27 Nisan 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

15 ARALIK 2006 CUMA kitap V A S I Z P E R T A V S I Z P E R ESİNTİLER ZEYNEP ORAL C 15 Nobel Etkinlikleri Enis BATUR Kıçın kıçın Eco mberto Eco'nun son kitabı dilimize çevrilecek mi (kimi önemli kitaplarından 'çoksatar' olmadığı gerekçesiyle uzak durulduğu bilinen gerçek), çevrilirse nasıl bir başlıkla sunulacak elbette kestiremem, benimkisi öylesine bir öneri sonuçta: Istakoz Usulü Kıçın Kıçın (2006), yazarın 20002005 yılları arası dergi ve gazetelerde yayımladığı yazılardan bütünlüklü bir seçmeyi içeriyor. 11 Eylül, Yeni Haçlı Seferleri ve Kutsal Savaş, ABD ve Avrupa, Berlusconi İtalya'sından kesit çözümlemeleri, bu kitabın başlıca odak noktaları. Umberto Eco'nun yapıtı üç ayaklı: Gösterge kuramları üzerine oturan bilimsel çalışmaları, anlatı kitapları, geniş bir konu yelpazesine yayılmış denemeleri ile çemberi U tamamlanan bir serüven. Birini ötekilerden ayırmak, öne çıkarmak bana kalırsa yanlış olur ; biribirilerinin içinden geçen, biribirilerini zenginleştiren üç damar söz konusu burada. Bilim adamının tasasının "nasıl okunabilir?"e dayandığı söylenebilir, Eco örneğinde. Ne'yi, nasıl okumak sorusuna gelirsek, yalnızca yazılı metni değil, Tarih'i, Dünya'yı, Evren'i okumaya açılan bir pergel kullandığı söylenmeli. Denemeleri, kişiselden evrensele, mikrokozmikten makrokozmiğe, o sorunun bir bakıma uygulanabileceği tüm konu ve alanları hatırlatır. Bu okuma biçimini benzerlerinden ayıran, bilimsel bakışa yüklediği zekâ damgalı mizah tonudur; hemen herkesin üzerinde görüş birliğine vardığı bir özellik. Ama, masum bir öneri olarak göremeyiz "gülmek" fiiline bindirdiği işlevi: Gülün Adı'ndaki kavganın, ölesiye kutuplaşmanın çekirdeğinde durduğunu kim unutabilir? Şüphesiz, mizahın değilse bile zekânın, Eco'nun yazısında yorucu, bıktırıcı bir boyut üstlendiği söylenebilir o kadarı kadı kızında da olur. Eco'nun gündelik yaşam çözümlemelerinde, Barthes'ın ünlü Mitolojiler'inin etkisi göz ardı edilemez; ama Barthes'ın yaklaşımı, gündelik yaşam eleştirisine yönelenlerin tümünü iyikötü etkilemiştir, bunu anımsatmak gerekir. 19671983 arası günışığına çıkardığı yazılarından derlediği Sahtenin Savaşı'nda, gene de, Eco'nun bu yeni "tür"e geniş soluk getirdiği, daha doğrusu akciğerini genişlettiği gözlenir: "Global Köy" okumaları, göstergebilimden hareket eden bir eleştirel gözün nasıl çağcıl bir destan yaratabildiğinin kanıtlarıdır. Ne ki, Istakoz Usulü Kıçın Kıçın, yüklü programına karşın (ya da, tam tersine: Bu nedenle), Eco'nun yer yer tıknefes kalmaya başladığını düşündüren bölümler içeriyor. Yazarın 75 yaşına gelmesine, bir tür güncellikten bitkin düşme durumuna bağlanabilir mi bu? Yoksa, sıcağı sıcağına çözümleme savlılığı, zorlu ve üst üste yığılan olaylar önünde yetersizliğe mi kucak açıyor? Her iki soruyu da, haftalık ya da aylık yayın organlarına oldukça uzun ve özen gerektiren yazılar yetiştirme sorununu göz önünde tutarak değerlendirmekte yarar görüyorum. İyi yazar, çağını yorumlamaktan geri durmamak zorunda mıdır? Bunun abes bir soru olduğu, en hafifinden eskidiği düşünülebilir elbette. Zorunluluk duyup duymama konusu bir yana, tavır almanın gerekirliğine bağlı kalan yazarlarla çağına sırtını dönmeyi seçen yazarlar yan yana yaşadılar XX. yüzyılda. Bir Ortaçağ uzmanı olan Eco'nun, Tarih'in dehlizlerine sokulurken öğrendiklerini içinde yaşadığı dönemi değerlendirirken devreye sokması, okurları açısından önemli bir kazanım oldu bir yanıyla. Gelgelelim, yeni medya düzeninin alabildiğine yıprattığı konularda (11 Eylül, Ortadoğu, Haçlılar versus Cihad ordusu, vb), karşılaşılan aşırı dozda yorumun, kaçınılmaz olarak aşırı yorumu öne çıkarması, Eco'nun bu konu üzerindeki akademik çalışmalarından bildiği bir şey değil miydi acaba? Söz konusu denemelerde, zaman zaman basmakalıba teğet, hayli çiğnenmiş değerlendirmelerle, zaman zaman, öteki uçta, abartılı yaklaşımların bir araya geldiğini gördüm. Ne olursa olsun, dilimizde bütün kitaplarıyla ağırlanmayı hak eden günümüz yazarları arasında Umberto Eco'nun başı çektiğine inanıyorum. İçinde yaşadığı çağı okuma biçimi, hele bir de bunu Basın organları (La Repubblica, L'Espresso, vb) aracılığıyla gerçekleştirdiği unutulmazsa, olağanüstü bir düzey yükseltme alıştırması olarak da ele alınabilir: O yorumları yerli kalemlerden okumak için neler vermezdik! Kıçın Kıçın, dilerim Türk okuruna gecikmeden ulaşır. Bu başlığa yaraşır günlerin içinden geçiyoruz. Nasreddin Hoca/ Pertev Naili Boratav/ Kırmızı Yayınları/ 350 s. “‘Nasreddin Hoca’yı böyle bilmezdik’. Bu cümle, ufkumuzda, “biz Hoca’yı böyle istemiyoruz”un bir çevirisi olarak belirdi aslında. Karagöz metinlerinde olduğu gibi ayıklanmış, aklanıp paklanmış, bu yoldan yükü atılmış bir ‘corpus’te uzlaşılmasıydı amaç; aşırılık fazlalıktı, halk kaynaklı bir bilgeliğin halkı korumak, ola ki kendinde korumak için törpülenmesiydi hedeflenen. Boratav’ın ulaştığı elyazmalarına şüpheyle bakanlar gördüm, duydum. (…) Boratav’ın ‘Nasreddin Hoca’sı, kültür birikimimizin bir avuç temel, kaynak metni içindeki yerinden bakıyor: Biz onu görebilecek miyiz, göz göze duracak yürekliliği gösterebilecek miyiz – bu karşılaşmadan kazanımlı çıkıp çıkmamak hâlâ elimizde” diyor Enis Batur. Hangimiz Uğramadık Sanki Haksızlıklara?/ Perihan Mağden/ Merkez Kitaplar/ 224 s. “Zaten anlaşmak; ennn anlaşmak istediklerinizle/anlamak istediklerinizle anlaşmak; çok engelli bir koşu gibi. Bir Yarış: At Yarışı. O At, İçinizdeki At yani, İçiniz At, her nevi iletişim maniasında ağır çekim, bacağı takılıp toz toprak içinde yuvarlanıyor. Kırıldı bacağı. Gelip vursunlar O Atı. İçinizde anlamaya, anlaşmaya, her şeyi temize çıkarmaya ve çekmeye bunca meraklı O Yarış Atını vursunlar da, kurtulun. Habire aynı yarışlara çıkmaktan. Aynı endişelerden. Anlamak ve Anlaşılmak imkân dahilindeymiş gibi, her defasında İç Atınızın bacağının ve dahi kalbinin kırılması ihtimalinden, sonsuza dek kurtulun. İndirin kepenkleri. Perdeleri çekin. Atın üstüne. Yarış Atı bitti. Gitti.” Bu kitapta Perihan Mağden’in denemeleri yer alıyor. Kara Büyü/ Maxime Chattam/ Çeviren: Aykut Derman/ Doğan Kitap/ 418 s. Önce bir işçi, yüzü dehşet içinde ölü bulunur. Katilden hiçbir iz yoktur. Aynı günlerde kadınlar, gece yarısı, uyuyan kocalarının yanındayken kaybolmaya başlar. Hem de evlerinde hiçbir zorlanma izine rastlanmamışken. Oregon ormanlarında endişe verici bir gölge dolaşıp durmaktadır. Sonra garip bir salgın hastalık baş gösterir. Portland’da evler ölümcül örümcekler tarafından işgal edilir. Ailelerden birbiri ardına ölenler ve yaralananlar olurken, ormanın içinde dev örümcek ağları içinde mumyalaşmış kadınlar bulunur. Ardı ardına gelen felaketler kent ve çevresini dehşete düşürür. Bütün bu önüne geçilmez olayların arkasında acaba kim ya da kimler vardır? Yoksa bir “yaratık” mıdır söz konusu olan? Eski FBI ajanı, yeni özel dedektif Joshua Brolin ve New York Polis Teşkilatı’ndan Annabel O’Donnel, her şeyi göze alarak dev boyutlu örümcek ağlarının içine dalarlar ve “yeni nesil” bir katille karşılaşırlar!.. Ne Garip Federico Adında Olmak/ Federico Garcia Lorca/ Çeviren: Alova/ Can Yayınları/ 168 s. Yirminci yüzyılın önemli şairlerinden Federico Garcia Lorca, hukuk öğrenimini edebiyat, resim ve müzik uğruna yarıda bırakmıştı. Daha gençliğinde usta bir besteci, yetkin bir yorumcuydu. Arkadaşları arasında “müzisyen” olarak tanınıyordu. Madrid’de ressam Salvador Dali, sinema yönetmeni Luis Buñuel, şair Rafael Alberti gibi kendi kuşağından sanatçılarla dostluklar kuracak, şair Juan Ramón Jiménez gibi kendinden daha yaşlı ünlülerle tanışacaktı. O yıllarda şiirleri daha yayımlanmadan İspanya’daki tüm edebiyat çevrelerine yayılmıştı. “Şiir okunmak içindir, kitaba girdi mi ölür,” diyor, şiirlerini ve oyunlarını ortaçağ trubadurları gibi kendisi okuyordu. Yine de, “Şiirler Kitabı ve Çingene Romansları”nın yayımlanması Lorca’ya uluslararası bir ün kazandıracaktı. Ölümün gölgesi, Lorca’nın şiirlerinden de, oyunlarından da hiç eksik olmadı. Şiddet, acı ve ölüm sanki onun yazgısında vardı. İspanya İç Savaşı’nın patlak verdiği günlerde, Granada’da bir gece, General Franco’ya bağlı faşistler tarafından yargılanmadan kurşuna dizildiğinde otuz sekiz yaşındaydı. Gümüşsuyu Papatyalar/ Atilla Birkiye/ Plan B Yayınları/ 164 s. Roman içinde bir oyun “Gümüşsuyu Papatyalar”... Bir oyunun romana dönüşmesi, romanın içinde oyunun sürmesi... Oyun yazarı Atilla, yazdığı tek kişilik oyunu, uygun bir oyuncu bulana dek gün ışığına çıkarmamaya kararlıdır. Sonunda bir gün Selma’yla tanışır. Selma bu rol için biçilmiş kaftandır. Hatta karakterin sancılarını ruhunda fazlasıyla taşımaktadır. Selma’nın rolü kabul etmesi, hem “Gümüşsuyu Papatyalar”ın canlanışı olur hem de yeni bir aşkın başlangıcı. Diğer yandan sevgilisi tarafından terk edilen roman yazarı Kemal, Atilla’yla karşılaşınca, kendi buhranlı dünyasından sıyrılır ve “Gümüşsuyu Papatyalar”ın renkli dünyasına girer. Ama Hamlet’in hayaleti romanın içinde gezinir. Bir oyunun sahneleniş sancıları, aşk acılarına karışırken; yazar arka planda modernizmi sorgular. Farklı yönlerden kurgulanmış paraleller, roman boyunca kimi zaman teğet geçer, kimi zaman kesişirler. 67 Eylül Olayları/ Dilek Güven/ İletişim Yayınları/ 140 s. Türkiye tarihinin en karanlık ve utanç verici olaylarından birisi olan 67 Eylül 1955’te yaşananlar, basit bir tahrikle açıklanamayacak kadar planlı, sistemli ve düzenli gerçekleşmişti. Yaşanan yağmalamalardan, yıkımlardan, talanlardan doğan maddi zarar bir yana, manevi anlamda ülkenin kozmopolit yapısı bir daha geri dönülemez biçimde parçalanmış, aslında buralı binlerce insan vatanlarını terk etmek zorunda kalmıştı. Dilek Güven, olayları yaşayanlarla bire bir yaptığı görüşmeler ve belgelerine ulaşarak hazırladığı bu kitabıyla 67 Eylül Olayları’nı hem tekrar hatırlatıyor, hem de olayların arka planındaki ilişkileri ortaya çıkarıyor. tockholm’de Nobel etkinlikleri doludizgin sürüyor... Hava normallerin üzerinde bir sıcaklıkta seyrediyor... Burada millet, üşümüyoruz ne iyi diye sevineceğine, küresel ısınma için üzülüp duruyor... Saat 14.30’da hava kararmaya başlıyor, 15.00’te ise “akşam” oluyor ve şehir ışıkları yanıp, ortalığı ışıl ışıl bir şölene dönüştürüyor... (Bu kadar “atmosfer” yeter...) 7 Aralık’ta Orhan Pamuk’un Nobel kabul konuşmasını, 8 Aralık’ta Fizik, Kimya, Ekonomi, Tıp dallarında Nobel’i alanların kabul konuşmaları izledi. Aynı gün Orhan Pamuk’un önce Nobel Müzesi’nde, ardından bir başka kitapevinde kitap imzalama seansları vardı. Nobel Müzesi eski kentin göbeğinde büyük bir alanda. Müzenin içi ana baba günü. Ellerinde kitaplar millet kuyrukta... İmzanın yer aldığı kitaplığa sırayla üçer beşer kişi giriliyor. Kimse kimseyi itmiyor, kimse kimsenin sırasını kapmıyor. Kuyruğun en önündeki yaşlı çifte yanaşıp, ne kadar beklediklerini soruyorum. Hanım, yarım saattir diyor, bey yok, yok 40 dakikayı geçti diyor. Yüzümdeki ifadeyi beğenmemiş olacak ki, hemen ekliyor: “Onlar bizim uzun akşamlarımızı, gecelerimizi aydınlatıyor, yarım saat beklemenin lafı mı olur”... Müzenin içini dolaşan uzun kuyruktakilerin kimileri özellikle yaşlılar, müzeden sağladıkları iskemleyle ilerliyor kuyrukta... Müzenin önündeki koca meydanda, 16. yüzyıldan bu yana süregelen bir gelenek: “Noel Pazarı”. İsveç el sanatları satılıyor standların çoğunda... Bir de “Glögg” denilen sıcak şarap, üzüm, badem, tarçın ve zencefilli bir içecek. Müzeden çıkanlar soluğu “Glögg”ün başında alıyor... Aynı günün akşamı, Nobel Ödülü Konseri vardı. Bin kişilik Stockholm Konser Salonu’nda, Stockholm Kraliyet Filarmoni Orkestrası’nı, son yılların parlayan yıldızı, Hollandalı şef Lawrence Renes yönetti. Konserin solisti ise muhteşem soprano Renée Fleming’di. Nobel Ödülü’nü kazananlar en ön sırada yerlerini aldı. (Orhan Pamuk, kızı Rüya’yla.) Salon ağzına dek doldu. Herkes yerine oturmuştu ki, ansızın yeniden ayağa fırladık. Kraliyet ailesi salona girmişti. (Kral değil, Kraliçe gelmişti. Ayni seremoni, tüm izleyicilere şampanya ikram edilen aradan sonra ve konserin bitiminde de tekrarlanacaktı.) Ve konser başladı... Sonraki iki saat benim için harika bir düşten farksızdı. Richard Strauss’la başlayıp Verdi’nin, Puccini’nin en bilinen aryalarıyla, “opera repertuvarının mücevherleriyle” sürdü program. Şef Lawrence Renes müthiş dinamik, orkestra dört dörtlüktü. Renée Fleming ise sesinin tüm niteliğini ve rengini ortaya koyan, tekniğiyle, söyleme tavrını bütünleyen muhteşem bir yorumla tüm salonu avcunun içine aldı. Programın son bölümü S Bernstein, Gershwin, Cole Porter, Frederick Loewe eserlerinden derlenmişti. Bunlarda Flemming’in yorumu, bilinenin tekrarına dönüşürken, onun ses hacminden, ses yelpazesinden yararlanamayıp sıradanlaşıyordu. Ah, keşke bu şarkılar yerine daha çok arya dinleyebilseydik demekten kendimi alamadım. Dinleyiciler de benim gibi düşünmüş olmalı ki, dört “bis” parçası almadan onu sahneden indirmediler. Her parça ayakta alkışlandı. Nobel Ödülü’nü kazananları kutlayıp, bu konserde onlar için söylemekten duyduğu kıvancı açıkladıktan sonra, biz ölümlüler arasından ve sahneden ayrıldı. Nobel etkinlikleri doludizgin devam ediyor... Ama şimdi sözü Orhan Pamuk’a bırakıyorum. Konuşmasının bir yerinde “konuyu değiştirmek için”, müzik işlevi görecek bir bölüm sıkıştırmıştı. Geniş bir parantez açar gibi! O bölümü sizlerle paylaşıyorum. Ve lütfen ironiyi gözden kaçırmayıp, bu pazar günü keyfinize bakın: “Bildiğiniz gibi, biz yazarlara en çok sorulan, en çok sevilen soru şudur: Neden yazıyorsunuz? İçimden geldiği için yazıyorum! Başkaları gibi normal bir iş yapamadığım için yazıyorum. Benim yazdığım gibi kitaplar yazılsın da okuyayım diye yazıyorum. Hepinize, herkese çok çok kızdığım için yazıyorum. Bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için yazıyorum. Onu ancak değiştirerek gerçekliğe katlanabildiğim için yazıyorum. Ben, ötekiler, hepimiz, bizler İstanbul’da, Türkiye’de nasıl bir hayat yaşadık, yaşıyoruz, bütün dünya bilsin diye yazıyorum. Kâğıdın, kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için yazıyorum. Edebiyata, roman sanatına her şeyden çok inandığım için yazıyorum. Bir alışkanlık ve tutku olduğu için yazıyorum. Unutulmaktan korktuğum için yazıyorum. Getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım için yazıyorum. Yalnız kalmak için yazıyorum. Hepinize, herkese neden o kadar çok kızdığımı belki anlarım diye yazıyorum. Okunmaktan hoşlandığım için yazıyorum. Bir kere başladığım şu romanı, bu yazıyı, şu sayfayı artık bitireyim diye yazıyorum. Herkes benden bunu bekliyor diye yazıyorum. Kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ve kitaplarımın raflarda duruşuna çocukça inandığım için yazıyorum. Hayat, dünya, her şey inanılmayacak kadar güzel ve şaşırtıcı olduğu için yazıyorum. Hayatın bütün bu güzelliğini ve zenginliğini kelimelere geçirmek zevkli olduğu için yazıyorum. Hikâye anlatmak için değil, hikâye kurmak için yazıyorum. Hep gidilecek bir yer varmış ve oraya tıpkı bir rüyadaki gibi bir türlü gidemiyormuşum duygusundan kurtulmak için yazıyorum. Bir türlü mutlu olamadığım için yazıyorum. Mutlu olmak için yazıyorum.” Stockholm’den tüm okurlara mutluluklar diliyorum. [email protected] Mars yüzeyinde ‘akarsu’ kanıtı ANKARA (AA) Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi’nin (NASA), Mars’ta görev yapan uzay aracı Mars Global Surveyor’ın gönderdiği fotoğraflar, Kızıl Gezegen’in yüzeyinde akarsu bulunabileceği yolunda önemli kanıtlar ortaya koydu. Bilim insanlarının, Mars yüzeyinden 7 yıl arayla çekilen fotoğrafları kıyasladıklarında, uzaydan gelen parçaların çarpmasının neden olduğu 20 yeni krater ile krater duvarından su damladığı ya da sızdığını düşündürecek kanıtlar saptadıkları belirtildi. Krater duvarının görüntülerine göre, suyun iki yarıktan aşağı indiğinin sanıldığını belirten NASA, damlayan suyun Mars’ın yüzeyinde kısa sürede donduğunu ya da buharlaştığını kaydetti. NASA, yeni tespit edilen iki akıntı izinin birkaç yüz metre uzunluğunda olduğunu ifade etti.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle