27 Nisan 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 EVET/ HAYIR C olaylar ve görüşler 15 ARALIK 2006 CUMA OKTAY AKBAL Beylere Yılbaşı Armağanı eni yıla kaç gün kaldı? 2007 bize ne getirecek? Bütün beklentiler boşa çıkmadı mı? Benim öyle bir beklentim yoktu! AKP’lilerin de, Tayyip’lerin, Gül’lerin, Arınç’ların da yoktu. Bizleri boşuna oyaladıklarını kendileri de biliyorlardı, AB’nin Türkiye’yi hiçbir zaman içlerine almayacağını!.. Ama işlerine geldi, AB’ye girdikgireceğiz diye uyutmak! Brüksel, Paris, Washington kapılarında bekleşmek, yabancılardan bir şeyler istemek, kendi gücümüzü, onurumuzu, etkileme niteliklerimizi bir yana bırakmak!.. Neyimiz var, neyimiz yok yabancılara satmak, kendi işlerimizi yabancıların çözümlemesinden yarar beklemek... Ben, yeni yılın eşiğinde bazı yöneticilerimize “armağanlar” sunmak istiyorum. Atatürk dönemi kuşağının bir temsilcisi olarak, Tayyip’lerin, Gül’lerin ve Arınç’ların, onların kafasında olanların bir an olsun durup düşünebilmeleri için Atatürk’ün iki seslenişini onlara sunmak istiyorum: ??? “Efendiler, Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlanmıştır. Artık vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre uygun yapmak, yürümek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler belirdi. Halbuki hangi istiklâl vardır ki ecnebilerin nasihatlariyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir.” ??? “Temel ilke, Türk ulusunun şerefli yaşamasıdır. Bu, ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin ve gönençli olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık önünde uşaklıktan öte bir gözle görülemez. Yabancı bir devletin güdümüne girmeyi istemek, yoksunluğu, güçsüzlüğü, uyuşukluğu benimsemekten başka bir şey değildir... Oysa Türk’ün onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus, tutsak yaşamaktansa yok olsun, daha iyidir. Öyleyse ya bağımsızlık ya ölüm!..” Daha o duruma düşmedik, diyeceksiniz! Ama dört yıldır onun bunun kapısında beklemekle, Almanın, Fransızın bilmem hangi devletin azarlarını dinlemekle, öğütlerine kulak vermekle, içişlerimize karışmalarına ses çıkarmamakla Atatürk’ün 1920’lerde yaptığı ve günümüze uyan uyarılarını görmezlikten geldik, geliyoruz. Atatürk döneminin yaşlanmış bir genci olarak Tayyip, Gül, Arınç beylere yılbaşı armağanı olarak bu iki önemli Atatürk uyarısını sunmak istiyorum!.. ‘Einstein ve Alman hocalarımız’a ekleme umhuriyet Hafta”nın 1 Aralık 2006 sayısında Dr. Necdet Tuna imzası ile yayımlanan “Einstein ve Alman hocalarımız” başlıklı yazının içeriğinden anlaşıldığına göre, yazar “Mektebi Tıbbiye”ye 1946’da başlamış. Ben 195051 girişli olduğuma nazaran ve de geleneğimiz gereği ağabeyimiz oluyor. Bu ağabeykardeş ilişkisi, Tıbbiyeliler arasında tüzüğü yazılmamış bir kuraldır. Sanırım “Mektebi Sultani” (Galatasaray) mensupları arasında da bu böyle. Sayın ağabeyimiz Dr. Necdet Tuna’nın Alman asıllı hocalarımız hakkındaki tespitlerinde hiç abartı yok... Hepsine katılıyorum; çünkü bazıları bizim devrede de var idiler ve “rahlei tedris”lerine bizler de diz çökmek şansına kavuştuk. Bu bir ayrıcalıktı; bilim ciddiyet ve disiplini nedir, onların kişiliğinde tanıdık. Bilen insanın hoşgörülü olduğunu da. Onlardan bize FKB’de (FizikKimyaBiyoloji) Prof. Dr. F. L. Breusch (Kimya), Ord. Prof. Dr. A. Heilbron (Botanik), Ord. Prof. Dr. C. Kosswig; ayrıca Biokimya’ya, Ord. Prof. Dr. Z. Stary, Fizyoloji’ye, Prof. Dr. H. Winterstein girerlerdi. Bir de dünyaca ünlü dahiliyeci Prof. E. Frank vardı. Bizim zamanımızda takrirlerini Valide Sultan Vakfı Gureba Hastanesi’nde verirdi. II. Dahiliye Kliniği oradaydı. Frank’ın derslerinin bir konferansa dönüştüğünü yazık ki sonradan duydum. Dışardan, serbest çalışan hekimler de gelirmiş onu dinlemeye. Ben bütün dahiliye derslerimi I. ve III. Dahiliye Klinikleri’nde dinledim. Sokratvâri soru sorarak anlatırmış Prof. Frank derslerini. Bir anekdotla bitirelim Frank bahsini: Klinik derslerinde, konuyu somutlaştırmak için, işlenecek konuyla ilgili hasta, duruma göre, hastalar alınır salona. Bir keresinde kırsal kökenli bir kadın hasta imiş ders konusu. Hoca hastanın şikayetini sorduğunda hasta, “Bana niye soruyorsun? Doktor sensin, kendin bil!” diyesiymiş. Frank dinleyicilere dönerek, “Bunu yanlış getirmişler buraya, veterinere götürmeliydiler” esprisini yapmış. Prof. Heilbron’un Türkçesi pek anlaşılmazdı ama, Prof. Kosswig, Necdet ağabeyimizin de anlattığı gibi, Osmanlıca ile karışık enfes konuşurdu Türkçeyi. Uzun boyu, müşekkel fiziği, gür kumral saçları ve gür kaşları ile hatunlara “iç geçirtecek” bir görünüme sahipti. Arıları, birilerinin bir yayılım bulduğunda dönüp kovandakilere yerini, yön, uzaklık ve renk bildirerek tarif ettiğini uzun uzun anlatmıştı. Manyas Kuş Cenneti’nden başka Boğaz’ın Baltalimanı mevkiinde “Balıkçılık Enstitüsü”nü Türkiye’ye kazan PENCERE Ecevit Almıştı.. Tayyip mi Verecek?.. Geçen gün bir gazetede yayımlanan ilginç kamuoyu yoklamasına gözüm takıldı, siyasal liderlerin oy oranlarını sergileyen bir çalışmaydı... Doğru mu yanlış mı bilemem, en başta Tayyip Erdoğan görünüyordu... Halk demek ki RTE’yi hâlâ tutuyor. Oy oranı yüzde 39... Ondan sonra gelen lider kim?.. Adı lazım değil... Yüzde 10’larda... Doğrusu şaştım!.. ? Tayyip’in yürüyüşü biraz kabadayı, az bıçkın, az buçuk külhani; hanımı sıkı sıkıya türbanlı; Başbakan Müslümanlığını politikada kullanarak prim yapmaya çalışıyor... Kızdığı zaman halktan birine ne diyor: “ Al ananı da git!..” Oysa en başta köylü, geniş halk kitlelerinin imanı gevriyor... Tayyip yaman... Ülkenin canına okunurken, halkın iflahı kesilirken, ortalıkta salına salına dolaşıp hava atmak her liderin harcı değildir... Tayyip girişken... Televizyonlarda izliyorum, AB’nin bizi şamar oğlanına çevirdiği, ABD’nin alabildiğine horladığı zamanlarda RTE yabancı mekânlarda volta atıyor, dışarlıklı diplomatlar, temsilciler, yabancı politikacılarla kucaklaşıyor; biriyle öpüşüyor, ötekinin omzuna vuruyor, berikinin sırtını yumrukluyor... Aferin!.. ? Ancak son günlerde bütün bunların üstüne üstlük Tayyip’e bir şeyler oldu... RTE, Kıbrıs’ı elden çıkarmaya mı karar verdi?.. Türkiye’nin deniz ve hava limanlarından ikisini Başbakan neden ansızın Rumlara açmak istiyor?.. Başbakan bunun anlamını bilmiyor mu?.. Yoksa bizim yüzde 39’luk lider Kıbrıs’ı Rumlara teslim edip AB’nin gözüne girmek hevesinde