17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

C S mahkum edilmek isteniyor etti. Hepsinin ortak mesajı, Türkiye’nin AB ekseninden ayrılmamasıydı. AB, Türkiye’nin yaşlı kıtadan uzaklaşmasını göze alamıyordu. Gerekli makamlar gerekli mesajları almıştı. 1999 yılında yapılan Helsinki Zirvesi’nde Türkiye "aday ülke" ilan edildi. Hedef yine tam üyelikti. Aday ülke ilan edilmenin bedeli Kıbrıs oldu. Gümrük Birliği ile kapıların açıldığı Rumlara, Türkiye’nin adaylığı ile birlikte AB’nin içine girme şansı verildi. Rumlar ile müzakereler başlatıldı. 2002 yılına gelindiğinde AB, aralarında Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin de bulunduğu 10 aday ülke ile katılım müzakerelerinin tamamlandığını ilan etti. Türkiye ile ilgili olarak, 2004 yılı İlerleme Raporu ve tavsiyesi doğrultusunda, Kopenhag siyasi kriterlerinin yeterli ölçüde karşılandığının belirlenmesi halinde gecikmeksizin katılım müzakerelerine başlanacağı ifade edildi. Yani Türkiye yine oyalanıyordu. Halbuki, 1999’daki Helsinki Zirvesi’nin ardından Türkiye yoğun bir reform süreci başlatmıştı. AB siyasi kriterlerine uyum amacıyla çok sayıda yasa ve mevzuat düzenlemesini içeren seri uyum ve iki anayasa değişikliği paketi kabul edildi. AB Komisyonu, 6 Ekim 2004 tarihinde, Türkiye’nin Kopenhag kriterlerine uyum yönünde kaydettiği aşamaların ve mevcut eksikliklerin saptandığı İlerleme Raporu’nu açıkladı. Komisyon bu Rapor’da, önceden belirlenmiş düzenlemelerin yürürlüğe girmesi koşuluyla Türkiye’nin siyasi kriterleri yeterli düzeyde karşıladığını belitti ve katılım müzakerelerinin açılması önerisinde bulundu. 1617 Aralık 2004 tarihinde yapılan zirvede müzakerelerin 3 Ekim 2005’te başlaması kararlaştırıldı. Ancak, bu zirve, Türkiye’nin bir anlamda AB hayalinin dayanak noktasını oluşturan "tam üyelik" beklentisini ortadan kaldırdı. Zirve kararların 12. maddesinde şöyle deniyordu: "Uzun geçiş dönemleri, istisnalar, özel düzenlemeler ya da kalıcı koruma önlemleri; örneğin koruma önlemlerinin temelini oluşturacak daimi olarak kullanılabilecek maddeler, göz önünde bulundurulabilecektir. Komisyon, uygun gördüğü hallerde, kişilerin serbest dolaşımı, yapısal politikalar ya da tarım gibi alanlara ilişkin önerilerinde söz konusu önlemlere yer verecektir. Buna ek olarak, kişilerin serbest dolaşımını nihai olarak tesis eden karar alma süreci, üye ülkelere azami rol vermelidir. Geçiş düzenlemeleri ya da koruma önlemleri, rekabete ve Tek Pazarın işleyişine etkileri bağlamında gözden geçirilmelidir." Yani bu ifadeler, bundan sonra Türkiye’nin diğer aday ülkelerle aynı statüde yer almayacağını, serbest dolaşım hakkı tanınmayacağını, yapısal fonlardan para alamayacağını gösteriyordu. AKP hükümeti, Türkiye’nin 44 yıllık Avrupa macerasında sürekli gündemde tuttuğu tam üyelik kavramını, bu zirve kararlarına bile "evet" diyerek yok saymıştı. Türkiye, 3 Ekim 2005 tarihinde müzakerelere başladı. Ancak bu kez de önüne Kıbrıs konusu çıkarıldı. 1999’da, "Kıbrıs sizin üyeliğiniz için kriter olmayacaktır" sözüne karşın, AB 2005 yılından sonra Kıbrıs’ı filen önkoşul durumuna getirdi. TRATEJİ 13 Türkiye açmazı Türkiye’nin AB hedefleri Yunanistan’ın Ege sorunlarını lehine çözümleme, GKRY’nin Kıbrıs’ın tamamına sahip olma, Ermenilerin Fransa üzerinden iddialarını kabul ettirme ve AB’nin ‘Kürt kartında’ etkin olma hedeflerine kilitlenmiş durumda. İlişkiler tam anlamıyla yol ayrımında… artık daha yüksek sesle dile getiriyor. Kendi geleceği konusunda net bir karar verememiş olan AB, Türkiye’nin de birlik içinde olmasını istemiyor. 70 milyonluk Müslüman bir nüfus, AB’nin vizyonsuz politikacıları için önemli bir iç politika malzemesi oluşturuyor. Özellikle 11 Eylül saldırılarının ardından güç kazanan İslam karşıtlığının damgasını vurduğu sağ politikalar, Avrupalı liderler için önemli bir dayanak noktası oluşturuyor. Çünkü, iç politika kaygıları, uzun erimli stratejik yaklaşımlardan çok daha fazla ağır basıyor. Postmodernizmin mistik yüzüne fazlasıyla meyil eden Avrupalı muhafazakar politikacılar, tamamen siyasi ve stratejik gereksinimlerle kurulmuş olan AB’yi, "temelleri Hıristiyanlığa dayanan bir örgütlenme" olarak algılama ve algılatma çabası içindeler. Vakitan’dan Papa bile AB’nin geleceği konusunda görüş bildirebiliyor. Bu durum yadırganmadığı gibi çoğu zaman destek de görüyor. Almanya Başbakanı Angela Merkel’in, 50 yıl sonrası için çizdiği tabloda bile Türkiye'ye tam üyelik perspektifi vermemesini bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor. Aslında, AB’nin "büyük abisi" olan Almanya’nın Başbakanı’nın "Açılım, sürekli tam üyelik diye algılanmamalı. Ama komşu ülkelere yönelik politikalar açısından AB'nin kurucu değeri olarak kalmalı. Türkiye ile gelecekteki bir üyelik için müzakereler yapıyoruz. Bu, ucu açık bir süreç" yönündeki projeksiyonu, Türkiye’nin hiçbir zaman AB’ye tam üye yapılmak istenmediğini de açık ve net biçimde gösteriyor. Gerçi, Merkel daha muhalefetteyken bile Türkiye’ye yönelik olumsuz yaklaşımlarını saklama gereği duymamıştı. Merkel’in o dönemki önerilerine göre Türkiye’ye ikinci sınıf üyelik verilmeliydi. Yani, ne Avrupa’nın içinde ne de tam dışında, ancak Avrupa’ya sıkı sıkıya bağlı, Pazar olma niteliğini koruyan ama siyasi karar mekanizmalarında bulunmayan, Avrupa’nın güvenliği için ordusunu her an harekete geçirebilecek kapasitede olan, İslam dünyası ile Hıristiyan Avrupa arasında tampon, AB’nin Orta Asya’ya yönelik politikalarında ise sıçrama tahtası olarak kullanılabilecek bir Türkiye… Türkiye’ye ilişkin "kapı önünde dursun" yaklaşımını sadece Merkel ile açıklamak, Almanya’ya haksızlık da sayılabilir. Çünkü, Avusturya'nın çiçeği burnunda Başbakanı Alfred Gusenbauer de, ne AB'nin ne de Türkiye'nin tam üyeliğe hazır olduğunu dile getirdi. Der Spiegel'e konuşan Gusenbauer, "Bu kadar büyük ülkenin üyelik masrafı nasıl karşılanacak? Türkiye de üyelik için henüz yeterli olgunlukta değil, özellikle insan haklarında" yönündeki sözleri ise AB’nin kafasının arkasında yatan gerçekleri ve öne sürmeye niyetli oldukları gerekçeleri açıkça ortaya koyuyor. Peki, Türkiye neden yapay müzakere süreci ile oyalanıyor? Tabii ki, AB’nin yaramaz çocukları olan Yunanistan ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Türkiye’den koparacakları ödünler olduğu için. Bunlara bir de Ermenilerin Fransa üzerinden yürüttüğü politikaları da eklemek gerekiyor. Tabii, "insan hakları ve demokrasi" adı altında taşeron terör örgütlerini kullanarak, Türkiye’de yumuşak karın yaratma çabalarının ortaya konulması da büyük önem taşıyor. Bütün bunların yerine getirilmesi için, yani Yunanistan’ın Ege sorununu kendi lehine çözmesi, Rumların Kıbrıs’ın tamamını ele geçirmesi, Ermenilerin sözde soykırımı tanıtması, AB’nin Kürt kartını ABD’nin elinden alması için, Türkiye’nin müzakere süreci içinde Avrupa kapısının önünde bekletilmesi gerekiyor. Gerçi, Türkiye’nin limanlarını Kıbrıs Rum kesimine açmaması nedeniyle sekiz başlıkta müzakerelerin askıya alınması ve ek protokol uygulanmadan yani Rum gemilerinin Türk limanlarına girişi sağlanmadan hiçbir müzakere başlığının kapatılmaması kararı alındı. Ama yine de ipler koparılmadı. Şimdi AKP diğer müzakere başlıkları için yeni bir yol haritası ile yola devam etme çabasında ama, Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde artık ciddi bir yol ayırımında olduğu gerçeği çok daha açık ve net biçimde ortada duruyor. MERKEL NE DEMEK İSTEDİ? Türkiye ile AB arasındaki ortaklık sürecinin ana hatlarını yukarıda olduğu gibi sıralarken, ilişkilerin bugüne kadar istikrarlı bir seyir izlemediği hemen göze çarpıyor. Ancak, son dönemde ilişkiler kopma noktasında. Çünkü AB, 2004 yılında verdiği mesajı Merkel
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle