27 Nisan 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

10 ‘İmtiyazlı ortaklığa’ zorlama Erhan AKDEMİR ürkiye, Avrupa Birliği’ne (AB) Kopenhag Kriterleri çerçevesinde katılma isteğini her zaman açıkça belirtti. Bununla birlikte, Kıbrıs sorunu da dahil olmak üzere Yunanistan’la olan ilişkilerinde, bazı özel önşartları içeren azınlık hakları alanında ve diğer aday ülkelerden talep edilmeyen, adil olmayan ve empoze edilmek istenen talepler çerçevesinde, Türkiye’den adımlar atması bekleniyor. Kaldı ki, Türkiye’nin bu ve benzeri konularda adımlar atması halinde de AB’ye üye olacağına dair bir garanti verilmiyor. Ayrıca, bu tür adımların atılması gerekliliği Avrupa Birliği kurumlarınca sık sık anımsatıldıkça da Türkiye’de AB üyeliği konusu "milli gurur"dan feragat edilip edilmeyeceğinin tartışıldığı kısır bir ortama mahkum oluyor. C strateji ATİNA’DAN MURAT İLEM 15 ARALIK 2006 CUMA Babaların Savaşı... Vurulan her kazma, çakılan her çivinin arkasında AB bulunmaktadır. Söz’ün öz’ü, AB’ye göbekten bağlı durumdadırlar. Brüksel’den gelen her mali yetkilinin karşısında Yunan Maliye Bakanı’nın “susta” durması ise bunun içindir. ??? Konu ile ilgilenen çevrelere 2005 sonu itibariyle birkaç rakam vermemiz gerekirse GSYİH 183.8 milyar avro (tahmini), kişi başına düşen gelir yılda ortalama 16 bin 700 avro. Enflasyon yüzde 3.5 (2006 sonu beklentisi yüzde 3.3), işsizlik yüzde 10.4, kamu borçları 215 milyar, bütçe açığı 14,1 milyar avro, GSYİH’nın sektörel dağılımı: Hizmetler yüzde 72.01, sanayi yüzde 21.72, tarım 6.27 şeklindedir. Dış ticaret hacmi 42 milyar 268 milyon, dış ticaret açığı yaklaşık 21, 1 milyar avro. Özellikle bütçe açığı, kamu borçları, dış ticaret açığı, enflasyon ve işsizlik oranlarının “AB’nin babaları” kızmasın diye yapay olduğunun altını çizmekte yarar var. Çünkü yardım olarak gelen paraların bir bölümünün silahlanma ya da başka harcamalara gittiğinin anlaşılmaması için, sürekli rakamlarla oynanmaktadır. Bu durum zaman zaman ortaya çıksa da İsviçre bankalarından alınan kredilerle durum idare edilmektedir. ??? Rumları susturmak ise daha kolaydır. Ada’nın güneyinde biraz araştırma yapılırsa bu bölgenin AB’nin “kara para cenneti” olduğu ortaya çıkacaktır. Yani Rumlar, AB yetkili organlarınca ya da uluslararası anlamda biraz sıkıştırılsalar inanın “iki gün içinde ekonomik olarak çökerler”. Hele bir de AB ülkelerinden birinin sivil uçağı KKTC’nin “Ercan” havaalanına yolcu indirirse, bakın Rumların etekleri nasıl tutuşuyor. Bugün Brüksel’de yapılan tartışmalar sonunda Türkiye bir kere daha kaybedecektir; bunun altını çizmekte yarar var. Çünkü bu savaş Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasındaki çıkar savaşıdır. AB de Hıristiyan kulübü olduğuna göre, biz neyi tartışıyoruz!.. [email protected] T AB’NİN SAYGINLIĞI Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği tarihten, coğrafyadan ve uluslararası antlaşmalardan kaynaklanan bir haktır. Türkiye’nin AB’ye daha önce aday ve üye olmuş ve bugün hala adaylık statüsüne sahip diğer bazı ülkelerle eşit hak ve statüyle tam üyelik hedefine tada AB üyesi ülkelerin genelindeki siyasi koşullar var olduğu müddetçe, Türkiye’nin AB’ye tam üye olarak kabul edilmesi güç olacaktır. Yirmi dört üye ülke yumuşamaya hazır olsa bile, bir Yunanistan’ın bir Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin ya da bir Danimarka’nın bir Avusturya’nın itirazı, AB–Türkiye ilişkilerindeki statükonun değişmemesine yeterli olabilir. Kaldı ki, Avrupa Komisyonu'nun Türkiye ile 8 başlıkta müzakereleri bekletme kararını (bu sekiz başlık; "Malların Serbest Dolaşımı", "Hizmet Kurma ve Sağlama Hakkı"", "Mali Hizmetler", "Tarım ve Kırsal Kalkınma", "Balıkçılık", "Ulaştırma", "Gümrük Birliği" ve "Dış İlişkiler") bile yeterli görmeyen Güney Kıbrıs Rum Kesimi Lideri Tasos Papadopulos’un, Türkiye’ye tam üyelik yerine özel ortaklık statüsü verilmesi isteği ile yanıp tutuşan Avrupalı Hıristiyan Demokratların AB–Türkiye ilişkilerindeki statükonun değişmemesi için var güçleriyle çalışacakları da aşikârdır. Uzun zamandır Türkiye–AB ilişkilerinin gündemine oturan "tren kazası" ve bu bağlamda taraflar arasındaki ilişkinin seyri de oldukça önemlidir. Anlaşılan o dur ki, taraflardan hiç biri ilişkinin tamamen kopmasından yana değil. Hatta, Türkiye’nin masadan TürkiyeAB ilişkilerinde gelinen aşama tam üyelik sürecini daha geniş bir bilinmezliğe sürükleyebilir. Bu sürecin sonunda bazı konularda AB’ye uyum sağlamış, bazılarında sağlamamış bir ülke olarak ‘imtiyazlı ortaklık’ verilmek istenebilir. ulaşması sadece Türkiye açısından değil AB’nin saygınlığı ve güvenirliği açısından da büyük bir önem taşıyor. Bu çerçevede, AB’ye üye olabilmek için sadece Türkiye’nin siyasi iradesi (bugün eğer böyle bir siyasi irade varsa) yetmiyor. Bu süreci sağlıklı bir şekilde tamamlamak için AB’nin de aynı siyasi iradeyi hiçbir ayırım gözetmeden sergilemesi gerekiyor. Hem tam üyelik müzakerelerine başlanması için tarih verilmesi aşamasında hem tam üyelik müzakerelerinin resmi anlamda başladığı aşamada hem de tam üyelik müzakereleri başladıktan sonra müzakere başlıklarının açılıp kapanması aşamasında AB’nin bu siyasi iradeyi gösterdiğini söylemek ise oldukça zor. AB’nin ya da Almanya, Fransa gibi AB’nin lider devletlerinin Türkiye konusunda kesin bir tavır belirleyemedikleri bir ortamda siyasi iradeden de bahsetmek yine oldukça zor. Bununla birlikte, Türkiye’yi küstürmemek, Türkiye’yi AB sürecinin dışında tutmamak, Türkiye’nin tamamen ve hızla Avrupa’dan kopmasını engellemek isteyen çevrelerde mevcut. Bu çevreler ise Türkiye ile müzakerelerin başlatılmasından itibaren bunun tam üyelik anlamına gelmediğini yani müzakereler ile tam üyeliğin birbirlerini tamamlayan değil birbirlerinden ayrı konular olduğunu düşünüyorlar. Bu açıdan Türkiye–AB ilişkilerinde bugün gelinen nokta sürecin asla sona ermeyecek bir adaylık statüsü görünümü kazanmış gibi algılanıyor. Böyle bir gelecek ise Türkiye açısından pratik bir siyasi seçenek olmamalıdır. Bu bağlamda Türkiye’nin bu ilişkide yönünü belirlemesi, gerek kendi alacağı kararlara gerek AB’nin kendisini tanımlaması, kendi geleceğini planlaması ve bu planlar çerçevesinde de Türkiye’ye net, dürüst cevaplar vermesine bağlıdır. Bu aşamada Türkiye’nin dikkat etmesi veya halkına anlatması gereken ise, bu konunun Türkiye açısından bir saplantı olmadığının ve Türkiye’nin hedeflerine ulaşması açısından AB’yi bir hedef olarak belirlediğinin anlatılmasıdır. kendiliğinden kalkmasını bile isteyenler bu masadan kalkmanın hemen olmaması yönünde politika da izliyor olabilirler. Türkiye açısından ise bir tren kazasının olması veya ilişkilerin belli bir süre zarfında dondurulması ya da en azından böyle bir duruşun hissettirilmesi belki de karşı tarafın davranışlarını gözden geçirmesine neden olabilecektir. Hatırlanacağı gibi Türkiye, AB’nin 1997 tarihli Lüksemburg Zirvesi’nde aday ülke ilan edilmemiş ve Türkiye akabinde birlikle olan ilişkilerini askıya aldığını açıklamıştı. Bu açıklamanın ardından ise, dönemin AB liderleri Ankara’ya akın etmişlerdi. 1997 tarihli Lüksemburg Zirvesi’nden iki yıl sonra ise AB liderleri bu sefer Aralık 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’ye önkoşulsuz olarak aday ülke statüsü vermişlerdi. Bu iki yıl karşılaştırıldığında Türkiye ne Kopenhag Kriterleri açısından ne de ekonomik gelişmişlik açısından çok büyük adımlar atmış, reformlar gerçekleştirmiş değildi. AB’nin bu tutum değişikliğinin nedenlerinin başında; 1999 yılında Kosova’ya gerçekleştirilen uluslararası müdahale ve Kafkaslardaki enerji kaynaklarının güvenliği çerçevesinde, Türkiye’nin stratejik konumu ve Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği çerçevesinde Türkiye’nin askeri bir güç olarak vazgeçilemezliği yani uluslararası alanda yaşan gelişmeler ve Türkiye’nin artık siyasi konuları AB nezdinde tartışmama kararı almasıydı. AB’NİN NİYETİ AB, uluslararası alanda yaşanan gelişmelere tanık oldukça, AB’ye enerji sağlayan yolların güvenliğinden kaygılar duydukça ve emeklilik oranlarında yaşadığı artışı her gün gördükçe Türkiye ile mevcut bağlarını korumak için elinden gelen her şeyi yapmak zorunda kalacaktır. Ancak AB, bu mevcut bağları korurken bağların devamlılığını da mevcut haliyle devam ettirmek niyetindedir. Yani gümrük birliğinin devamı, askeri ve savunma girişimlerinde Türkiye’den destek, enerji yollarının güvenliğinin sağlanması, ama Türkiye tarafından bunlar gerçekleştirilirken bir yandan da Türkiye’nin bu işlerin mutfağından uzak tutulması, engellenmesi, karar alıcı mercilerde temsilinin önüne geçilmesi. Günümüzde uluslararası alanda yaşanan gelişmeler Türkiye’nin önemini AB nezdinde oldukça yükseltmiş durumda. AB’nin uluslararası alanda yaşanan gelişmeler ışığında ve yukarıda bahsedilen konular çerçevesinde Türkiye ile olan ilişkilerini kesmesi olanaklı gözükmüyor. Bu ilişkiyi "imtiyazlı ortaklık" formülüyle ilerletmek çabasında. Türkiye bu noktada net tavır sergileyerek gerekirse 1997’de yaşanan gelişmeyi yineleyerek AB’ye yanıtını sunmalıdır. Gelinen süreç her iki taraf için de düşünme zamanını ifade etmektedir. Unutmayalım ki, Türkiye'nin AB'yle 1990'larda ters düşmesi, 19992005 arasında ZOR HEDEF Türkiye–AB ilişkilerinde bugünkü nok büyük bir çıkış yapmasına yol açmıştı. Avrupa Komisyonu tarafından 29 Kasım’da 8 başlıkta müzakerelerin beklemeye alınması tavsiye kararı üye ülkeler arasında Türkiye konusundaki bölünmeyi bir kez daha gözler önüne serdi. Rum tarafı beklemeye alınan başlık sayısının daha da artırılmasını isterken, İngiltere, İspanya, İtalya ve İsveç Komisyon’a çok sert eleştiriler getirerek beklemeye alınan müzakere başlığı sayısının üçe düşürülmesi gerektiğini yönünde görüş ortaya koydular. Avrupa Komisyonu tarafından alınan bu tavsiye kararı, Avrupa ve Türkiye ilişkilerinde, ya bir ayrılığın ya bir sentezin ya da tam bir birlikteliğin ortaya çıkmasına neden olacak bir kriz noktasına ulaşılmasına yol açtı. Bu noktadan sonra AB’nin, Türkiye ile müzakerelerin devamlılığı hakkında karar vermesi gerekecek. Bu kararın ise üç seçeneği mevcut. Bu seçeneklerden ilki müzakerelerin tamamen askıya alınması, ikincisi müzakerelerin on beş, yirmi başlıkta askıya alınması, üçüncüsü ise tavsiye kararında da belirtildiği gibi daha az sayıda müzakere başlığının askıya alınması. Aslında, hangi seçenek olursa olsun müzakerelerin bu tür ara formüllerle adeta ittirilerek götürülmek istenmesi Türkiye–AB ilişkilerinde ulaşılmak istenen temel hedef açısından (eğer istenen temel hedef iki taraf açısından da tam üyelik ise) oldukça sakıncalıdır. Çünkü burada gözden kaçan bir durum vardır. O da; müzakere sürecinin rutin işleyişine göre, tüm müzakere başlıkları kapatılmadan, hiçbir müzakere başlığının kapatılmış sayılmayacağıdır. Her bir müzakere başlığı, kendi kriterleri karşılandıktan sonra geçici olarak kapatılmaktadır. Ancak tüm otuz beş başlık tamamlandıktan ve kapatıldıktan sonra müzakere başlıklarının resmen kapatılması söz konusudur. Bu tamamen teknik, prosedür içerikli bir süreçtir. Tüm müzakere başlıkları kapanmadan, AB ile Türkiye Katılım Antlaşması’nı imzalamadan zaten müzakere başlıklarının kapandığını söylemek mümkün değildir. Ayrıca, AB hukukundaki değişiklikler, ya da başka konular nedeniyle, müzakere başlıkları Katılım Antlaşması öncesinde yeniden açılabilir. Eğer Türkiye bu aşamada net tavrını ortaya koymaz ise ve müzakere sürecinin devamını yukarıda ifade edilen üç seçenekten son ikisi çerçevesinde kabul ederse bu taraflar arasındaki ilişkinin nihai amacının temelden sarsılması anlamına gelecek ve belki de Türkiye’nin AB’ye tam üyelik dışında bir formülle bağlanmasına yol açabilecektir. Çünkü eğer Türkiye müzakere sürecine sekiz, on veya daha fazla başlıkta askıya alınmış şekilde devam ederse ve müzakerelerin sonunda da halen bu sekiz on veya daha fazla başlıkta çözüme kavuşulmamış olunursa bu tüm müzakere başlıkları kapatılmadan, hiçbir müzakere başlığının kapatılmış sayılamayacağı anlamına gelecektir. Böyle olunca tüm otuz beş başlık tamamlanmadığı ve kapatılmadığı için tüm müzakere başlıklarının resmen kapatılması da söz konusu olamayacaktır. Bu söz konusu olmayınca AB ile Türkiye Katılım Antlaşması imzalanamayacaktır. Zaten Katılım Antlaşması’nı imzalamadan da müzakere başlıklarının kapandığını söylemek imkânsız bir durumdur. Yani sonuçta Türkiye AB’ye belli müzakere başlıklarında uyum sağlamış ama müzakere sürecini tamamlayamamış buna istinaden de kendisine "imtiyazlı üyelik" verilmiş bir ülke konumuna gelmiş olacaktır. İşte bu yüzden, yukarıda dile getirilen üç seçenekten ilki hariç diğer ikisi Türkiye tarafından kesinlikle kabul edilmemelidir. İlk seçenek müzakerelerin devamını da sağlamayacaktır ama geçici bir formül olarak Türkiye’yi başka bir yola gitmesini de engelleyecektir. Diğer iki seçenek, çok masum görünse bile biraz önce ifade edilen sonuçlara yol açabilecektir. Bu açıdan Türkiye ya müzakerelerin hiçbir şekilde kesintiye uğratılmadan devamı yönünde tavır sergilemeli ya da müzakerelerin tamamının kesilmesini savunmalıdır. Bu hiçbir zaman Türkiye’nin muasır medeniyet seviyesine ulaşma azminden, hevesinden ya da batı medeniyeti standartlarından bir an bile olsun kopması anlamına gelmez. Türkiye ancak böyle bir tutum sergileyebilirse kendisi üzerinden siyaset yapanları, kendisine karşı ikiyüzlü biçimde davrananları ve kendisinin taraftarı olan kesimleri ve en önemlisi tabiî ki kendisini büyük bir çıkmazdan, oyalamadan kurtarabilecektir. Açıkça görünen AB’de ne Türkiye taraftarlarının ne Türkiye karşıtlarının bu sürecin sonlanmasını istememeleridir. Türkiye böyle bir tutumla bu süreçte kimlerin samimi olup olmadığını daha net görebilecektir. ylardır yazıyoruz, çiziyoruz, sonunda bu yıl için AB konusunda satırlarımıza nokta koymak zorundayız. Sebebi basit! Siz bu yazıyı okumaya başladığınız sıralarda Brüksel’de kıyametler kopuyor olacak. Unutmayın, bugün ayın 15’i ve şu sıralarda AB devlet ve hükümet başkanları birbirlerine girmiş durumdalar. Almanya ve Fransa, Türkiye karşıtı cephenin en ön saflarında çarpışıyorlar. Arkalarında Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi, onların arkasında da Hollanda ve bugüne kadar ikiyüzlü oynayan diğerleri. Aslında ilk beş ülkeye “mahşerin beş atlısı” da diyebiliriz. AlmanFransız ikilisi (ata biraz yan otursalar da) yine de en önden koşuyor olacaklar. Arkalarında ise Yunan ve Rum liderler. Bu ikisi zaten her an kaçmaya hazır şekilde Hoca Nasrettin gibi ata ters biniyor olacaklar. Yani atın gittiği yönün tam tersi şekilde oturuyor olacaklar. AB’nin “babaları” biraz dişlerini gösterirlerse bu ikisi arkalarına bakmadan kaçıyor olacaklar. Siz bakmayın RumYunan ikilisinin ikide bir “veto ederiz ya da sertleşiriz” diyerek atıp tuttuklarına. Gözleri AB’nin “babalarının” ağzının içindedir. Gerçi diğer ufaklık ülkeler de öyle ya. Babalar isterse susarlar, “Saldırın!” derse saldırırlar. Biraz hık mık ederlerse de “Şşşttt!” uyarısıyla kuyruklarını kısıp otururlar. Şimdi İngiltere, İspanya ve bazı Baltık ülkelerinin yanına Almanya ile Fransa da gelseydi (Türkiye’ye destek anlamında) RumYunan ikilisi konuşabilir miydi? Hele Yunanistan, çok kısıtlı üretim, kısıtlı ithalat, sürekli rakamlarla oynanan yapay ekonomik verilerin ışığında, AB’den her yıl aldıkları milyarlarca avro ile yaşamlarını sürdürürken AB’nin babalarına gık diyebilir miydi? Gelin Yunanistan’a bakın, her yapılan yolun, her tünelin, her metronun hatta her belediye otobüsünün arkasında önündearkasında ne yazar: “Bu otobüs AB katkıları ile alınmıştır, bu yol, bu köprü, bu metro AB’nin katkıları ile yapılmıştır ya da yapılmaktadır.” A AKP’den geçici Kıbrıs atağı ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Ankara, AB’ye Kıbrıs’la ilgili son dakika teklifi yaptı. Plana göre, “Ercan Havaalanı uluslararası trafiğe ve Magosa Limanı doğrudan ticarete açılacak. Plan kapsamında Türkiye’deki bir havaalanı ve bir liman da Rumlara açılacak. Maraş konusu ise BM’ye bırakılacak. 2007 sonuna kadar çözüm olmazsa, planın işlerliği kendiliğinden sona erecek.” Planda Türkiye’nin Rum Kesimi’ne limanlarını açmasının herhangi bir siyasi tanımaya neden olmayacağının da altı çiziliyor. Planda “koşul” uygulanabilmesi için, Rumların Türkiye ile aynı ortak paydaya gelmesi gerekiyor. Ankara plana bu nedenle “koşulsuz” denemeyeceğini bildiriyor. Ankara’nın Kıbrıs konusundaki yeni teklifi, AB’ye geçen günlerde Dışişleri Bakanlığı’nı ziyaret eden Finlandiyalı yetkililer aracılığıyla iletildi. Bu kapsamda Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ve bakanlığın Kıbrıs ve AB’den sorumlu personelinin katıldığı toplantıda, dönem başkanlığı yetkililerine Türkiye’nin şartları “şifahen” anlatıldı. Ankara bu yöndeki tutumunun dün gerçekleştirilen AB Daimi Temsilciler (COREPER) toplantısında anlatılmasını istedi. Bu kapsamda Finlandiya da Türkiye’nin 3 bölümden oluşan önerilerini COREPER’de açıkladı. şa açılacak. 4 Magosa Limanı’nda, BM gözetiminde ve Kıbrıs Türk tarafı yönetiminde uluslararası ticaret yapılabilecek. Paketin üçüncü bölümünde ise Kıbrıs’ta 12 ay içinde tamamlanacak BM çerçevesinde kapsamlı çözüm çalışmaları talep edilerek AB’nin bu kapsamlı çözüm çabalarına destek olmak için adadaki iki lidere çağrıda bulunması isteniyor. Planın üçüncü bölümündeki istemler şöyle: 4 Kıbrıs konusunda 2007 yılı başında BM çerçevesinde kapsamlı bir çözüm çalışması başlatılacak. 412 ay içerisinde Rum Kesimi BM çatısı altında uzlaşmaya yanaşmazsa, Türkiye limanlarını tekrar kapatacak. KKTC de dahil olmak üzere tüm ülkeler şimdiki pozisyonlarına dönecek. 4 12 ay içinde gerçekleştirilecek hususlar birbiriyle uyumlu aynı dönemde gerçekleşecek. Türkiye’nin plan kapsamında açacağı deniz limanının Mersin Taşucu, havaalanının da Antalya Uluslararası Havalimanı olduğu öne sürülüyor. Ankara’nın bu maddeleri barındıran ve karşılıklılık esasına dayanan planda, ilk adımın aynı anda atılmasına yönelik herhangi bir ifade yer almıyor. Bu kapsamda Rum Kesimi Türkiye’nin kendisinden, önce limanlarını açmasını isteyebilecek. Türkiye ise planda “koşulsuzluk” gibi bir durumun söz konusu olmadığını iddia ediyor. Ankara bu konuya şöyle açıklık getiriyor: “Planda aslında Türkiye’nin önerilerinin belli koşullara bağlanmasına yönelik bir ifade öneride yer almıyor. Ancak paketin bir bütün olduğu unutulmamalı. Türkiye ile AB arasında ortak bir zemin oluşmazsa Türkiye’nin limanlarını Rum gemi ve uçaklarına açması söz konusu olamaz. Bu nedenle her şey bir karşılıklılık esasına dayanmalı. AB liderlerinin de hem KKTC hem de Rum Kesimi liderlerini ortak paydada buluşturabilmesi için baskı yapmasını istiyoruz.” Öte yandan önerinin ardından Türkiye’yle üyelik müzakerelerinin 11 Aralık’ta gerçekleştirilecek Dış İlişkiler ve Genel İşler Konseyi toplantısında ele alınacağı da bildirildi. Ankara bu toplantıya AB’nin istemi doğrultusunda önerilerini yazılı olarak gönderecek. CESARETLİ TAVIR Sonuç olarak 1959’tan itibaren devam eden Türkiye–AB ilişkileri halen tam üyelikle sonuçlanmamışsa kuşkusuz bunda her iki tarafından dönem dönem yaptığı hatalar etkili olmuştur. Yıllardan beri hep ara formüllerle, geçici çabalarla, son dakika gelişmeleriyle anılan Türkiye–AB ilişkilerinde zaman hızla tükeniyor. Türkiye bu zamanı kendi lehine çevirebilmek için cesur davranmalıdır. AB’li yetkililere, dostlarına, muhataplarına bu iş için ya tamam ya devam dedirtmeli bazılarının süreci başka yollara sokma çabalarını engelleyerek hak ettiği tam üyeliği elde etmelidir. Aksi taktirde yine işler bir başka dönem başkanlığına, bir başka AB Zirvesi’ne, bir başka AB belgelerine, bir başka tarihe (ki bunların hiçbirinin sonu yok) kalacak ve süreç Türkiye’nin aleyhine işleyecektir. RUMLARA VERİLENLER Buna göre, karşılıklılık esası öngören planın ilk bölümünde, “Türkiye’nin, Gümrük Birliği Ek Protokolü’nü uygulamaya devam edeceği” belirtilirken şu istemlere yer verildi: 4 Türkiye, Gümrük Birliği’nin şartlarını şimdiki gibi sürdürecek. 4 Türkiye bir deniz limanını ve bir havaalanını ticari kapsamda Rum kesiminin kullanımına açacak, ancak bu süreç “siyasi bir tanımayı” kapsamayacaktır. Türkiye’nin istemleri Teklifin ikinci bölümünde ise Türkiye’nin, Rum Kesimi ve AB’den istemleri sıralandı. Ankara “karşılıklılık esası”na dayanan planda şunları kaydetti: 4KKTC’deki Ercan Havaalanı hiçbir koşul olmaksızın uluslararası uçu
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle