Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Nereye gidebilirlerdi? Onların gidecek yerleri yoktu. Devlet yoktu. Bir adres yoktu. Onlarınki sadece gitmekti. Evet, Çakır’ın ailesinin yanı sıra Öykü’nün Taner’iyle de yakın tarihe önemli bir toplumsal eleştiride bulunuyor roman. Her iki tarafta da parçalanmış, örselenmiş hayatlar... Kimbilir, belki de onların tutkalı acılardır. Toplumsal eleştiriye gelince, romanım kuşkusuz politik bir roman. Koynunda bir de güncesi var. Günce okunduğunda görülecek; romancı olarak bir şeyleri yıkmak, yeniden kurmak, politika yapmak gibi bir derdim yoktu. Olanı yazdım, hayatın gerçeğini roman gerçeğiyle harmanlamaya çalıştım. Yazdığım metnin her şeyden önce bir roman, evet bir roman, ne eksik ne fazla, bir roman olmasını istedim ve romanımdaki insanların önce insan olmalarını istedim. Sonra, hayat onları nereye savurduysa savuruyorsa oraya gitmelerini. Cennet’in Arka Bahçesi’nin Kürt sorununu günümüzden on beş yıl önce sadece politik açıdan değil, insani açıdan da irdelediğini düşünüyorum. “ÖYKÜ, BİR TUTUNAMAYAN!” Sevmek; eksikliği veya yalan yanlışlığı ile bunaltıyor kişileri hele ki Öykü’yü. Öykü’nün sorunu sanıyorum şu; sormak, öğrenmek, bilmek, rahatlığı ve tekdüzeliği değil, tedirginliği ve acıyı seçmek, cennetin içini değil, arka bahçesini, belki de cehennemi. O, kendi kendisinin sürgünü. Yalnız. Ama yalnız olduğu için acı çekmez. Yalnızlık onun seçimi. O, bence, bir “tutunamayan.” Kim bilir, belki de “tutunmak” istemeyen. Buna içinde yaşadığı düzen de izin vermez. Sevgi, aşk diye gözlerini kapatarak erotizme sığınması da ondan, diye düşünüyorum. Cennet’in doğası yatıştıran, güven veren olarak çizili fidanlarca. Herkesin eli toprağa mutlaka bir değiyor. Gidecek olan da kalacak olan da bir iz, bir yaşam bırakmak istiyor sanki. Yazar da her şeyi bilinçli kurmuyor, kuramıyor. Romanın gerçekliği, oradaki hayat dayatıyor bazı şeyleri. Şimdi siz söyleyince fark ettim de, haklısınız. Galiba bir iz, bir nişan, bir yaşam bırakmak isteyen insan, çoğunca bilinçaltının dürtüsüyle korkusunu yenmeye çalışıyor, yaşamak istiyor, kalmak, tutunmak istiyor ve doğayı görüyor. Doğayla ilişkisi yoğunlaşıyor. Bu, ilk insandan bu yana böyle. Çakır’ın Koltuktaş’ı anılabilir burada, bir ilk insan gibi taşla taştan yonttuğu, elinin sıcaklığını taşıyan. İsmet Bey’den Ceviz ağacı, ve Memo’nun nar ağacı ve Osman amcasının diktiği zeytin ağaçları, biri kuruyan, Dilan’ın ağacı. “DİLAN TÜRK KADINLARIN, KÜRT KADINLARIN ÇOCUKLUĞU” Dilan... Sessiz, hasta. Kaderi nelere karşılık geliyor yaşamda? Hepimizin canını acıtan bir yanıt olacak bu ama söylemeden edemeyeceğim: Dilan Türkiye’ye benziyor, Dilan bize benziyor, Dilan Türk kadınların, Kürt kadınların çocukluğudur, ölmeleri, öldürülmeleri ve ardından ağlamak için sakladığımızdır. Umarım okurlar çok görmez bu sessiz çığlığımı. Ve günce... Dediğiniz gibi “Roman, C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I bir dünya, kuran ben, içindeki yine Ben (mi?)” Yanıtı burada da isteriz! Tamam, roman güncesi diyelim, benim için bir iç dökme, dertleşme. Kiminle? Galiba orada Habib, bir şeyleri kurmaya, yaratmaya çalışan yazar Habib’le dertleşiyor. Belki biraz da roman kişileriyle. Evet, roman kahramanlarından söz ediyorum. Onları siz yaratıyorsunuz, asıl dert ondan sonra başlıyor, romancı olmanın ötesinde sorumluluk üstleniyorsunuz, o insanlara dönük, onların yaşadıkları sizi etkiliyor. Dilan’a ağlamıştım. Çakır’ın babaannesini anlattığı bölümleri yazarken de “ağlak” bir romancı olup çıktım. Ne yapalım, bu pek anlatılmasa söylenmese de kendisinin kurguladığı insanların trajedisine ağıt yakan yazarlar az değildir, diye düşünüyorum. Şöyle bir örnek vermek istiyorum: Hamriyanım adlı romanımda gerçekten yaşamış bir kahramanım vardı, Metin. Metin gerçek hayatta intihar etmişti. Romanda da öyle oluyor. Roman neredeyse onun üzerine kurulur. Ama o hep siliktir. Onu başkaları anlatır. Roman’ın hikâyesi Metin gibi gözükse de Metin’e dair (intiharının dışında) pek bir şey anlatılmaz. Onu anlatanlar, kendilerini anlatırlar, hayatı anlatırlar. Metin, kendisini roman gerçeğinde anlatamayacak kadar hayatın gerçekleri içinde kalmış. O bir tutanak, neredeyse bir sahne dekoru. Romanda varsa onu roman gerçeğinde anlatan roman kahramanları olduğu için var. O, hayatına nasıl son verdiyse romanda da kısacı öyle anlatılır, daha doğrusu değinilir. Onun romandaki intiharı beni çok etkilememişti, yazma aşamasında. Çünkü ben onu tanıdığımda yaşamını bitirmişti. Onu ben yaratmamıştım. Onun duygularını bilmiyordum. Ama aynı romanda psikolojik anlamda hasta olan, fırsatçı diyebileceğimiz, Yeşilçam tabiriyle “kötü adam” Fritz’in intiharı beni çok etkilemişti veya aynı romandaki köy kökenli Fatma’nın uçurumlar kadar derin yalnızlığı. Soruya dönüyorum: yarattığım her insan biraz da Ben. Kimin Ben’i? Benim olduğu kadar okurun da Ben’i diye düşünüyorum. O dünyayı kurgulama becerisini gösterebildiysem roman kişilerinin bir Ben’i olduğu içindir ve o dünyada, roman gerçeğinde yaşamaları. “Yurt” tanımınızı sorarak bitirelim söyleşimizi. Yurt, burada “haymat” diyeceğim, çocukluğumuz, anne deyişimiz, bebekliğimizde elimize alıp ağzımıza sokarak tanıdığımız nesneler, barış, barış yoksa barışın özlemi, dostluk, kokular, bende bir dere kıyısı, sularına güneşin ve çocuk yüzümün yansıdığı, bazen de vesikalık bir fotoğraf, polis kayıtlarında, evden çıkarken arkamdan annemin bakışı, sakalları canımı acıtmasın diye babamın beni öpmeye kıyamayıp saçlarımı koklayışıdır. n gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr Cennetin Arka Bahçesi/ Habib Bektaş/ Delidolu Yayınları/ 480 s. Gâvur İmam’dan Çakır’ın RomanınaCennetin Arka Bahçesi Roman Güncesi/ Habib Bektaş/ Delidolu Yayınları/ 104 s. Gölge KokusuEylül Fırtınası Filminin Romanı/ Habib Bektaş/ Delidolu Yayınları/ 392 s. 1313 1 6 N İ S A N 2 0 1 5 n S A Y F A 1 5