27 Nisan 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

14 ‘İstanbul ve Türkiye üzerine bu tarz bir çalışma ilk kez yapılıyor’ Özgür AY Kitabı yayımlama fikri nasıl doğdu? Kitabın fikri bize, Yunan kökenli yakın arkadaşımız, gazeteci Effy Tselikas aracılığıyla ulaştı, dersek herhalde en doğru ifadeyi kullanmış oluruz. Özel bir sohbette, Autrement yayınlarının yeni bir dizi başlatacağını, kendisinin de Atina’daki 2004 Olimpiyatları öncesi Atina kitabını hazırlayacağını belirtti. Bunun üzerine bizde Autrement’a bir İstanbul kitabı yazmayı önerdik. Yayınevi sahibi ve yöneticisi Henry Dougier ile ilk yaptığımız görüşmenin akabinde yayınevi olumlu yanıt verdi. Bizden acil bir kitap projesi istediler. Yayınevinin çizdiği çerçevede bir proje hazırladık. Önerimiz kabul edildi. Autrement yayınevi dizi kitaplarıyla tanınıyor. Bu yeni dizinin temel özellikleri neler ? ”Hareket Halindeki Kentler” isimli bu dizinin amacı, dünyanın belli başlı kentlerindeki kültürel ve sosyal dinamikleri, bizzat tanınmış veya tanınmamış aktörleri, kahramanlarının özel süreçlerinde yakalamak ve aktarmak, her kente özgü belli başlı yenilik ve değişimlerin altını çizmek, dizideki diğer kentlerle belli bir paylaşım ve iletişimi sağlayarak bir sinerji elde etmek ve sonuçta kentlerin yeniden şekillenmesine katkıda bulunmak. On yıllık bir program içerisinde yüz kitap yayımlanması öngörülüyor. Son zamanlarda Fransa’da Türkiye ve İstanbul üzerine çok kitap yayımlandı. Sizin kitabınızın farkı nedir? Gerçekten de Avrupa Birliği ile yakınlaşma sürecinde Türkiye ve Türk toplumu üzerine çok şey söylenmekte, birçok çalışma yayımlanmakta. Kanımızca Fransız kamuoyu bu konuda yalnızca cahil değil, aynı zamanda önyargılı. Bizim kitabımız bugünün İstanbul’unu ve yaşayan, mücadele eden bir toplumu anlatan yönüyle sanırız diğerlerinde ayrılıyor. Anlatı biçiminde kaleme aldığımız portreleri aktarırken tercih ettiğimiz özet ve yalın üslup, gerçekte günün tarihini yazan hayat hikâyelerini okumayı, anlamayı kolaylaştırıyor. Yayınevinin dizi ile ilgili belli yaptırımları vardı: Kitapta tarih, ekonomi ve politika yer almayacak, kentin öncelikle güncel sosyal ve kültürel yanı anlatılacaktı. Dolayısıyla kitap, İstanbul kentinin yakın geçmişi ve yakın geleceği ile ilgili bir panoramik fotoğraf gibi oluştu. Yalnızca çalışmaya dahil ettiğimiz kişiliklerle yaptığımız uzun söyleşilerden çıkarak hazırladığımız anlatılar bu kitapta yer aldı. Bu tarzda bir çalışma İstanbul ve hatta Türkiye üzerine bildiğimiz kadarıyla yapılmamıştı. C röportaj DEFNE GÖLGESİ TURGAY FİŞEKÇİ 15 ARALIK 2006 CUMA 2010’da Kaç Edebiyatçı Müzesi Olacak? cek şeyler değil. ??? Kentimize yakışacak başka edebiyat müzeleri düşünüyorum. Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet’in anı eşyalarını koruyacak, sergileyecek bir “Garip” müzesi gerekmez mi? Her üç şairin de aile çevresinden insanlar hayatta. Onların evlerinde korudukları eşyalar, böyle bir müzede toplanıp sergilense iyi olmaz mı? Sonra Beşiktaş’ta bir Behçet Necatigil müzesi? Yaşamının neredeyse tamamını bu semtte geçirmiş, yazdığı şiirlerle, yaşam biçimiyle bu semtle özdeşleşmiş şaire Beşiktaş bir müzeyle gönül borcunu ödeyemez mi? Yine Necatigil ailesinin de böyle bir müzeye önemli katkılar sağlayacağına inanıyorum. Ya Dağlarca? Şiirimizin bu ulusu da kendi adına kurulacak bir müzeyi hak etmiyor mu? Ardında bırakacağı onca elyazmayın kim derleyip düzenleyecek? ??? Sabahattin Ali öldürüldü, Kemal Tahir on iki yıl hapis yattı, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin, kara mizah antolojilerinde yer alabilecek baskılar altında yaşadılar. Bütün bu yazarlara ulusça özür borcumuz var. Bu hiç dinmeyecek vicdan borcunu onlar adına kuracağımız müzelerle hafifletebiliriz. Bütün dünyanın tanıdığı Yaşar Kemal’in bir müzesi olmayacak mı? Yeryüzündeki milyonlarca okuru, İstanbul’u ziyaret ettiklerinde, bu sevdikleri yazar adına kurulmuş bir müzeyi kent rehberlerinde boşuna mı arayacaklar? [email protected] Gazetemiz Paris muhabiri Uğur Hüküm ve gazeteci eşi Defne Gürsoy’un “İstanbul: Emergence d’une société civile”İstanbul: Bir Sivil Toplumun Doğuşu” adlı eseri Fransa’nın önemli ve öncü yayınevlerinden Autrement Yayınları’dan çıktı...Kitabın ortaya çıkış öyküsünü Uğur ve Defne ile konuştuk. yılında İstanbul, 2010 Avrupa Kültür Başkenti olacak. Avrupa kültür değerlerinin başta gelenlerinden biri de önemli sanatçıların izlerini taşıyan mekânların müzelere dönüştürülerek korunmasıdır. 2010 yılında İstanbul’a kültür başkenti olduğu için gelecek çok sayıda ziyaretçi, kentin kültür mekânlarını, şair ve yazar müzelerini görmek isteyecektir. Elimizde onlara sunabileceğimiz neler var? Tevfik Fikret, Abdülhak Hâmid ve öteki Edebiyatı Cedide yazarlarının anılarını barındıran Aşiyan Müzesi. Divanyolu’nda Yahya Kemal Müzesi. Tünel’de, Galata Mevlevihanesi’ndeki Divan Edebiyatı Müzesi. Burgaz adada Sait Faik Müzesi. Cihangir’de Orhan Kemal Müzesi. ??? Koskoca Türk edebiyatı için yapılabilmiş yalnızca beş müze... Ya ötekiler, çağdaş edebiyatımızı yaratan büyük yazarlarımız, şairlerimiz? Çağdaş edebiyatımızın büyük yaratıcılarına değer vermek yerine, hapisler, sürgünler, türlü baskılarla onları yok edebilmek için elimizden geleni yaptık. Ne yaşadıkları evler kaldı ne de doğru dürüst eşyaları. Yine de giderilemez bir boşluk değil önümüzdeki. Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı, kuruluşundan bu yana şairle ilgili çok sayıda belge ve anı eşyayı toplamayı başardı. Ancak müze kurabilmek için kamunun ya da özel girişimin büyük desteğine gereksinim var. Bağımsız bir yapı, müze görevlileri vb. vakfın olanaklarıyla gerçekleşebile zik’in kurucusu Hasan Saltık var. Son bölümde ise “Movida, Gece Hayatı, Müzik” başlığı etrafında İstanbul’un son derece renkli ve dinamik gece hayatı, sosyal boyutları ve etkilerini, konunun uzmanlarından toplumbilimci Ali Akay’a ve İstanbul Movidası’nın somut kahramanlarından, ağır işçileri niteleyebileceğimiz Pozitif grubunun kurucuları, Babylon kulübü ve bir dizi başka girişimin öncüsü ortakları, arkadaşları adına Cem Yegül’e sorduk. Bir de yine dünyaca ünlü ve özellikle Fransa’da çok sevilen sufi müzikle teknoyu birleştirme başarısını gösteren, belirli insani ve müzikal hassasiyetleri genç kuşaklara açan DJ Arkın Allen, ya da namı diğer Mercan Dede ile noktaladık. KİTABA TEPKİLER Kitabınıza tepkiler nedir? Nasıl bir ilgiyle karşılandı? Daha önce belirttiğimiz üzere, 