mi?.. RTE, AB’nin gözüne girmekle AB’ye girmek arasındaki farkı bilmiyor mu?.. Yoksa bilmezlikten mi geliyor?.. ? Bülent Ecevit nazik bir liderdi.. Efendi.. Çelebi.. Oturuşu, kalkışı, muaşereti, edebiyle müsemma bir kişiydi.. Kabadayılıkla, bıçkınlıkla uzaktan yakından bir ilişkisi yoktu... Ama, höt denince yelkenleri indiriverecek bir kişiliği de yoktu... Nitekim Amerika’sıyla, İngiltere’siyle bütün Batı, Türkiye’nin karşısına çıktığı halde Kıbrıs davasında panikleyip diz çökmedi... Kıbrıs çıkarmasında eğilip bükülmedi... ? Şimdi ne oluyor?.. Çelebi Ecevit’in aldığı Kıbrıs’ı kabadayı Tayyip elden mi çıkarıyor?.. Avrupa biraz diş gösterdi... Bizimki secdeye mi geldi?.. Vallahi yakışmıyor... Bizimki içerde askere, Cumhurbaşkanı’na, muhalefete barut gibi de dışarda yabancıya yumuşak mı yumuşak... Y “C Dr. Ali AKTAŞ dıran kişidir. Vasiyeti gereği o da Boğaz’da toprağa verilmiştir. Dinince dinlensin! Almanya’da yaşayan oğlunun evinde bir “Türk köşesi” olduğunu görenlerden duymuştum. Winterstein ileri yaşına rağmen Bayezit merkez binadaki Fizyoloji Enstitüsü’ne tam vaktinde gelirdi. Onu elinde deforme çantası ile o zaman Bayezit Meydanı’na açılan cümle kapısından enstitüye giden uzunca yolu ağır adımlarla yürürken görürdük çoğu kez. Bize hiç derse gelmedi. Kısa süre sonra da ayrıldı ve yerine Dr. Sadi Irmak geldi. Patolog Prof. Dr. Phillipp Schwarz da daha önce ayrılmıştı. Bizim kuşak onu ve İbrahim Ağa’yı kalan öykülerinden gıyaben tanırız. Bir Anadolu köylüsü olan İbrahim Ağa, Patoloji Enstitüsü’ne hademe olarak girmiş ve talebelere makroskopi ve mikroskopi öğretecek düzeye gelebilmişti. Enstitü koridorunun duvardaki ünlük patologların resimleri arasında İbrahim Ağa’nın da resmini astırmış Schwarz. Bilmem hâlâ yerinde mi? Bir de kısa öykü anlatılırdı İbrahim Ağa ve Schwarz’la ilgili: Sınavda bir talebenin soruya verdiği yanıt üzerine kimden öğrendiğini sorar hoca. “İbrahim Ağa’dan” yanıtı alınca, “Öyleyse doğrudur, Besim Bey’den duyduysan yanlıştır” der. Bizim zamanımızda da bir Hüseyin efendimiz vardı Kastamonu yöresinden gelme. Mikroskopa “mikropson” diyebiliyordu. Bize makroskopi semineri yapardı ama mikroskopiyi bilmezdi. Bir de Nuri Efendi tanıdım. Cildiye Kliniği’nde. Kapıcısıydı kliniğin. Benim cildiye sınavımdan sonra “Hoca ne sordu doktor bey?” demişti. “Bu hastalığın çok patognomonik (belirleyici) bir bulgusu var, nedir, diye sordu, bilemedim” dedim. “Kokusu doktor beyim, kokusu... Kapıdan girerken o kokudan tanınır” demişti. “Sen nereden biliyorsun?” dediğimde de, “25 yıldır buradayım doktor beyim. Ben reçete yazayım, sen altını imzala” diye de şişinmişti. Halk arasında hakkı olan yere ulaşamamış nice yetenekler vardır. Şair boşuna mı “hicap etsin tabiat yerde kalmış kabiliyetten” demiş? Biz meşhur cerrah Prof. Rudolf Nissen’i de tanımadık. Anılarını yazdığı yapıtı “Helle Blaetter, Dunkle Blaetter”de anlattığına göre, onu Türkiye’ye patolog Schwarz yönlendirmiş. Önce meşhur Alman patologu Aschoff’un yanında pataloji öğrenmiş. Biz romatizmal hastalıklarda, kalp hastalarında oluşan “ASCHOFFTawara nodülü”nün kâşifi olarak biliriz onu. Ardından ünlü Alman Cerrah F. Sauerbruch’tan cerrahi öğrenmiş. Alman tababetinde ikisi adına anılan bir cerrahi ekolü oluşturmuştur: “SauerbruchNissenSchule”. Onun İstanbul Üniversitesi’ndeki beş yıllık hocalık ve hekimliği, ibreti alem olsun diye anlatmaya değerdi, olanak olsaydı. Sayın Necdet Ağabeyimiz, Nissen için ciğerindeki, I. Cihan Harbi’nden kalma yara dolayısıyla 1939’da Amerika’ya gittiğini yazmış. Amerika’ya gittiği doğru, I. Cihan Harbi’ne katıldığı da. Yalnız ciğerdeki harp yarası değil bir tüberküloz kavernidir. Öyle anlatmış anılarında. Türkiye’den ayrılışının asıl nedeni hastalık değil sadece. Bizzat İsmet İnönü, Nissen’e kalmasını ve Türk vatandaşlığına geçmesini önerir. Bunun duyulması İstanbul doktorlarının kazan kaldırmasına neden olacaktır. Nissen Türk vatandaşı olunca özel muayenehane açma hakkı doğacak ve bu, diğerlerinin kazancına kesat demektir. Ayrıca klinikte bir takım sabotajlar başlar. Peş peşe personel istifaları sahneye konur. Bunun üzerine üç aylık izin alan Nissen Türkiye’den ayrılır. Gidişi, bu gidiş olur. Bugün Türk tababeti Batı ile yarışıyorsa bu yabancı hekimlerin attığı sağlam temel sayesindedir. Bu yorumu onaylayan bir anekdotla bitireyim sözlerimi: Yanında genel cerrahi ihtisasımı yaptığım, Türkiye’nin Nissen’i de denilen Dr. Hazım Bumin ameliyatta düze çıkınca, hem çalışmasını sürdürür hem de geçmişe ait anılarını tellendirirdi. Böyle bir gün “İhtisasımın sonuna gelmiştim. İmtihana hazırlanıyordum. İki buçuk mide yapmıştım ve parmakla gösteriliyordum. Nissen gelmiş, dediler; gidip bir ameliyatını seyredeyim dedim. Gördükten sonra bize öğretilenin cerrahi olmadığına karar vererek sil baştan Nissen’in yanında başladım” diye anlatmıştı. Hazım Hoca muradına erer ermesine de, herkesi sollamıştır ve 15 yıl doçentlikte bekletirler ve profesörlüğe yükselmesinin önü kesilir. O da istifa ederek Şişli Çocuk Hastanesi Hariciye Kliniği’ne şef olur ve oradan da emekli. Ben 196367 arasında asistanı oldum. Emekli olduktan sonra fazla yaşamadı. Yetmişli yılların başında göçtü. Işıklar içinde yatsın! AB’deki Gizli Girişimciler!.. eçmişte “gizli diplomasi”, bir yöntem olarak devletlerarası ilişkilerde yer tutar; alınan kararlar ya da imzalanan anlaşmalar yıllar sonra gün yüzüne çıkardı. Örneğin; 1916’da, İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Türk topraklarını paylaşmak için imzaladıkları “SykesPicot Antlaşması”, ancak 1917 Sovyet Devrimi sonrasında açığa çıkmıştı!.. Günümüzde artık bu yöntem geçerliliğini kaybetti. Çünkü evrensel demokrasi anlayışı, siyasal erk tarafından alınmış kararların ulus tarafından bilinmesini gerekli kılıyor!.. Ne var ki, uluslararası ilişkilerde gizli diplomasiden bugün vazgeçilmiş olsa da, yine de benzer yöntemlerin iç politikada uygulama alanı bulduğu; kendi ulusuna karşı gizli diplomasi yöntemi kullanan hükümetlerin var olduğu; 7 Aralık tarihli “AB Daimi Temsilciler Toplantısı”nda ortaya çıktı. Ulusal hak ve çıkarlarımızla bağdaşmayan bir kısım önerilerin, hükümet tarafından bu toplantıya götürüldüğü anlaşıldı!.. G O. Doğu SİLÂHÇIOĞLU Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden, hatta Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu’ndan bile habersiz; yalnızca Başbakan’ın talimatı ve Dışişleri Bakanı’nın kişisel girişimiyle AB’ye iletilen bir öneriyi, Türk ulusu ne acıdır ki, asker ve sivil en üst düzey sorumlu ve görevliler de dahil olmak üzere, bir yabancının ağzından öğrendi!.. kanı’nın kişisel girişimiyle AB’ye iletilen bir öneriyi, Türk ulusu ne acıdır ki, asker ve sivil en üst düzey sorumlu ve görevliler de dahil olmak üzere, bir yabancının ağzından öğrendi. AB Dönem Başkanı Finlandiya Dışişleri Bakanı “AB Daimi Temsilciler Komitesi Toplantısı”nda yaptığı bir açıklamayla, Türkiye’yi ve AB üyesi ülkeleri konu hakkında bilgilendirdi!.. Belirsizlikler sürmekte!.. AB Dönem Başkanı; Türk Dışişleri Bakanı’nın önerilerini içeren bir mektuptan bahsederken, kimi çevreler bunu yalanlıyor... Finlandiyalı Bakanın temkinli şekilde yaklaştığı ve yazılı teyit beklediği öneri; “Ercan Havaalanı’nın uluslararası trafiğe ve Magosa Limanı’nın doğrudan ticarete açılması karşılığında, Türkiye’den de bir havaalanının ve limanın Rumlara açılabileceği”ni içeriyor. Gelişme üzerine Finlandiya’nın başlattığı girişime göre, öneride yer alan uygulamalar sürerken Kıbrıs’ta BM çerçevesinde sürdürülecek çözüm çalışmaları 12 ayda, 2007 içinde tamamlanacak. Olaya doğrudan taraf olan ülkelerin kıymetlendirmesi şu şekilde: KKTC: “KKTC’nin varlığı kabul ediliyorsa bu öneri değerlendirilebilir.” Yunanistan: “Türkiye tüm limanlarını, AB’ye üye tüm ülkelere açmalıdır.” GKRY: “Ercan Havaalanı’nın uluslararası uçuşlara açılması hiçbir zaman kabul edilemez. Bu, Türk kesimini dolaylı olarak tanımak anlamına gelir.” Türkiye ise önerilerinin “tek taraflı ve koşulsuz” olduğunu belirtiyor. Yalnızca beklentilerini ifade ediyor ve bu girişimi, “birbiriyle uyumlu aynı dönemde gerçekleşecek bir hareket birliği” olarak tanımlıyor. Aslında bu girişimle, Türkiye’nin ulusal hak ve çıkarları tehlikeye atılmakta; Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) tanınabileceği, Londra ve Zürih antlaşmalarıyla Türkiye’ye tanınmış haklardan vazgeçilebileceği, Bu yolla Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ndeki (KKTC) TSK varlığına son verilebileceği, GKRY ve KKTC’den oluşacak “İki toplumlu, iki bölgeli, iki devletli Federal Kıbrıs” politikasından geri adım atılabileceği, dolaylı olarak kabul edilmiş olmaktadır. Bu öneriyi gündeme getirenler; Türkiye Cumhuriyeti’nin gelenekselleşmiş ulusal politikası dışında hareket ederek sorumsuzca attıkları adımlarla şunu söylemek istemektedirler: “Geçmişte bir yanlışlık yapıldı. Türkiye Kıbrıs’ta garantörlük haklarını kullandı. Fiili bir durum yaratıldı. Yeni bir sorun ortaya çıktı. Bu sorun Türkiye’nin AB’ye üye olmasını engelliyor. Biz bu noktadan sonra geri adım atıyoruz. AB’ye girebilmek için Kıbrıs’taki çıkarlarımızdan ve Kıbrıs Türkleri üzerindeki koruyuculuk haklarımızdan vazgeçiyoruz. Artık ‘İki bölgeli, iki toplumlu, iki devletli Federal Kıbrıs’ tezini savunmuyoruz.” GİZLİ GİRİŞİMLER Birinci Dünya Savaşı sürerken, Akdeniz’de İngiliz gemilerinden kaçan Alman savaş gemilerini; Padişahın, Meclisin, Sadrazamın (Başbakanın), nâzırların (bakanların) haberi olmaksızın, Çanakkale Boğazı’ndan geçmelerine izin veren Harbiye Nâzırı (Savaş Bakanı) Enver Paşa, 10 Ağustos 1914 gecesi, Nâzırlar Heyeti (Bakanlar Kurulu) toplantısına gecikmeyle geldiğinde, gizli girişimini şöyle açıklamıştı: “Bir oğlumuz dünyaya geldi!..” Bizim de Birinci Dünya Savaşı’na girmemizle sonuçlanan bu gizli girişimin üzerinden yıllar geçti... Ve bu yöntem bugün yeniden gündeme geldi. Geçmişteki örneğinde olduğu gibi, yine ulusal hak ve çıkarlarımız bir kenara itildi. Son girişimin öncesinde belli oldu ki, geleneksel “GenelkurmayDışişleri” işbirliği zemini hükümet tarafından kasıtlı bir şekilde yok edildi. Ada’da 40 bin kişilik bir “Kolordu”su bulunan “Türk Silahlı Kuvvetleri” (TSK), değerlendirme düzlemi dışında bırakıldı. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden, hatta Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu’ndan bile habersiz; yalnızca Başbakan’ın talimatı ve Dışişleri Ba gel teşkil etmeyecektir” türündeki diplomatik beyanlara gösterdiği kabulle, GKRY’nin AB üyeliğine karşı çıkmadı. Konuyu nedense “Uluslararası Lahey Adalet Divanı”na da götürmedi. Türkiye bir şekilde GKRY’nin AB’ye üyeliğine “evet” demiş oldu. Daha sonra “Gümrük Birliği Anlaşmasına Ek Katma Protokol”ü imzaladı. Tüm liman ve havaalanlarını, içlerinde GKRY’nin de yer aldığı AB’ye yeni üye olan 10 ülkeye açma taahhüdünde bulundu. Ve böylece elindeki kozları yitirdi. Bugünkü resim; bu iki temel yanlışın doğurduğu sonuçlar sonrasında ortaya çıktı... Kıbrıs’ta, “iki bölgeli, iki toplumlu, iki devletli federasyon”un gerçekleştirilebilmesi için temel koşul; önce GKRY’nin KKTC’yi tanımasıdır. Türkiye’nin 7 Aralık’ta AB’ye götürdüğü öneri bunu sağlamaktan uzaktır. KKTC’nin tanınmasını sağlamayan hiçbir girişim federasyona gidecek yolda sonuç getirmeyecektir. Gelişmelerin herhangi bir noktasında, eğer KKTC tanınmadan Türkiye GKRY’yi tanırsa, o zaman Ada’daki Türk askerî varlığının yasal zemini de kaybolmuş olacaktır!.. GELİNEN NOKTA Başbakan, Dışişleri Bakanı, Başmüzakereci Devlet Bakanı; daha dün mikrofonlar önünde, kameralar karşısında Kıbrıs için ulusa vermiş oldukları sözü unutmuşlardır!.. Hükümet uluslararası ilişkilerde, başta AB üyeliği olmak üzere birçok alanda, Türk ulusundan gizli tutulan taviz hazırlıkları içinde olduğunu kanıtlamıştır!.. Hükümet Kıbrıs’taki ulusal hak ve çıkarlarımızdan vazgeçerken, bunun son taviz olmayacağı, başka tavizlerin de bunu izleyeceği anlaşılmıştır. Hükümet birçok konuda olduğu gibi, bu konuda da yabancıların güdümü altında ve ulusal çizginin dışında kalmıştır!.. “Bugün Kıbrıs’ ta var olan barış ve özgürlük ortamı büyük bir mücadele sonrasında sağlanmıştır. Türkiye’de hiçbir siyasal yönetim, Kıbrıs’taki koşulların 1974 öncesine geri götürülmesi yolunu açamaz!.. Bu konuda söz hakkı olanlar varsa, onlar bu mücadelede can verip, şimdi toprağın altında yatanlardır.” TARİHSEL YANLIŞLAR 1959 ve 1960 “Londra ve Zürih Antlaşmaları”na göre, Türkiye ve Yunanistan’ın birlikte üye olmadıkları uluslararası hiçbir örgüte, “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin üye olması olanaksızdı. Ne var ki Türkiye; hiçbir hukuki değeri olmayan ve de geçerliliği bulunmayan “Kıbrıs, Türkiye’nin AB üyeliği önünde en CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle