallerindeki bir AB daha ne kadar ‘‘kem küm politikası’’ sürdürebilir? Dış politikada ABD’nin tutumundan farklı bir tutum sergilemekten kaçınan bir AB’nin bu hayallerini gerçekleştirebileceğini düşünmek ne kadar da komik. Olayların hemen ardından AB’nin Yüksek Temsilcisi Javier Solana bölgeye en kısa zamanda gideceğini belirtmiş. Aman efendim zahmet etmesinler! İki cümlelik açıklama yapmaktan âciz bir AB, savaş ortamında kime, neyle yardım edecek? AB yetkilileri bana kalırsa Brüksel’de şık ofislerinde oturup kâğıt üretsinler. Belki böylelikle daha az insanın canı yanar. Doğu Batı Divanı İstanbul’da kuruluyor Kültür Servisi İstanbul Kültür Sanat Vakfı çok büyük bir tasarıya daha imza atıyor. Aralarında Mısır, Suriye, Lübnan, Ürdün, Tunus, İspanya, Hollanda ve İsrail’in de olduğu 17 ülkeden, yaşları 14 25 arasında değişen 110 yetenekli genç müzisyenden oluşan DoğuBatı Divanı Orkestrası ilk kez İstanbul’da bir konser verecek. Dünyaca ünlü piyanistşef Daniel Barenboim yönetimindeki DoğuBatı Divanı Orkestrası 16 Ağustos Çarşamba günü saat 20.00’de Aya İrini Müzesi’nde İstanbullu klasik müzikseverlerle buluşacak. DoğuBatı Divanı Orkestrası, 1999 yılında müzik ve yazın dünyasının önemli adları, Daniel Barenboim ve Edward Said’in, İsrail ve Ortadoğulu genç müzisyenleri bir araya getirerek kültürler arasında biirliikteliği güçlendirme düşüncesinden doğdu. Goethe’nin 250. doğum yıldönümünde kurulan DoğuBatı Divanı Orkestrası, adını da Goethe’nin İslam ve Batı şiirlerinin bir sentezini oluşturduğu aynı adlı şiir kitabından alıyor. Oda müziğinden senfonik müziğe kadar çok geniş bir repertuvarı olan ve kuruluşundan beri 3 CD ve DVD kaydı gerçekleştiren topluluğun 2004 yılında Victoria Hall ve 2005 yılında Filistin’de Ramallah Kültür Sarayı’nda verdiği konserler bütün dünyada yankı uyandırdı. DoğuBatı Divanı Orkestrası, 2006 turnesinin ilk konserini 8 Ağustos’ta İspanya’da verecek. Orkestra 16 Ağustos’taki İstanbul konserinin ardından turnesini Kahire, Brüksel, Paris, Berlin, Weimar ve Milano’da verecekleri konserlerle sürdürecek. D eğişik zamanlarda iki kez İran’a gittim. Birinde Tahran ve İsfahan’da on gün kaldım, öbüründe kuzeyden güneye ülkeyi baştan başa karayoluyla geçtim. Çok şey gördüm, olay yaşadım ve bol bol kitap okuyarak İran konusunda kendimi epeyce bir eğittim. Yakın zamana kadar bu bilgilerime dayanarak, ‘‘Türkiye asla bir İran olamaz’’ diye düşünüyordum, ama yavaş yavaş bu düşünceden uzaklaşmaya başladım. Şimdilerde diyorum ki, ‘‘Elbette Türkiye asla bir İran olamaz, ama İran’dan beter bir şey olur.’’ Bu çok korkutucu bir düşünce ama son günlerde önce kendimde, sonra yakın çevremde öyle ince, gizli eğilimler görmeye başladım ki, gerçekten korkuyorum. Önce kendimden başlamalıyım; insan hakları konusunda karınca kararınca kendimi eğitmeye çalışan ben, geçen gün ansızın durdum. Ankara Garı’nda arkadaşla oturuyorduk. Birden çevrede ne kadar çok türbanlı kadın olduğunu fark ettim. Sonra birden bir çocuk ağlamaya başladı, türbanlı annesi, onun yüzünü öylesine hırsla, kötü bir biçimde siliyordu ki, çocuğun canının acıdığı belliydi. Çocuk çığlıklar atıyordu, az ötedeki baba bir anda kalktı ve o küçücük çocuğa şiddetli bir tokat at AL GÖZÜM SEYREYLE IŞIL ÖZGENTÜRK Tehlikeli Eğilimler erkekleri de çocuklarını dövebilir’’ diye düşünürken, kendimi birden ‘‘Artık bu türban ve temsil ettiği her şeyden uzaklaşmaya başladım’’ derken yakalıyorum. Bu durum karşısında çok geriliyorum; demek ki, ülkenin genel nefret ve sevgisizlik ortamı beni de ele geçirmeye başlamış. Bunu ilk kez, gittiğim bir kadın berberinde hissetmiştim. Bir kadın vardı, saçları ve makyajı az sonra sahneye çıkacak gibiydi. Giysileri de öyle.. son anda tam berberden çıkarken, başını itinayla belirgin bir biçimde türbanla örtmüş ve avuç dolusu bahşişler verip şuh bir biçimde çıkıp gitmişti. O zaman da düşünmüştüm.. ben, İran’da gördüğüm kapkara çarşafları içinde Amerika’yı protesto eden mücahit kadınları tercih ederim. Dedim ya, ‘‘Türkiye asla İran olmaz, İran’dan beter bir şey olur.’’ Tahran’dayım, bir cuma günü otel tı. Çocuk daha çok ağlamaya başladı. Ben bekliyordum ki, anne ya da baba çocuğu kucağına alsın, sevsin, okşasın, onu yatıştırsın. Hayır öyle bir şey yoktu. Çevreme bakıyorum, başları türbanlı kadınlar ve eli tespihli suskun erkekler sanki ortada çocuğunu döven bir baba yokmuşçasına öylece duruyorlar. Sanki korkunç bir sevgisizlik tüm alana usulca yayılmış gibi. Tabii dayanamayıp işe el koymaya karar veriyorum ve aileye yaklaşıyorum, koca ne yapacağımı anlamış gibi, birden çocuğu kucağına alıp benden uzaklaşmaya başlıyor. Karısı da, diğer suskun kız çocuğu da onun peşinden gidiyor. Ben öylece kalakalıyorum. Öfkeliyim.. neyse tren geliyor, İstanbul’a doğru yola çıkıyorum. Yol uzun, bu uzun yolda kendimi ansızın garip bir ikilemin içinde buluyorum. Bir yandan ‘‘Bu tür olaylar her ailede olabilir, açık başlı kadınlar da, onların penceresinden görülen Tahran Üniversitesi bahçesine bakıyorum. Yaklaşık on bin kişi bir arada namaz kılıyor.. gencecik erkekler, kızlar ve ardından ant içiyorlar: Amerikan emperyalizmine karşı kanlarının son damlasına kadar savaşacaklar. Çok etkilenmiştim, bizde türban da türban diyenlerin kaçı Amerikan emperyalizmine karşı, bu sözcük onlar için ne ifade ediyor? Bu türbancılardan kaç tanesi Brecht’in ‘‘Kafkas Tebeşir Dairesi’’ oyununu bilir. Hiç unutmuyorum, İran’da tiyatro şenliğinde Brecht’in bu oyununu izlemiştim. Çok uzak bir köyden gelmiş gencecik kızlar ve erkekler oynuyorlardı. Gerçekten artık bu sahtekâr siyaset sıktı. Her yanı cayır cayır ateşler içinde, savaşlar içinde olan bir ülke için bu artık bir lüks oluyor. Yeter efendiler, bir yandan Kürt politikaları, bir yandan türban, ülkeyi nereye götürüyorsunuz? Unutmayın, hepimiz aynı gemideyiz ve hep birlikte batarız. Dalgalı denizlerde mahir kaptanlara ihtiyaç vardır, her sözü bir gaf olan sözde siyaset adamlarına değil. Yakında bu ülke ‘‘Tanrı’nın olmadığı bir ülke’’ olursa hiç şaşmayalım. Güzel bir sözdür, ‘‘Hiçbirimiz masum değiliz.’’ isilozgenturk@gmail.com ‘Güzin Abla’ yaşamını yitirdi İSTANBUL (AA) Yazdığı ‘‘Güzin Abla’’ köşesiyle yurttaşların çeşitli sorunlarına yönelik önerilerde bulunan Fatma Güzin Sayar, İstanbul’da 84 yaşında yaşamını yitirdi. TGC’den yapılan açıklamaya göre, Sayar’ın cenazesi,Karacaahmet’teki aile kabristanına defnedilecek. Basın Şeref Kartı sahibi Sayar, 1952 yılında Yeni İstanbul gazetesinde tercüme yazılar yazarak mesleğe başladı. İnsanların sorunlarına eğilme merakına gençlik yıllarında da sahip olan Sayar, Akşam, Hür Vatan gibi gazetelerde ‘‘Derim ki’’ adlı köşede yazmaya başladı, ayrıca magazin müdürü olarak çeşitli gazetelerde çalıştı. Sayar, yazıişleri müdürünün önerisiyle Saklambaç gazetesindeki ‘‘Feride’’ adlı dertleşme köşesinin adını ‘‘Güzin Abla Dertlerinizle Baş Başa’’ olarak değiştirdi. Sayar, 1971 yılında başladığı ‘‘Güzin Abla’’ köşesini son olarak Hürriyet gazetesinde olmak üzere 27 yıl sürdürdü. Güzin Sayar’ın, 1998 yılında hastalığı nedeniyle bıraktığı köşesini, kızı Feyza Algan sürdürüyor.