9 Şubat’ta piyasaya çıktığı günden beri kitaba gösterilen ilgi doğrusu bizi bile şaşırttı. Kuşkusuz “en çok satanlar” listelerine girecek bir kitap değil. Fransız basınında L’Humanité gazetesinde kitap hakkında çıkan olumlu bir yazıdan başlayarak, günlük, haftalık ve aylık yayınlarda söz edildi. İlginç bir şekilde, Fransa’da bugün yükselen kalite eğrisiyle büyük günlük gazetelerin korkulu rüyası haline gelen 20 Minutes, Metro gibi kitlesel bedava gazeteler bizimle kitap etrafında röportaj yaptılar. Bu gazetelerin günlük dolaşımının iki milyona ulaştığını düşünürsek, gerçekten çok sevindirici bir durum. Ayrıca günde 750 bin tirajı ve 2,3 milyon okuruyla Fransa’nın en çok satan gündeliği, bir “bölge” gazetesi olarak yayımlanan Ouest France, “Nihayet bugünkü İstanbul’dan söz eden bir kitap!” ifadeli bir yazı yayımladı. Kitap, kendi deyişleriyle “küçük bir satış mucizesi” meydana gelmesini sağlamıştı! Fransa’nın en önemli kültür radyosu France Culture’de veya uluslararası kamu radyosu Radio France Internationale’de birçok yayına davet edildik. Ama kanımızca en kayda değer tepkileri, kâh Türkiye ve İstanbul üzerine çalışan doktora ve master öğrencilerinden, kâh tamamen toplumun içinden gelen tanımadığımız, kitap sayesinde İstanbul’un hiç bilmedikleri yönlerini keşfettiklerini söyleyen insanlardan aldık. Bir de kitabın amacına ulaştığının en önemli kanıtı, kitapta yer alan kişiliklerin bize aktardığı kadarıyla, Fransız basın, yayın ve özellikle televizyonlarının kitap sayesinde onları keşfettiklerini ifade ederek kendilerini arayıp, çeşitli yazılar, makaleler ve belgeseller için görüşme talep etmiş olmaları. Kitap hakkında Türkiye ve Türk kamuoyunda tepkiler oldu mu? Türk kamuoyundan gelen tek tük öneri veya tepki birkaç röportaj talebi şeklinde oldu. Ancak bildiğimiz kadarıyla Milliyet Sanat’ta yayımlanan bir yazıdan başka kapsamlı hiçbir ilgi olmadı. Türkiye’de kitabı edinen bazı arkadaşlarımızdan veya yakınlarından gelen tepkilere göre, kitap gerçekten şu anda İstanbul’un ve Türkiye’nin Avrupa Birliği ile bütünleşme sürecinde yürüdüğü yolda bir küçük ama değerli katkı niteliğinde... Kitabı Türkiye’de yayımlamayı düşünüyor musunuz? Çok arzu ediyoruz. Ancak bu daha geniş çaplı bir çalışmayı gerektiriyor. Türk okur kişiliklerimizin, kahramanlarımızın çoğunu tanıyor, aslında tanıdığını sanıyor. Bu serüvenler, mücadele ayrıntılarıyla anlatıldığı takdirde belki ciddi ilgi uyandırabilir. Zira her kişiliğe ancak 45 sayfa ayırabildik. Teknik ve ticari zorunluk.... Halbuki elimizdeki malzeme, abartmasız yayımlananın on mislinden fazla. Dolayısıyla kitaba referanslar ekleyerek ve en azından iki üç kat genişleterek yayımlayabiliriz. Türk yayımcıların bu emeği takdir etmesi gerekir. Zaten bizce şu anda daha büyük öncelik, kitabın İngilizce ve Almanca’ya çevrilmesidir. Çünkü kitabın gerçek amacı, İstanbul ve Türkiye’yi tarihi, siyasi ve ekonomik boyutlarının ötesinde, sosyal ve kültürel yanıyla gündelik yaşamdaki insanlarının mücadelesiyle tanıtmak. Kıpırdayan, desteklenmesi gereken bir potansiyel ve sosyal hareketliliğin varlığını kanıtlamak. Bu yüzden de reklamsız, desteksiz de olsa ne denli geniş bir dünya okuruna ulaşırsak o denli sevineceğiz. Resmi çevreler, özel kurumlar kanatlı atlara binip, yerine göre şerbet, yerine göre rakıyla Türkiye’yi uçurmaya devam etsinler. Kalıcı tanıtım ve bilgilendirme adına daha çok milyar Avro sokağa atar ve adam zengin ederler... riş ve tanıtım zemini oluşacaktı. Herkes açısından güzel bir fırsat harcanmış oldu... ‘İSTANBUL MOZAİĞİ’ Daha sonra “Yeniden şekillenmekte olan bir toplum” başlığı altında, kadın haklarını savunan Pınar ve İpek İlkkaracan, gay ve lezbiyen hareketin sözcülerinden Yeşim Başaran, sokak çocuklarının haklarını koruyan Umut Vakfı’nın başkanı ve kurucusu Yusuf Ahmet Kulca’yı ele aldık. “İstanbul mozaiği” bölümünde ise İstanbullulara şehirlerini içinden tanıtmayı amaçlayan ve birçok başka alanda yaptığı çalışmalarla, ama üniversite hocası, ama edip ya da gazete köşe yazarı olarak tanıdığımız Murat Belge, İstanbul Rum Patrikhanesi’nin dünyaca ünlü kişiliği, özellikle çevre koruması için yaptığı katkılarla Fransa’da sıkça sözü edilen I. Bartholomeos, iki dilde çıkardığı bir gazeteyle, yüzyıllardır Türk toplumunun ayrılmaz parçası olan Ermeni topluluğunu farklı bir biçimde tanıtmayı başarmış olan Agos gazetesi kurucusu ve genel yayın yönetmeni Hrant Dink ve özellikle özgüllüklerini yitirmeden Türk kimliği, potası içinde erimiş Yahudi cemaatinin öncülerinden, 500. Yıl Vakfı ve Yahudi Müzesi’nin kurucularından avukat Naim Güleryüz yer aldı. “Kurum ve karşıkurumlar” başlığı altında, tartışmalı bir sürecin ürünü de olsa günümüz İstanbul’unu büyük oranda etkilemiş ve etkileyecek İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın yanı sıra, Türkiye’nin ve İstanbul’un dünyada en çok tanınan “markası” Galatasaray camiasının sözcüsü Şükrü Ergün, İstanbul’a ve Türkiye’ye büyük kültürel yatırımlar yapmış, kazanımlar getirmiş olan İstanbul Kültür ve Sanat VakfıİKSV Başkanı Şakir Eczacıbaşı, bilimsel ve siyasi muhalifleri bünyesinde toplamaktan çekinmeyen veya örneğin ünü kötü bir mahalleyi özel bir eğitim kurumuyla rehabilite edebilen İstanbul Bilgi Üniversitesi kurucusu Oğuz Özerden ve İstanbul kentine sayısız eşsiz katkıları olan Türk Tarih Vakfı (artık eski) Başkanı Orhan Silier kendi deneyimlerini aktarıyorlardı. KÜÇÜK BİR TÜRKİYE İstanbul sizce Türkiye’nin özelliklerini yansıtan bir şehir olarak tanımlanabilir mi? İstanbul küçük bir Türkiye olarak algılanabilir mi? Elbette. İstanbul Türkiye Cumhuriyeti’nin birçok anlamda en büyük parçası. Tüm zenginliklerinin beşte birini üreten, toplam nüfusunun da aynı oranda bulunduğu bir kent. Türkiye’yi makro düzeyde elbette yansıtıyor. Ancak, örneğin prototipi diyebilir miyiz? Böyle bir iddiamız olmadığı gibi, konu da tartışmaya açık. Ne var ki, İstanbul’daki gelişmelerin ve yaşananların tüm Türkiye’yi etkilediğini, dolayısıyla da zaman zaman tüm ülkeyi yansıttığını da söylemek mümkün. Tam anlamıyla bir İstanbul yazarı olan Orhan Pamuk’un kitapta yer almaması bilinçli bir tercih mi? Hayır, tam tersine. Orhan Pamuk, elimizde olmayan bir nedenle kitapta yer almıyor. Son ana kadar kendisi tercihlerimizin en başında gelen kişilerden biriydi. Gerçekten romanı ve eseriyle İstanbul’la bu kadar çalışmış, kentle bu kadar iç içe geçmiş, bir anlamda İstanbul’u bu kadar iyi tanıtan başka yazar yok sayılır. Ancak, bilindiği üzere, yaklaşık bir, bir buçuk yıl önce kendisinin çok ciddi bir sorunu oldu: verdiği bir demeçten dolayı hakkında çok haksız ve yerinde olmayan bir tepki oluştu. Bu tepkinin ardından uzunca bir süre Türkiye’den uzaklaşmak zorunda kaldı. Randevumuzdan bir gün önce ortadan kayboldu. Güvenlik nedeniyle bizlerle ilişki kurmak istemedi. 3 ay sonra da Fransız yayımcısı Gallimard’ın kendi İstanbul kitabını Fransa’da yayımlayacağını, iki kitap arasında ticari bir uyuşmazlık olduğu gerekçesiyle kitabımıza katılmayı reddetti. Gerçekte iki kitap tamamlayıcı olduğu gibi, Pamuk’un “İstanbul”u için iyi bir gi Essen’de renkli bir kitap fuarı ve ‘Mutluluk’ Zehra İPŞİROĞLU ESSEN Bu yıl Essen’de, üniversite bünyesinde, Fikret Güneş’in önderliğinde düzenlenen ikinci kitap fuarında, Türkiyeli okuyucular Zülfü Livaneli, Oya Baydar, Can Dündar, Sunay Akın, Nazan İpşiroğlu, Selahattin Dilidüzgün gibi çeşitli yazarlarla buluşma olanağını buldular. Öğrencisi öğretmeni, genci yaşlısı, işçisi yazarı farklı katmanlardan insanların bir araya geldiği bu fuardaki hareketlilik ve renklilik, geleceğe yönelik bir umudu da dile getiriyor. Çünkü Fikret Güneş’in amacı fuarı geliştirerek Tüyap kitap fuarının düzeyine çıkartmak, dahası Almanları da katarak Türk yazınına öteden beri duyulan ilgisizlik duvarını aşmak. Bu nedenle hem Bosch Vakfı’nın desteklediği Türk edebiyatı çeviri projesinin yöneticileri, hem de Günter Wallraff gibi göçmenlerin haklarına sahip çıkan yazarlar da konukların arasındaydı. yaşamını terk eden bir profesör, bu üç kişinin iç içe geçen öykülerinde yer alan çeşitli insanlar, kentsoylu sosyetik bir kitle, hacılar hocalar, liberal dinciler, yozlaşmış bir aydın çevre vb. şaşırtıcı zenginlikte bir panoramasını sunuyor toplumumuzun. İlginç olan son zamanlarda çok moda olan postmodern romanlardaki yapaylığın tersine “Mutluluk”ta gerek kişilerin yoğuruluşunda, gerek olayların anlatışındaki canlılık ve çok katmanlık. Romanda yerinden yurdundan koparılarak kendine yeni bir yaşam alanı yaratma savaşımı veren insanların öyküleri anlatılıyor. Bu açıdan ‘Mutluluk’a bir göç romanı da denilebilir. Romanda her kişinin kendine özgü bir karabasanı ya da düşü var. Bu düşten kurtulma arayışı olayların akışındaki kamçılayıcı gücü oluşturuyor belki de. Töre cinayetinden kıl payı kurtulan Meryem’i, anlamsız yaşamından bıkıp usanmış olan profesörü, şiddeti içselleştiren Cemal’i nasıl bir gelecek bekliyor? Yaşanılan onca acı, korku ve bocalamanin sonunda, bir çözüm olmasa bile, belli belirsiz bir umut seziliyor romanda. Belki de bu kitabı bu kadar etkileyici kılan umutsuzluk içinde umudu, şiddet içinde sevgiyi ve sıcaklığı tüm yoğunluğuyla sezdirmesi. Şu sıralarda filmi çekilen “Mutluluk” da tıpkı Orhan Pamuk’un “Kar”ı gibi filme uyarlanmaya çok yatkın. Ama sinema açısından “Kar”ın tersine önemli bir engeli var. İnsan sıcaklığını tüm yoğunluğuyla duyumsatıyor okuyucuya. Roman kişileri imgelemimizde gerçekten varlar, birer şema değil insanlar, yaşıyorlar, onların hüzünlerini, korkularını, acılarını duyumsayabiliyoruz. Bu da bir sinemacı için hiç de kolay aşılamayacak bir engel olsa gerek. Çünkü iyi bir romanı, romanın çok boyutluğunu yok etmeden, daha somut bir deyişle romanı yavanlaştırmadan filme uyarlamak çok güç. BÜYÜK USTALAR... Bir diğer bölümde ünleri nedeniyle haklarında “tanıtım gereksiz, ustalıkları kanıtlanmış” büyüklere yer verdik. Dünyada “İstanbul’un Gözü” diye anılan Ara Güler, maalesef kısa bir süre önce yitirdiğimiz, en zengin dekoru ve esin kaynağı İstanbul olan büyük sinema ustamız Atıf Yılmaz ve gelecek nesiller için İstanbul’a bir müze kuran, yaşayan en büyük ressamlarımızdan Burhan Doğançay İstanbul kentiyle ilişkilerini ve kentin sanatlarındaki yerini bize anlattılar. “Öncü Sanatçılar” adlı altıncı bölümde, sanatta öncülükten öteye, sanatın demokratikleşmesi, sosyalleşmesi ve topluma mal olması için büyük çaba göstermiş tiyatrocu Işıl Kasapoğlu, idealist modern dansçı Zeynep Tanbay ve benzersiz bir arşiv oluşturmuş, müzik yapımı anlayışına dünya çapında devrimci bir bakış getirmiş Kalan Mü aha önce de yazmış olmalıyım, ama yine yeri geldi. Paris’te, dinlemekte olduğum bir Fransız TV kanalı, Yılmaz Güney’in ölüm haberini (demek ki 1984 yılı 9 Eylül akşamı) aynen şöyle duyurdu: “Kürt sinemacı Yılmaz Güney öldü.” Kulaklarıma inanamadım. Şaşırdım. Fakat haberi oluşturan zihniyeti bildiğim için, şaşkınlığım üzüntüye, üzüntüm de öfkeye ve can sıkıntısına dönüştü. Bu mantığa göre, Yılmaz Güney Cannes’daki ödülü Türk sineması adına değil de Kürt sineması adına almış oluyordu. Türkiye’den, Türk sinemasından, Türk edebiyatından ve kültüründen habersiz, büyük olasılıkla da Türkiye ve Türk düşmanı birileri; sinemamızın, sanat ve kültür yaşamımızın büyük bir yeteneğini, onu oluşturan, yaratan bütün koşullardan soyutlamış, etnik kökeni ön plana çıkararak (anne ya da babasından biri, ya da ikisi birden Kürt) Yılmaz Güney’in ölümünü “Kürt sinemacısı”nın ölümü olarak Fransız izleyiciye duyurmuştu. Bu mantığa göre, ailesinde Giritli Rumlar bulunan Tevfik Fikret Rum, Mehmet Akif Arnavut ve Ahmet Haşim Arap şairleri, (büyük dedelerinden biri Fransız, biri Polonyalı olan) Nâzım Hikmet Polonyalı ya da Fransız şair, Ziya Gökalp ise Kürt yazarıydılar. Böylece uzatılabilecek bu liste Fransız edebiyatı ve kültürüne uygulanacak olursa, özellikle de 20. yüzyıl Fransız sanat ve kültür yaşamında etnik anlamda Fransız D CUMARTESİ YAZILARI ATAOL BEHRAMOĞLU lık adına elde ne kalacağı meraka değer... ??? Bu çarpık etnisite mantığı bir süre önce Milliyet gazetesinde Hasan Cemal’in Mehmed Uzun’la yaptığı konuşmada da karşıma çıktı ve yine hayret içinde kaldım. Şu cümleleri birlikte okuyalım: “Mehmed Uzun, 1970’lerin 12 Mart’lı yıllarında, Ankara’nın ünlü Mamak Askeri Cezaevi’nde yatar. Türk aydınlarıyla aynı koğuşta geçirdiği o zaman dilimini önemser. Şöyle diyor: Uğur Alacakaptan, Uğur Mumcu, Mümtaz Soysal, Erdal Öz, Atilla Sarp, Rahmi Koç... Kürtlere açık düşmanlıkları olmayan insanlardı. Onlara çok kitap gelirdi. Onlardan kitap okuma terbiyesi edindim. Uğur Mumcu’ya sonraki yıllarda yardımcı olmuştum. Şeyh Said İsyanı isimli kitabını yazarken...” Sağlığına bir an önce kavuşmasını dilediğim değerli yazarımız Mehmed Uzun’un bu söyleşideki bazı tuhaf sözlerini burada tartışmak istemiyorum. Beni şaşırtan, sonra da canımı sıkıp öfkelendiren sözler Hasan Cemal’e ait. Mehmed Uzun cezaevinde “Türk aydınlarıyla” Hayret İçindeyim... kalmış. Sanırsınız ki bu arkadaş başka bir ülkeden ithal edilmiş. Eğitimini orada yapmış, görgüsünü, yazarlık becerisini orada kazanmış.. Sözgelimi Irak’tan, Latin Amerika’dan, bir başka ülkeden, hiç tanımadığı Türkiye’ye gelip burada cezaevine düşmüş. Bu ülkenin, onun milletine (ve herhalde ülkesine), dost değilse bile “açık düşmanlığı” da olmayan aydınlarıyla tanışıp onlardan etkilenmiş, falan filan… (“Açık düşmanlığı olmayan” sözündeki çirkin ima’nın altını ayrıca çizmek gerekiyor.) Ben şimdi Hasan Cemal’e, Mehmed Uzun’un cezaevi arkadaşı “Türk”lerin, bu arada kendisinin (Hasan Cemal ailesinin) etnik kökenleri konusunda da bir araştırma yapmasını öneriyorum. Kim bilir, bu araştırma sonucunda belki de farklı etnik unsurlara rastlayacak ve bu sayede de şu Türklük ve Türkiye belasından büsbütün kurtulma yolunda bir adım daha atılmasına katkıda bulunmuş olacaktır... ??? Benzer konuda, daha da “absurde” (saçma, zırva, anlamsız) bir örnekle, “Radikal” Kitap Dergisi’nin 17 Kasım 2006 tarihli sayısındaki bir yazıda karşılaştım. “Rus Edebiyatının Yeniden Dirilişi” başlıklı yazıda, (bir süre önce bir İstanbul yayınevinde öykü kitabı yayımlanan), 19. yy. sonlarında Türkiye’ye yerleşmiş bir ailenin torunlarından, kendisi gibi anne ve babası da Türkiye doğumlu, eğitimini Türkiye’de yapmış, öykülerini Türkçe yazmış, Rus asıllı bir bayan yazarımızın adı da günümüz “Rus edebiyatını yeniden dirilten” yazarlar arasında yer alıyor... Saçmalığın ölçüsüzlüğü karşısında insan ne söyleyeceğini bazen bilemiyor. Mesela, şöyle mi demeliyim: Ulusal Rus edebiyatının kurucusu sayılan Puşkin, dedelerinden biri Etiyopyalı olduğu için, aslında ya da aynı zamanda Etiyopya yazarıdır... Ya da ne bileyim, biri çıkıp, annesi Türk olduğu için Rus romantizminin kurucusu Jukovski’nin Rus değil Türk şairi olduğunu ciddiyetle ileri sürse, onu Rusya’da akıl hastanesine gönderebilirler... Yabancıların Türk ve Türkiye konusundaki olumsuz yaklaşımlarını, olumsuz önyargılarını, düşmanca yaklaşımlarını anlayabiliyorum. Buna ister istemez alıştık... Fakat bazı Türklerin, kendi ülkeleri, kendi ulusal kimlikleri konusunda bilgisizlikleri, duyarsızlıkları, kimilerinin düşmanca denebilecek soğukluk ve uzaklıkları beni hayret içinde bırakmaya devam ediyor. “MUTLULUK” Bana göre fuarın en renkli etkinliklerinden biri Zülfü Livaneli’yle buluşmaydı, belki son günlerde çok severek okuduğum “Mutluluk”u elimden bir türlü bırakamadığımdan, belki de Livaneli’yle ilk kez karşılaştığım için hem konuşmasından, hem de güler yüzlü ve alçakgönüllü halinden etkilendiğimden. Ayrıca sınırlı bir süre içinde hem düşündürücü, çarpıcı, hem de Aziz Nesin’e parmak ısırtacak kadar esprili anı ve öyküler anlatarak dinleyicilerle sıcak bir ilişki kurmak da gerçekten özel bir yetenek. Almancaya henüz çevrilmemiş olan “Mutluluk”u toplumumuzda çeşitli sosyal katmanlar arasındaki uçurumu gündeme getiren çok çarpıcı bir roman olarak değerlendiriyorum. Bir yanda neye uğradığını bile anlamadan töre kıskacında gencecik bir kız, bir yanda şiddet ve savaş kültürü içinde yoğrulan bir delikanlı, bir yanda da tekdüze ve anlamsız ataolb?cumhuriyet.com.tr
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle