25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Ahmet Bozkurt'tan "Unutma Zamanı” ‘Yazmak, bir bakışın kurbanı olmaktır’ Felsefe, tiyatro, edebiyat kuramı ve eleştirisi alanındaki çalışmalarıyla tanınan Ahmet Bozkurt’un kaleme aldığı “Unutma Zamanı”, edebiyat eleştirisinin ve kuramının sınırlarını genişletiyor. Daha önce “Şair Çalışıyor”, “Varlık Tutulması” ve “Orpheus’un Bakışı” isimli yapıtları kaleme alan Ahmet Bozkurt ile yeni kitabını konuştuk. r Duygu KANKAYTSIN nutma Zamanı’ndaki çerçevesiz yazılar kadim topraklara uzanırken kitaptaki toplam “geçmişin şimdisini” eleştirinin ne’liği üzerinden okutuyor. Söz ile yazının karşıtlığı da burada başlıyor. Yanılıyor muyum? Söz ile yazının kadim ilişkisini Derrida’ya kadar biriktirdiğimizde, Unutma Zamanı’yla senin oluşturduğun miti bizimle paylaşır mısın? Bir parantez bazen insanın en temel varlık sorusu olabiliyor Duygu. Tüm yapıp ettiklerimiz, ürettiklerimiz oluş halindeki bir dilin sancıyan varlığından haber veriyor kendisini çoğu zaman. O nedenle yazının ilkselliğine yapılan vurgu benim için her zaman temel düstur olmuştur. Sözle değil yazıyla hemhal olmak tek sığınağıdır insanın. Şeyh Galib “O benlikler hep vehmi gumanındır” diyordu. Ben de her defasında, yazınsal tüm uğraşılarımda bütün bağlamları parantez dışı tutarak hep öteki dillere, öteki duyuşlara yönelik bir görme biçimini kışkırtıyorum. Çünkü bu edim biraz da muarızı olduğu tüm çizgiselliklerin dışında aslında dünyanın bir dil olarak beliriverdiği tasavvurun vehimsel ve mitik yüzünü aralıyor. Benim mitim de bir yanıyla zamanla, bellekle, oluşla kurduğum bu vehimsel parantez içlerinden oluşuyor. Çoğul ve kendi labirent metinleriyle örülmüş bu dünyada şimdilik söylenecek ve dillendirilecek her şey geçmişin şimdiliğinin de farkında olarak meydana getirilen bir mevcuttan ibaret. Tüm zamanı kuşatan bir eylem biçimi olarak yazı sözün ötesinde bir hakikate sahiptir. Derrida’nın üzerinde durduğu sözyazı karşıtlığı da aslında kadim Yunanlıların logos’u anlamlandıran, çoğu zaman ise yaratımın araçsal nedeni olarak gördükleri bir hakikat olarak dizgeleştirdikleri bir yapıdan ibarettir. Yazının miti, yazının hayata dahil olduğu an başlar. Her yazarın söyleme ve eyleme biçimi de bu sınır çizgisinden başlıyor. Eğer bir mitten bahsedeceksek benim mitim sınırın sınırsızlığından yol alıyor hep. Yazmak senin için bir mekâna sığınmak aslında. Bu da hiç kuşkusuz bellek evine götürür bizi. Yoksa insan yersiz yurtsuz kalır bu algıyla. İşte yazının hakikati ve oluş sorunu da burada başlar. Peki, bu oluş halesinin içini neler doldurur? Sendeki karşılığı nedir? Yazmak hep bir perdeyi aralamaktır aslında. Dahası yazmak bir yazgı, süreğen bir ilenç gibi dönenip durur etrafında kişinin. Yazarın kelimeler mezarlığından bir yurdu vardır artık. Sorduğu tüm sorular, yazarın kaydını tuttuğu aradünyayı silme tehlikesini de içerisinde barındırır. Hem de zamanın örttüğü bir ölümle el ele vererek. Yazmak ediminin ıska geçtiği sonluluk hâli, hiç tükenmemecesine, kendi labirenti içerisinde tutsak alır yazarı. Yazmak, yazarı için süreğen, bitimsiz bir eylemdir bu durumda. Zamanın diğer biçimlerinin burada herhangi bir hükmü geçmez. Gilles Deleuze yazmayı asla tamamlanmayan, her zaman meydana gelmekte olan ve her an yaşanabilir ya da yaşanmış malzemeyi aşan bir oluş meselesi olarak görüyordu. Yazıyı oluştan ayırmayan Deleuze gibi ben de yazarken bütün oluşların insanı içine ittiği yazma sebebinin arayışı içerisindeyim. Bu arayış her ne kadar bir kaçış bileşenine sahipse de yazının açtığı yaranın farkında olarak kendi kişisel tarihimizde “ben” demenin ve kendi dilimizin içerisinde yabancı bir dili oluşturmanın, o dilin tarihine sahip olmanın hazzına varmak gerekiyor. Yazının açtığı tüm koridorlar, hep yeniden üretilen hakikatin dilde yitişinin bir kaydı olacaktır. Yazmak, tam da bu nedenle, bir eylemden kaçışın, varlıktan kaçışın bütün imlemlerine sahiptir. Yazmama, yazamama durumunun belleğe hükmeden arzusu doğal bir tepi içerisinde gerçekleşir. Yazmak, bir bakışın kurbanı olmaktır. Beckett’in, Proust’un, Kafka’nın, Blanchot’nun ve daha nicelerinin ne türden bir bakışın kurbanı olduğunu enikonu açığa çıkartacak bir yazının peşine düşmek gerekiyor. “YAZI BENİM İÇİN BİR SÜRGÜNLÜĞÜN EN YERLEŞİK ADRESİ” Unutma Zamanı kitabından önce Şair Çalışıyor, Varlık Tutulması ve Orpheus’un Bakışı’nı bizlere armağan ettin. Senin için bu toplamların her biri yerleşiklik midir? Toplamlarının bu kaN İ S A N 2 0 1 5 Fotoğraf: Mahmut TURGUT “Hepimizin borçları olur, olmuştur. Ben, yazılarımla kısmen borçlarımı ödemeye çalıştım zaman içinde.” U dar olmadığını bilen biri olarak öyleyse geçici yerleşiklikler mi demeliyiz? Yazılan her metin kendi içerisinde ayrı bir yerleşikliğe sahip elbette. Fakat yazı benim için hep bir sürgünlüğün en yerleşik adresi olmuştur. O nedenle yazının o sonsuz coğrafyasında gezinen bir sürgünüm. Önceki yapıtlarım da kapsam ve etki alanları açısından hep sorular soran ve o soruların yarattığı anlam dünyasında zamanla, bellekle, yazıyla kurduğumuz ilişkiye bir parantez açmaktan ibaretti. Parantez hep açık duracak. Ürettiğim tüm metinler aslında kalıcı yerleşikliklerimdir. Beni bekleyen toplamların büyüklüğü her defasında gözümü korkutsa da henüz yolun başında olduğum aşikâr. Yazılmayı bekleyen yarım kalmış pek çok çalışma beni fazlasıyla kışkırtıyor. Yazının çağrısında buluşturduğun Oğuz Atay, Bilge Karasu ve Enis Batur’la senin sorunsallaştırdığın “yazının oluş hali” için dilin kullanımına yönelik poetik açılımlar getirdiklerini söyleyebilir miyiz? Elbette, dilin kullanımına dair pek çok poetik açılım mevcut. Fakat ondan da ötesi Atay, Karasu ve Batur sarmalında ilerleyen bir bilinç, oluş hali ve yazının utkusunda varsıllaşan bir bambaşkalık mevcut. Kendi sorularına verdikleri cevaplarla çoğalan bir labirentmetin söz konusu. Başkalık, bellek ve kendi anadilinden bir azınlık dili oluşturan bir görme fenomenolojisi mevcut. Kendi anadilinde bir yabancıymış gibi konuşan, aynı zamanda kendi anadilinde tüm zamansal ve uzamsal kapanımları metnin İçerisinde yerlemlendiren bir bakış yazınsal coğrafyamızın erişebileceği zenginliğin nerelere varabileceğini de deneyimleyecektir. Şiirin Bellek Dramaturgisine Giriş söyleminle ben ve “öteki”yi, diyalojik bir ilişkiyi ve dahi görme biçimlerini bize imliyorsun. Şiirin bellekle olan ikiliği şiirin var oluşunun bir kanıtıdır. Şiirin bellek dramaturgisi dendiğinde ise varoluşun yapısökümüne işarettir. Bu da bilindik, sıradan ve şiirin ne’liği üzerine okumaları tersine iterek şiirin ne olmadığı, ötekilik ve ayna kuramını akla getirir. “Şiirin Bellek Dramaturgisi” söylemin eleştiri yöntemleri açısından ne derece yazının eşiğinde iş görür? Bunu tartışalım, ne dersin? Yazının, şiirin ve eleştirinin ne’liği üzerine düşünen ve bu bağlamda söylem geliştiren bir yazınsal belleğe sahip değiliz. Düzçizgisel bir mantık dizgesinin örgütlediği ezberlerin dışına çıkabilmiş de değiliz. Zira bizim yazıyla, sözle, dille kurduğumuz ilişki modernleşme paradigmasının seyrinde de belirleyici olmuştur. Bu da doğal olarak akla, tarihe ve zamana geç kalmış bir bellekle baş başa bırakmıştır bizi. Dolayısıyla adına eleştiri dediğimiz yapı bizde daha çok iyikötü karşıtlığını bile çoğu zaman gereksizleştirecek bir alıntılar toplamı, tarihselleştirme uğraşı ve ideoljik paradigmalara eklemlenmiş kanonik bir ünsiyet bağıyla var olmuştur hep. Bugün Türk şiir eleştirisinin şiirin biçemsel yönelimlerini, geleneksel ve modern reflekslerini, uzviyetçi paradigmaya yaslanan dolaysızlığına ve jeokültürel kırılmalara yoğunlaşmayan, şiirin özgül evreni ile kesişmeyen bir yerde konumlandığı çok açıktır. O nedenle cevaplanması gereken soruların yekunu epeyce fazladır: Eleştirel söylemin her şeyden önce dilsel bir yapı içerisinden inşa olduğunun görmezden gelinmesi ve neredeyse diğer yazın türlerinin, hikâyeleştirme, anı, iyikötü karşıtlığı gibi bazı öznel durumlarının eleştirel söylem içerisine dâhil edilmesi Türk eleştiri geleneğinde ne türden arızalara yol açmıştır? Son zamanlarda eleştirinin neredeyse birebir kitap tanıtım yazılarıyla eşitlendiği bariz bir şekilde gözlenmekte. Ele aldığı metni özgül bağlamı içerisinde ele almaya imkân vermeyen böylesi bir yöntem gerçekte nihai amacı ele aldığı metni özgürleştirmek olan eleştiriye bir katkı olarak mı görülmeli yoksa onu akamete uğratan bir biçim ya da ondan tamamen ayrı düşünülmesi gereken bir alan olarak başka bir bağlama mı oturtulmalıdır? Bugün için Türkçe eleştirinin, başlangıcından bugüne katettiği zamansal aralıkta, Türkçe şiir eleştirisini belirleyen, kuran ve varsa eğer, kesintiye uğratan saikler nelerdir? Günümüzün şiir iklimini yeşerdiği çevrimsel koşullara bağımlı kılan, ayrıştıran olgular nelerdir? Eleştirinin bu bağlamda üzerine vazife edineceği bilinç durumları nelerdir, neler olmalıdır? Sadece bu sorular bile yazı, şiir, eleştiri sarmalının nerelere ulaşabileceğine dair net bir fotoğrafa sahiptir. Bu sorular öncelikli olarak cevaplanmadığı müddetçe eleştirinin bir alıntılar toplamı, hep aynı olanın tekrarının sürekli olarak bir aktarma mantığı içerisinde karşımıza çıkan örneklerinden kurtulmamız pek mümkün görünmüyor. O nedenle hem yazınsal belleğimizi hem de şiir bilgimizi dönüştürecek bir algıya, bir diyalojik yönteme ihtiyacımız var. n Unutma Zamanı/ Ahmet Bozkurt/ İnkılâp Kitabevi/ 336 s. K İ T A P S A Y I 1313 S A Y F A 1 8 n 1 6 C U M H U R İ Y E T
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle