26 Haziran 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Çetin YİĞENOĞLU sın…" (1) Zaten, ne Şehir gazozu kaldı, ne Vatan gazozu... Bir Zaman gazozu kaldı dünden bugüne...şehrin de, vatanın da sadece adı var... Kulaklarımda çınlayan 'çıssat' ve 'foşşş' sesleri beni birden zamanın verandasına çekiverdi: Önümde bir ağabey, sol elinde içi buz parçacıkları arasına gömülmüş gazoz şişeleriyle dolu kova, sağ elinde küçük bağcı testeresi, çığlık çığlığa; "Otuz iki dişini dondurmazsa bedava..." diye bağırıyor... Baykuş gözlerimiz, kaplan pençelerimizle testere darbesinin gazoz kapağını fırlatmasını bekliyoruz, pürdikkat... 'Çıssat' ve 'foşşş' sesiyle birlikte iki adım öteye fırlayan kapak içimizden birinin elinde kalıyor... İçimizden biri de kim... Birimiz hepimiz, hepimiz birbirinin benzeri; biz tapa (kapak değil) avcıları... Artık kim çok toplarsa, bir kilo, iki kilo, en becerikli, en güçlü o...doğruca gazozhanenin kapısına... üç beş kuruş cep harçlığı, belki birkaç şişe gazoz... Avcılık rastgitmedi mi aldırma, ertesi günü var bu işin... Öyle hemen gazozhaneye kim gidebilir? Racon, önce mahallede meydan okumayı gerektirir... Düello çağrılarıyla horozlananların derslerini vermeden gidilemez gazozhaneye... Güç sınamanın bir yolu da mallikle (2) tapa oyunu ne de olsa... Al malliğini eline, öbür çocukları üt (3) ve tapaların hepsini torbana doldur ve öyle git gazozhaneye! Yalnız, tapaları ezmemeye dikkat et, üterken! Gazozhane sahibi işe yaramaz diye almaz, sonra... Sonra, düş hızında bir delikanlı oldum, düşsel bir dünyada... Çekişme için herkes şişesini, Zaman gazozu şişesini eline almıştı... İçimizden ikisi yirmiye kadar saydı, bu ara sallayabildiği kadar salladı ve sonra gazoz şişelerinin kapaklarını birbirine takarak iki yandan vargüçleriyle çekti, hangisinin başı daha güçlü diye… Kiminkinin kapağı "çıssat" diyerek patladı ve şişedeki gazoz foşurdayıp fışkırarak döküldüyse kaybeden oldu ve gazoz paralarını o ödedi... O gazoz zamanlarında bireysel rekabetler sadece gazoz çekişmelerinden ibaret değildi... Güneşin gözlerimizde yandığı bir dünyada şeker kamışı çekişmesinde de yiğitlik sınanırdı; şeker kamışı suyu içmek işin bahanesiydi sadece... Yarışmacılardan kimi eline bir falçata, kimi pala bozması bir bıçak alırdı... Önce kamışın baş tarafı özenle soyulur, dileyen dilediğince inceltebilirdi... Yarışmacılar daha sonra bacaklarının önünde diktikleri kamışın başına, start ıslığıyla birlikte kamış devrilene dek vurabildiğince vururlardı bıçaklarını... En çok bıçak darbesi vuran bir kadeh şeker kamışı suyu içmeye hak kazanırdı... O günleri anarken tapa çekişmesi ve şeker kamışı atışmasının yanı sıra, serinletici denilince goruk suyunu da anımsamalı, dondurma niyetine yaladığımız eskimoyu da... eskimo, içinde çöp dondurulmuş limonatalı, nar şuruplu, süt ya da kakaolu bir tür dondurmaydı... Üç kuruşluk cep harçlığı için kiminin anası, kiminin babası yapar, kendisi de götürür satardı... Satamadıklarını yalaya yalaya kös dönerdi eve... Yapımından satımına eskimoculuk biz çocuklar için tam bir oyundu... Eskimo mevsimlerinde olduğu gibi yine Çukurova'ya özgü bir yaz senfonisinde nemli sıcak bir esinti yaladı yüzümü... Bu kez, Seyhan nehri kıyısındaki bir Adana pavyonunda buldum kendimi; daha doğrusu gazoz metaforunun yarattığı bir eğlence dünyasında... Taze konsomatrisler sıra sıra... En şerefeli masaya ya da locaya konuşlanmış hacıağalar ağız kıyılarından sızan sulardan bihaber, güç gösterisindeler... Sahnedeki kadın sanatçıya şampanya patlatma yarışı yapıyorlar... Birisi on şişe patlatıyorsa, öbürü yirmi patlatıyor... Açıkartırmadaymışçasına bir yarış var... Bir mezat salonundalar; ak baldırlarla ak göğüslerin patlatılan şampanya şişelerinin "çıssat" ve "foşşş" sesleriyle ambalajlanarak satışa sunulduğu bir mezat salonunda... Her gece bir servet karşılığında patlatılan şampanyaların fiyatı hacıağalar için bir gazoz denli ucuzdu; Gazoz A DANA "…..önce o 'çıssat' sesini çıkarır, sonra 'foşşş' diye fışkırır…Çekişmek için ille de zaman gazozu olmalı... Sadece gazoz da olsa olmaz, sadece zaman da… Zaman gazozu olmalı ki, kiminkinin daha çok foşurdadığı anlaşıl Gazoz Dünyalar gibi "çıssat" diye patlaması, iri bir "foşşş"la foşur foşur akmasına karşın ona yüklenen imge hep şampanya olurdu... Zaman gazozu, Şehir gazozu, Vatan gazozu, geceleri tebdili kıyafet yaparak pavyon hayatına da renk katarlardı... O yıllarda hayatın gizemi mi şampanya kılığındaki bu gazozlardan geliyordu, yoksa şaşırtıcılığı mı, pek kimse bilmezdi... Sorgulayan da pek çıkmazdı... Sorgulanmayan bu hayatı tüketmek için herkes kendince bir katkı koyardı... Böylece, günümüzde kimi ekmeğe muhtaç bu hacıağaların ruhu o foşurtularla yayıldığını sandığı bir kösnül kokuda yiterken, geleceğini de yitirdiğinin farkına bile varmazdı... Hovarda hacıağa, her gece bir servet harcadığı konsomatrisin ayakları dibinde patlattığı gazozu şampanya sanadururken halk ise gazoz içerek eğlencesine renk katardı... İkisi de gazozla eğlenirdi, ama halk şekeriyle karbonuyla gazoz gibi gazoz içerdi... Artık yitik bir dünyaya ait fotoğraf karelerinde kalan o yıllardaki Seyhan'ın kıyısında nehrin çağıltısı, çınarlarla kavakların hışıltısına, rüzgârın uğultusuna karışırdı... Sosyal yaşamın kalbi tam anlamıyla nehir kıyısındaki parklar, bahçeler ve gazinolarda atardı... Saz heyetleri konserler verir, hanendeler şarkılar söyler, kantolar, düettolar, operetler, tek perdelik güldürüler sahnelenirdi... Ermeni Haçik'in kızı Virjin, söylediği şarkılarla, Yahudi Menteş'in kızları, dans gösterileriyle mestederdi Adanalıları... Seyhan kıyısında, insanı alıp başka dünyalara götüren nefis portakal çiçeği kokularıyla yeşilin sarmaş dolaş olduğu parklar, bahçeler, gazinolar halkın buluşma yerleriydi. Yağ Cami, Büyüksaat, Bakırsındı, Taşçıkan ve Çukurkahve çevresi tuluat tiyatroları, kumpanyalar ve çeşitli varyete topluluklarının, kantocuların mekânıydı. (4) O yıllarda halk bağlarda, bahçelerde, Seyhan kıyısında piknik yapar, cirit oyunları, güreş karşılaşmaları düzenler ya da izlerdi... Şimdilerde ise baraj kıyısında mangal yapıyor... Adanalıların Seyhan kıyısında filizlenen çay bahçesi geleneği, çağa damgasını vuran ekonomik yapılanmalara ve kentin gelişimine koşut oluşan kent coğrafyasında, güneyden kuzeye bir yol izleyerek geldi bugünlere... Gazoz ve çay bahçesi geleneği inatla yaşatıldı... Nehir kıyısından başlayarak Büyüksaat, Yağcami ve Taşçıkan üzerinden yeni açılan Atatürk caddesine, oradan Sular'a uzanan bahçe kültürü, teknolojik gelişmelerin etkisiyle sürekli biçim değiştirse de, inatla sürdürüldü... Kenti henüz yeni bir aşiret türünün, kent aşiretlerinin teslim almadığı yıllardı... Günümüzdeki gibi umut dolu düşleri solduran delirmiş bir trafikten eser yoktu...Tarlaların bir yanı kehribar sarısında ölüme yatarken bir yanındaki pamuk tarlalarının gümrah yeşiline ak bulutların ak güllere dönüşen ak gölgeleri düşerdi... Ak bir denizin tirşe ufuklarına doğru uzanan o gölgeler, şu anda olduğu gibi anıların külünden sağaltılacakları yeni anımsamaları beklemeyi öğrendi zamanla... Halk, Cumhuriyet öncesinde ve kuruluştan hemen sonra olduğu gibi o yıllarda da çay bahçelerine giderdi. Gazoz sessiz tanığıydı her yaşanmışlığın... Bahçelerde buz dolu kova içinde şişeyle pazarlanan gazoz, cadde ve sokaklarda, kaldırım üstlerinde, yol sekilerindeki gezici üretim birimlerinde üretilerek kadehlerle de satılırdı... Halk, "karpuz kazan", derdi, o gezgin gazoz üretim birimine... Üç ya da dört tekerlekli arabaların üzerinde gezdirilirdi karpuz kazanlar... Gazoz yapımı için gerekli hammaddelerin olmazsa olmazlarından şurup küçüğrek bir kazana, karbondioksit ise Diyarbakır karpuzu iriliğindeki kazana depolanırdı... Ne yazık ki yerel yönetim, türünün son örneği bir karpuz kazan gazozhanesini 2007 ilkbaharında yasakladı; nostalji yaşatma çabasıyla kent kültürüne katkısına izin vermedi... O karpuz kazan gazozhanesi kimbilir ne olaylara, ne ilişkilere tanıklık etmişti... Eskiden, yol boyunda yürüyüşe çıkan aileler ya bu karpuz kazanlardan gazoz, ya aşlama, ya koruk suyu, limonata ya da şeker kamışı suyu içerdi. Meyan kökü suyundan yapılan aşlamayı sevmeyen çocuklar, karsambaça, bicibiciye bayılırdı... Aşlama, babalar tarafından prostatın ilacı diye kâseler dolusu içilirdi... Çocukların çok sevdiği karsambaçla bicibici önceleri Toroslar'dan katır sırtında getirilen karla, daha sonra buzla yapılırdı... Rendelenmiş kar ya da buzun içine pekmez dökülürse karbambaç, suyla pişirilip katılaştırıldıktan sonra bir kase içine dilimlenen nişastanın üzerine pudra şekeri, gelincik suyundan elde edilme kızıl renklendirici dökülürse bicibici olurdu... Toplum, o yıllarda medyatik terörün virütik etkisinden çok uzaktı... O yıllar için baskın bir gazoz kültürünün etkisinden söz edilse hiç de yanlış olmaz... Seyhan kıyısından başlayıp Karasoku üzerinden Atatürk caddesine, Sular'a aşama yapan eğlence dünyasına, hayata her yönüyle gazozun damgasını vurduğu söylenebilir... 1930'lu 40'lı yıllarda tiyatroların, müsamerelerin sahnelendiği, çeşitli kumpanyaların gösteriler düzenlediği, konserlerin verildiği Seyhan kıyısındaki çay bahçelerinde, Halkevindeki etkinliklerde gazozun yeri özeldi... Önceleri Seyhan Saz'da sahne alan saz heyetleri, zamanla Emirgan Çay Bahçesine, Ulus ve Gül bahçesinden yazlık sinemalara aşama yaptılar, ama gazozun yeri hiç değişmedi... Özellikle 1950'ler bu konuda ayırtedici bir özelliğe sahiptir... Adana tarihinde bir değişim ve dönüşüm sürecindeki yaşanmışlıklara katkılarıyla benzersizdir... Hergün yeni bir fabrikanın kurulduğu Adana o yıllar Türkiye'sinde umudun simgesi olmuştu... Çünkü Adana halkı ağası denli marabasıyla da varsıldı, mutluydu, umutluydu... Paranın en yüce değer olduğunu keşfederek aralarından bazıları daha sonra komprador burjuvalığa soyunacak hacı ağalar sazlarda, barlarda, pavyonlarda şampanya niyetine gazoz patlatırken işçisiyle işsiziyle halk da Emirgan, Gül ve Ulus çay bahçelerinde çekirdek, fındık, fıstık çıtlatıp gazozunu içerken Hamiyet Yüceses, Müzeyyen Senar, Neşe Karaböcek, Nurinisa Toksöz ve Nezahat Bayramları dinliyordu... Seyhan kıyısındaki saz ve barlardaki gibi zamanla çay bahçelerinin de, en son Emirgan'ın da pabucu dama atıldı ve Adanalılar yazlık sinemaları keşfetti... Aile yerleri, statü göstergesi olarak localar ve bekâr bölümleriyle Yılmaz Güneyli yazlık sinema çılgınlığı damlarda sinemalara dek yaygınlaştı... Kışlık Erciyes, Tan, Asri, Ünal, Lüks ve Alsaray sinemalarından sonra pıtrak gibi açılan yazlık sinemalarıyla Adana tuhaf bir modernist süreçten geçti... Evlerinin yolunu tuttukları havanın görece serinlediği saatlere dek bir gecede "36 kısım tekmili birden" iki, üç film izleyen Adanalılar, sinemalarının pornografik işgali karşısında neye uğradıklarını pek anlayamadılar... Ekonominin lokomotifi tarımdaki çöküntüyle birlikte her şeyin altının üstüne gelmesi nedeniyle de modernist süreçten postmodernist sürece nasıl geçtiklerini de pek algılayamadılar... Düşlerinde bile görmedikleri türden bir elektronik kabile hayatını yaşamaya başladıklarında çekirdekli, fındıklı, fıstıklı ve en önemlisi gazozlu günleri anılarında çoktan sepyalaşmıştı... ................................................................ (1) Ç.Yiğenoğlu/Kırmızı Koku, Roman. (2) (ha) Yassı taş, oyun aracı/adı. (3) (ha) Ütmek: oyunda kazanmak. (4) Nurhan Tekerek, Adana'ya Kar Yağmış, s:307 14
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle