27 Kasım 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 Orhan Pamuk, son romanı ‘Kar’da kendi toplumunun insanlarına ve gerçeklerine uzak düşüyor C kültür 15 ARALIK 2006 CUMA Orhan Pamuk Nobel Ödülü’nü İsveç Kralı Carl 16. Gustav’dan aldı Almanya’da ‘Kar’ yağıyor Görkemli Zehra İPŞİROĞLU Şu günlerde Almanya’da en çok konuşulan ve tartışılan roman Orhan Pamuk’un ‘Kar’ı. Bir Türk yazarına bu kadar ilgi duyulması, dahası Nobel Ödülü’nün bile verilmesi gerçekten çok sevindirici. Belki de bu sayede Batı’nın Türkiye’de edebiyat alanındaki gelişmelere karşı yıllardır süregelen duyarsızlığı azalır. Bizde pek önemsenmeyen ‘Kar’ın burada bu kadar heyecanla karşılanmasının nedeni nedir? Sanırım, ‘Kar’da birçok olgunun iç içe geçmesi, önemli bir etken oluşturuyor. Politik çatışmaların gündeme gelmesi, bir polisiyeyi andıran gerilimli kurgusu, din ve inanç gibi evrensel konuların çok güncel olan başörtüsü çatışmasının çevresinde işlenmesi, yazma olgusunun konu edilmesi, bir aşk öyküsü çerçevesinde dile gelen ve kar simgesiyle görselleştirilen romantizmi vb. Ama en önemlisi, bu romanda gündeme getirilen sorunların Batı ülkelerinin Türkiye’ye bakışıyla bire bir örtüşmesi. DÜŞÜNCE MODELİ Almanya’da en çok konuşulan ve tartışılan roman Orhan Pamuk’un ‘Kar’ı. Bir Türk yazarına bu kadar ilgi duyulması, dahası Nobel Ödülü’nün bile verilmesi gerçekten çok sevindirici. açıdan baktığımızda ‘Kar’ toplumumuzu olumlu ve olumsuz yönleriyle, kırılma ve çatışma noktalarıyla, bir bütün olarak yansıtamıyor; sadece Batı’nın görmek istediği kısıtlı ya da tek yönlü bakış açısından gösteriyor. Öte yandan, ‘Kar’da yaşananların Ka’nın gözüyle alımlanması (Ka’nın şiir yazarak gerçeklerden kaçması, içe dönüklüğü, romantizmi ve nostaljisi) köktendinciliğin kaynağını oluşturan yoksulluğun ve sefaletin de görmezden gelinmesine yol açıyor. Bir başka önemli nokta da kadınların erkil bir bakışla belli bir role itilmeleri. Kadınlar güzellikleriyle ve başörtüsü savaşımlarıyla varlar. Başörtüsü milliyetçi bir militan devlet söylemine karşı bir başkaldırı olabilir tabii, bu işin bir yönü. Ama başörtüsü aynı zamanda gene erkil bakışın ürettiği bir baskı ve ezinç aracı. Nice kadın istemediği halde, zorlanarak başörtüsü takmak zorunda. Sonuçta bu bir simge ama simgenin ardında kadını kilitleyen, kapatan ve hiçbir zaman erkekle eşit değerde görmeyen baskıcı bir düşünce var. Başörtüsü sorununun sadece tek bir açıdan, modernizme ve militan savunucularına karşı bir özgürleşme savaşı olarak gündeme getirilmesi, gene dincilerin çok hoşlandığı, Batılı liberallerin de desteklediği erkil bir bakışın uzantısı. DEOLOJİK BAKIŞ ÖN PLANDA Önemli bir nokta da romandaki kadın kişilerin büyüleyici güzelliklerinin Divan edebiyatındaki kadınların güzelliği gibi soyut ve şematik kalması. Romanda, kadınlar başta olmak üzere Ka’nın bakışından canlandırılan kişiler bir kar bulutunun içinde yitip gidiyorlar sanki, bir türlü bir canlılık ve içtenlik kazanamıyorlar. Bunun nedeni belki de yazarın ideolojik bakışının ön planda olması; inanç, gelenekler, modernizm gibi kavramları sorgulayarak politik bir roman yazmak isterken, kendi toplumunun insanlarına ve gerçeklerine uzak düşmesi. Öyle romanlar vardır ki, yaratılan kişiler, örneğin Dostoyevski’nin ‘Budala’sındaki Nataşa ya da Tolstoy’un Anna Karenina’sı gibi, hem yerellikleri hem de evrensellikleriyle ölümsüzdür. Bu kahramanlarla yıllarca önce karşılaşmış bile olsak, bir daha unutamayız onları. ‘Kar’daki kişiler ise bir türlü canlanamıyorlar ki, belleğimizde yer edinebilsinler. Sonuçta, arda kalan askeri darbeye yol açan fanatik militan Kemalistlerle köktendincilerin çatışması ve bunlara gözlemci kalan Ka’nın yalnızlığı ve hüznü. Nobel töreni ZEYNEP ORAL STOCKHOLM Stockholm aylardır Nobel Ödül Töreni’ne hazırlanıyor. Önce Stockholm Konser Salonu’nda ödül töreni, ardından Stockholm Belediye Sarayı’nda Nobel ziyafeti. Her iki salon da çiçeklerle donatıldı. Çiçekler, her yıl olduğu gibi yine Alfred Nobel’in yaşamının son yıllarını geçirdiği İtalya’dan, San Remo’dan yollandı. Törenin, Nobel ödüllülerin katılımıyla provası bile yapıldı. Konuştuğum birçok İsveçli, “Bu olaya tanıklık etmek için yaşamımdan birkaç yıl verirdim” dedi... Yerler sınırlıydı, görkemli salonlarda olayı ancak bin beş yüz kişi izledi. İsveç Kraliyet Marşı’ndan sonra Peter Sundkvise yönetimindeki İsveç Kraliyet Filarmoni Orkestrası’nın çaldığı, Mozart’ın Re Majör Marşı’yla Nobel sahipleri sahnedeki yerlerini aldılar. Sahnede, yedi altın insan. Şu sırayla oturuyorlar: Edmund Phelps (Ekonomi), Orhan Pamuk (Edebiyat), Craig C. Mello ve Andrew Fire (Fizyoloji ve Tıp), Roger Kromberg (Kimya), George Smoot ve John Mather (Fizik)... Yine sahnede, tam karşılarında İsveç Kralı Carl 16. Gustav ve kral ailesi... UYGULAR VE HİKÂYELER LABİRENTİ İsveç Kraliyet Akademisi’nden, Karolinska Enstitüsü’nden, İsveç Akademisi’nden, Nobel Vakfı’ndan ve daha önce Nobel almış kimselerden oluşan 90 kişilik bir grup da onların arkasında, yine sahnede oturuyor. Her ödül kazanan hakkında kısa bir konuşmanın ardından, ödül sahibi, kralın elinden madalya ve diplomasını alıp konuşmasını yapıyor. Orhan Pamuk’a ödülü sunulmadan önce, Prof. Horace Engdahl söz aldı. Engdahl, “Pamuk’un Doğulu gibi anladığını Batılı bir yöntemle okuyucuya yansıttığını” belirtti. Engdahl, Pamuk’un romanlarında Batı formlarını kullanırken, okuyucusunu başka duygular, kimlikler ve diğer kültürler arasından inançlar ve hikâyeler labirentine sürüklediğini de sözlerine ekledi. Edebiyat tarihinden önemli isimleri de hatırlatan Engdahl, Pamuk’a seslenerek, “Doğduğun kenti, Dostoyevski’nin St. Petersburg’u, James Joyce’un Dublin’i ve Proust’un Paris’i yaptığı gibi, vazgeçilmez edebiyat toprağı haline getirdin” dedi. Engdahl’ın konuşmasının son sözlerini Türkçe söylemesiyle koca salonda Türkçe yankılanıyordu. Engdahl, konuşmasının sonunda 16. Carl Gustav’ı Pamuk’a ödülünü vermek üzere sahneye davet etti. Türkçeyle birlikte Orhan Pamuk’un, ödülünü alır almaz verdiği ilk tepki aklıma düşüyor: “Nobel Ödülü’nü Türk dili, Türk edebiyatı, Türkiye kazandı” demişti. Salonda en ön sıralarda İsveç’in Türkiye Büyükelçisi Necip Egüz ve eşi Şenay Egüz. Günlerdir, Türk Büyükelçiliği’nde verilen resepsiyonlarda Necip Egüz, devletin Orhan Pamuk’a nasıl sahip çıktığının en güzel örneğini veriyor. İsveç’teki tüm yabancı ülke büyükelçileri (önceki gün tam 25 ülkenin büyükelçisini saydım), İsveç parlamento üyeleri ve bakanları, AB kuruluşlarının en üst düzey temsilcileri, ayrıca tüm İsveç ve yabancı basın, hem Orhan Pamuk’un hem de Necip Egüz’ün önünde kuyruktalar, onlarla birkaç sözcük konuşabilmek için... Her ikisi de tüm soruları yanıtlamaya çalışıyor. Ve sanılanın aksine, politika değil, kültür ağır basıyor tüm konuşmalarda... Orhan Pamuk’un Fransa’daki yayımcısı Antoine Gallimard en sık karşılaştıklarımdan biri. Her an çevresine Orhan Pamuk ve Türkiye nimetlerini anlatıyor... ERYÜZÜ KÜLTÜRÜNÜN BİR PARÇASI OLMAK İsveç gazeteleri, Orhan Pamuk’la başlayıp Orhan Pamuk’tan hareketle TürkiyeAB ilişkilerine yoğunlaşan yazılarla dolu... Orhan Pamuk’la konuşabilmeyi başaramayan gazeteciler, biz buradaki gazetecilerle idare etmek zorunda kalıyor. Elimden geldiğince soruları yanıtlamaya çalışıyorum. Ödül töreninde yalnız konuşmalar vardı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Geçen yıl Viyana’da Avrupa Genç Müzisyenler Yarışması birincisi olan ünlü çellist Andreas Brantelid’in yorumladığı Haydn’ın 1. numaralı çello konçertosundan bir bölüm, Fauré’nin “Bir Düşten Sonra” adlı eseri müzik ziyafetini tamamladı. Bunların dışında bol heyecan, bol gözyaşı, iyi ki buradayım, iyi ki bu anları yaşıyorum duygusu vardı. Ama en çok, en çok, herkesin paylaştığı “Yeryüzü kültürünün bir parçasıyım” duygusu vardı. “Doğu da Batı da Allah’ındır” ... “Benim Adım Kırmızı”nın başında yer alıyordu Kuran’daki bu sözler. Ve işte şimdi Allah’ın Doğusu da Batısı da, bir Türk yazarı, Orhan Pamuk’u alkışlıyordu. Batı’da kimlik bunalımı yaşayan insanlar da, Doğu’da kimlik bunalımı yaşayan insanlar da, Orhan Pamuk’un kurguladığı hikâyelerle, sonsuz sabrıyla, çalışkanlığıyla, azmiyle, sürdürdüğü arayışlarla, göze aldığı risklerle, kendini adadığı edebiyat aracılığıyla geçmişten geleceğe, gelenekten modernliğe, dünden bugüne, bugünden yarına gidip geliyor, daha iyi, daha güzel, daha adil, daha özgür, daha eşitlikçi, daha iyi, daha şefkatli bir dünya umuduna kapılıyordu. Teşekkürler Orhan Pamuk. İ SÖYLEMLERİN ÇATIŞTIĞI Bir yanda askeri darbeyi bile onaylayan milliyetçi laik söylem, öte yanda dinciler. Bu iki uç arasında liberal dincilerden köktendincilere, milliyetçilerden faşistlere değin iç içe karışan çeşitli sesler ve söylemler. Ne var ki Batı’da da yeterince tanınmayan ya da görmezden gelinen, demokratikleşme sürecinde bir savaşım veren liberallerin sesi eksik ve bana göre Orhan Pamuk’un ken disi de bu kategoride yer alıyor. Bence, bu kesim azımsanmayacak derecede önemli bir gizilgücü oluşturuyor toplumumuzda. Son yıllarda giderek gelişen sivil örgütlenme bunun bir kanıtı. Şimdi denebilir ki bir yazar her şeyi anlatma zorunluğunda değil. Evet ama ‘Kar’ın belki de en önemli özelliği, çeşitli söylemlerin çatıştığı bir düşünce modeli, bir parabol niteliği taşıması. Bu Y D Akademide ağlatan konuşma Zeynep ORAL STOCKHOLM Orhan Pamuk’un Nobel kabul konuşması bugüne dek yapılmış hiçbir Nobel kabul konuşmasına benzemiyordu. Bu yalnızca benim düşüncem değil, dünyanın dört bir yanından gelmiş tüm yayıncılarının, tüm çevirmenlerinin, edebiyat eleştirmenlerinin ve tüm dinleyicilerin de düşüncesiydi. İsveç Akademisi’nin görkemli ve klasik salonunda, bir saat 15 dakika süren ve Türkçe yaptığı (her dilde çeviriler dinleyicilere dağıtılmıştı) konuşma sona erdiğinde, herkes ayağa fırlamış Orhan Pamuk’u alkışlarken, gözyaşlarımı tutamıyordum. Bunca etkilenen yalnız ben miyim acaba diye çevreme bakınacak oldum, millet, Doğu’dan ya da Batı’dan gelmiş olsun, çoğu insan çaktırmadan gözlerini siliyordu. Akıllı bir konuşmaydı. Duygusal bir konuşmaydı. Ayakları yere basan ama aynı zamanda düşlerle beslenen bir konuşmaydı. Çok özel bir konuşmaydı. Çok özelden en genele uzayan, çok katmanlı, çok açılımlı bir konuşmaydı. Onca somut olmasına karşın felsefi bir konuşmaydı. Esprili, ironisi olan, mizahı da içeren bir konuşmaydı. Kendisiyle bile dalga geçebilen bir konuşmaydı. Umutlu bir konuşmaydı. Yeryüzündeki kötülükleri, haksızlığı, yozluğu, yanlışları yok saymayan, ama iyimser bir konuşmaydı. Düşüncenin adım adım geliştirildiği bir konuşmaydı. Kurgusu mükemmel bir konuşmaydı. Türkiye’yi dünyanın merkezine yerleştirmeden bu ülkeyi yücelten bir konuşmaydı. Ve nihayet, usul usul, yavaş yavaş, gıdım gıdım ilerleyerek yüreğe seslenen, kalpleri fetheden bir konuşmaydı... Babasına ithaf etti Nobel Edebiyat Ödülü kazanan yazar Orhan Pamuk, İsveç Kraliyet Akademisi’nde yaptığı konuşmayı babasına ithaf etti. Orhan Pamuk’un “Babamın Bavulu’’ başlıklı konuşmasını, edebiyat ve sanat dünyasının önemli isimleri izledi. Orhan Pamuk’un konuşması, izleyiciler tarafından ayakta alkışlandı. Öte yandan Türkiye Büyükelçiliği’nin Pamuk onuruna verdiği öğle yemeğinde tatsız bir “korsan kitap’’ sürprizi yaşandı. Davetlilere kitaplarını imzalayan Pamuk, “Kar’’ kitabını imzalatmak isteyen bir gazetecinin elindeki kitabın korsan olduğunu söyledi. Yine de kitabı imzalayan Pamuk, “korsan’’ notunu düştü. (Fotoğraf: AA) BABASININ BAVULU Orhan Pamuk tüm konuşmasını, babasının bavulu üzerine kurgulamıştı. Babası ölümünden iki yıl önce kendi yazıları, el yazmaları ve defterleriyle dolu küçük bir bavul vermişti ona... (Salonda Orhan Pamuk’un kızı da vardı... Salondaki tüm dinleyicilerin hayatta olan ya da olmayan bir babası vardı ve onlardan herkese bir şeyler içi yazı, defter dolu bir bavul olmasa da, herhangi bir şey, bir anı mutlak kalmıştı... İlk andan işin içine girmiştik...) O bavulu hemen açmadı, açmayacaktı Orhan Pamuk... Hatta ondan uzak durur. Ya içindekileri beğenmezse?.. Ya çok beğenirse?.. İçini bir korku alır. Çünkü o, babasının yazar değil, yalnızca babası olmasını ister... Yazar olmak isteyen kendisidir... Ve Orhan Pamuk bizi “bavul” karşısındaki (yoksa “yazarlık” karşısındaki mi demeliydim?) korkuları üzerine alıp götürdü... O korkuların başında inat ve sabır vardı. Çile vardı. Bir odaya kapanıp, kitaplarla, kelimelerle, düşüncelerle didişmek vardı. Yine sabır, yine inat vardı. “Kendi hayatını başkalarının hikâyesi olarak yavaş yavaş anlatabilmesi, bu anlatma gücünü içinde hissedebilmesi için, yazarın masa başında yıllarını bu sanata ve zanaata sabırla verip, bir iyimserlik elde etmesi” üzerine bir yolculuğa çıkardı. “Yazar olmak için, sabır ve çileden önce içimizde kalabalıktan, cemaatten, günlük sıradan hayattan, herkesin yaşadığı şeylerden kaçıp bir odaya kapanma dürtüsü olmalıdır. Sabır ve umudu yazıyla kendimize derin bir dünya kurmak için isteriz.” O bavulun içindekilerini nasıl okumalıydı? Babasının kütüphanesine ne çok şey borçlu olduğunu düşünerek mi? Kendi kurmayı hayal ettiği kütüphaneyi düşleyerek mi? Hangi kütüphane? Bir yanda dünya edebiyatı ve kendisinden çok uzak bir merkez vardı... Ve Orhan Pamuk bizi farklı dünyalar arasında merkez ile taşra arasında getirip götürdü. Bir yanda bizim, pek çok ayrıntısını sevdiğim, sevmekten vazgeçemediğim yerel dünyamız, İstanbul’un kitapları ve edebiyatı vardı, bir de ona hiç benzemeyen, benzememesi bize hem acı hem de umut veren Batı dünyasının kitapları. Yazmak, okumak sanki bir dünyadan çıkıp ötekinin başkalığı, tuhaflığı ve harika halleriyle teselli bulmaktı. Farkındaysanız, hâlâ bavulu açmadı... “Yirmi beş yıl Türkiye’de yazar olarak ayakta kalabilmek için kendimi bir odaya kapattıktan sonra, yazarlığın içimizden geldiği gibi yazmanın, toplumdan, devletten, milletten gizlice yapılması gereken bir iş olmasına, babamın bavuluna bakarken artık isyan ediyordum. Belki de en çok bu yüzden babama yazarlığı benim kadar ciddiye almadığı için kızıyordum.” Kızmak, sakın “kıskanmak” olmasın? Öfkelenmek... Gamsız, çilesiz bir yaşamı kıskanmak? GERİLİMLİ KURGU Orhan Pamuk, konuşmasını tıpkı romanları gibi kurgulamıştı. Gizleri, sırları ortaya döküyor, ipuçları veriyor, sonra düğümleri teker teker çözüyor, gerilimi bir yükseltiyor bir alçaltıyor ama dengeyi elden bırakmıyordu. (Ah keşke bu konuşmanın tümünü yayımlayabilsek. Özetlemek öyle güç ki...) Hep babasını sorgulayarak, yaşamını yazar olmaya, edebiyata adamış insanı anlatıyordu Orhan Pamuk. Kızmak ve kıskançlık arasında gidip gelirken, “Mutluluk nedir?” diye soruyordu... Sonunda bavulu açar ...Ve hemen kapatır... İçindekilerin onda uyandırdığı ve sorgulamasını sürdürdüğü iki temel duygu “taşrada olma duygusu” ve “hakiki olabilme” endişesidir... Zaten nicedir bizi bu iki duygu çevresinde dolaştırmaktadır. okura çok tanıdığı bir dünyada hayret ederek gezinmenin zevklerini verir. Bu zevkleri, bildiğimiz şeylerin bütün gerçekliğiyle yazıya dökülmesindeki hünerden de alırız elbette. Bir odaya kapanıp yıllarca hünerini geliştiren, bir âlem kurmaya çalışan yazar işe kendi gizli yaralarından başlarken bilerek ya da bilmeden insanoğluna derin bir güven de göstermiş olur. Başkalarının da bu yaraların bir benzerini taşıdığına, bu yüzden anlaşılacağına, insanların birbirlerine benzediğine duyulan bu güveni hep taşıdım. Bütün gerçek edebiyat, insanların birbirine benzediğine ilişkin çocuksu ve iyimser bir güvene dayanır. Kapanıp yıllarca yazan biri işte böyle bir insanlığa ve merkezi olmayan bir dünyaya seslenmek ister.” Sonra bavuldakileri okur Orhan Pamuk, tek tek okur... Ve (ah işte yine bir kurgu ustalığıyla) tam da konuşmasının burasına, araya “ölümcül sessizliği” bozmak için konuşmasının burasına “müzik işlevi görecek” bir bölüm koydu. (O bölümü pazar günü sizle paylaşacağım.) Bavulu açtıktan sonra babayla karşılaşması ise “yazmanın ve edebiyatın, hayatımızın merkezindeki bir eksiklik ile mutluluk ve suçluluk duygularıyla derinden bağlı olduğunu” bizlere hep hatırlatacaktır. Craig C. Mello, Orhan Pamuk, Edmund Phelps ödül töreninde (soldan sağa) ‘ÖDÜLÜ BABAM SÖYLEDİ’ Babasının ona bavulunu bıraktıktan 23 yıl önce, Orhan Pamuk 22 yaşındayken romancı olmaya karar vermişti. 4 yıl sonra ilk romanı Cevdet Bey ve Oğulları’nın henüz yayımlanmamış kopyasını, okusun ve düşüncelerini söylesin diye babasına vermişti. Karşılaştıklarında babası ona öyle bir sarıldı ki, kitabını çok sevdiğini anladı Orhan Pamuk. Ve... “Babam, bana ya da ilk kitabıma olan güvenini aşırı heyecanlı ve abartılı bir dille ifade etti ve bugün büyük bir mutlulukla kabul ettiğim bu ödülü bir gün alacağımı öylesine söyleyiverdi.” Konuşmanın son sözleri “Bugün babam aramızda olsun çok isterdim” oldu... Çok özel bir ilişkiyi, çok somut bir bavul öyküsünü anlatırken, edebiyat, yazarlık, dünya halleri üzerinde felsefi bir yolculuğa çıkarmıştı bizi Orhan Pamuk. Teşekkürler Orhan Pamuk üz yılda bir yaşanacak bir olayın içinde olmak... Y Yüz yılda ilk kez Türkiye’ye kazandırılmış bir ödül törenine tanıklık etmek... Yeryüzünün en büyük edebiyat ödülünü bir Türk yazarı alırken orada olmak... Orada olmak, tanıklık etmek, olayın görkemiyle kanatlanmak... Sevinmek, gözyaşlarını tutamamak, üzülmek, heyecanlanmak, “ah, keşke”ler arasında gidip gelmek, coşmak, kıvanç duymak... Kısacası, bir daha yaşanmayacağını bildiğiniz anları yaşamak... Gazeteci olmak, insan olmak müthiş bir olay! İnsan nasıl sevmez böyle mucizevi bir mesleği!.. Teşekkürler Orhan Pamuk, Nobel Ödülü’nü kuruluşundan 103 yıl sonra Türkiye’ye kazandırdığın için. Dünyaya, yeryüzündeki 103 Nobel sahibi yazar arasında artık bir de Türk yazarı var dedirttiğin için! YAZAR OLMAK.. “Benim için yazar olmak demek, içimizde taşıdığımız, en fazla taşıdığımızı biraz bildiğimiz gizli yaralarımızın üzerinde durmak, onları sabırla keşfetmek, tanımak, iyice ortaya çıkarmak ve bu yaraları ve acıları yazımızın ve kimliğimizin bilinçle sahiplendiğimiz bir parçası haline getirmektir... Herkesin bildiği ama bildiğini bilmediği şeylerden söz etmektir yazarlık. Bu bilginin keşfi ve onun geliştirilip paylaşılması
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle