02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Enis Batur ve Selçuk Demirel’den ‘Bir Balık Başka Bir Balığa Onu Sevdiğini Söyler mi?’ ‘Yeni kanon denemelerine ihtiyacımız var’ ğim, edindiğim ya da başıma gelmiş nesneleri şahıslaştırırım, isim veririm. Yalnız başıma iken diyalog kurduğum olur. Masa, sandalye, kalem, kâğıt gibi yazı âleminin unsurları tabii ayrıcalıklıdır bu anlamda. Bunlar bana ait olmasa bile, bir vitrinde görsem bile ben de çalışmaya devam eden nesnelerdir ya da yaratıcılık unsuruna yataklık eden diyelim ki vitrinde gördüğüm bana ait olmayan bir viyolonsel, derhal adıyla, sanıyla, özellikleriyle, duygularıyla, içlenmesiyle, gecenin o vitrinin ışıkları söndüğünde yalnız kalışıyla, sabahı bekleyişiyle bende harekete geçer. Tabii bu şahıslaştırma, canlandırma operasyonu Selçuk Demirel’in de devreye girmesiyle iyice ete kemiğe büründü. Çok doğru okudu Selçuk metinleri, çok doğru gördü, hissetti. Zaten ne Selçuk ne ben bu kitabı bir illüstrasyon çalışması olarak görmedik. Çünkü o beni çok çeken bir iş değil, kötü anlamda bir dekorasyon gibi kalıyor. Buradaki düpedüz bir metinle bir çizerin diyalog kurması, yani harfleri çevirme, tercüman diye bakıyorum Selçuk’un yaptığı işe. Bu, Selçuk Demirel’le ilk çalışmanız değil... Evet, ama genelde şöyle oluyordu: Ya ben bir şey yaptığım için o harekete geçiyordu ya o bir şey yaptığı için ben üstüne bir şey yazıyordum. Bu kitabı ise ilk defa bütünüyle ortak bir proje olarak düşündük. Yapılması da ikimizin de yoğunluklarından dolayı 45 sene sürdü. Değişik bir anlatı, yazı diline bir yetişkin dili ne de bir çocuk dili. Sanki biraz arada… O şuradan kaynaklanıyor; çocuklarla ilişkimde beni başlangıçta en azından biraz tedirgin eden ama zamanla rasyonalize ettiğim bir özelliğim olduğunu düşünürüm. Çocuklarla çocuk dilini hiçbir zaman konuşmadım, böyle bir marifetim yok. Onlarla koskoca yetişkinlermiş gibi konuşurum. Dört yaşındaki bir çocuğa nasılsın, hayat nasıl gidiyor gibi sorular sorarım mesela, hiçbir sıkıntı da yaşamadık bu konuda. Onun için yazarken de yaşça ufak birtakım insanlara bir şey yazıyormuş duygusu hiç taşımadım. Düşünce biçimleri büyüklerin kalıplarına henüz girmemiş bir düşünce biçimi olacağı için en doğru okumayı yapacağını öngördüğüm çocuklar da yaşça yedinin altında olanlardır ayrıca. Bir de büyümeyen insanlar var ki onlara bayılıyorum ben. Onların hemen doğru kanala gireceğini deyim yerindeyse damardan ilişki kuracaklarını tahmin ediyorum. Kitabın devamı gelecek gibi. Ne gibi kalıntılar bırakır bu metin yapısı sizde? Evet, aslında benim elimde bir o kadar daha soru vardı ve onları Selçuk’a da gösterdim, mutlaka bunları da yapalım dedi. İkinci cildine yönelmemiz olası görünüyor. Yani evet buradan bir şeyler doğabilir, bir heyecan yarattı, bir koridor açtı içimizde. Bu beni yan odalara ya da daha geniş bir salona götürebilir. Hatta çok hacimli bir kitabı bütünüyle bu perspektiften kurma gibi bir eğilimim de olabilir. Yazınınızda loş mekânlar, loş atmosferlerle sıkı bir yakınlığınız olduğu bilinir. Bunu anlatır mısınız? Var, var tabii. Işığın çok göz kamaştırıcı olmamasına dikkat ediyorum. Biraz alacakaranlık etkisi yaratmak, alıştıra alıştıra gözün metnin arkasındakini görmesi dolayısıyla yazılı bir metnin hızlı bir biçimde soldan sağa ve yukarıdan aşağı tüketilmesi değil, ağır ağır, sindire sindire okunması, günü geldiğinde geri dönülmesini isterim. Bu okur olarak yaptığım bir şey olduğu için yazar olarak da okurdan bekleme hakkımı kullanıyorum. Din içi konularla ve temalarla hani öyle mana denizine düşeyim gibisinden bir yaklaşımınız olmadığını bilmekle birlikte tasavvufa ilginizi biliyorum. Bunu anlatır mısınız, bir de “Sır” ile mi başladı? Yok, çok daha öncesi vardı hatta 70’lerde yoğun bir ilgi duymaya başladım. İç dünyayı zenginleştirici her türlü bilgi ve edim alanı olarak ilgimi çekiyor. Rasyonalini çalıştıran bir insanın orada bulacağı unsurlar açısından görmeye çalışıyorum hep. Var oluş ekseni açısından yani insanı derinleştirme süreci vat eden bütün öğretilere zaafım var, tasavvufa ilgim de bu yönde. Din kültürünün biraz marjinal bir alanı tasavvuf. Her zaman Ortodoks din bünyesinin hoş karşılamadığı bir kanat çünkü ona ters düşen birtakım yaklaşımlar da getirebiliyor. Gözümde tasavvufu çekici kılan taraflardan biri de bu olabilir. Kaldı ki bu çok önemli bir kaynak, sonuç olarak tüm dinleri göz önüne alırsak belki de 5 bin yıllık bir gizemcilik deposu. “EVRENSELE EN ÇOK ŞİİRDE YAKLAŞTIK” Tarih, metafizik, çatallanan, kollara ayrılan, ayrılması olası edebi dil boyları, yeni diller anlamında şu sıralara sizi en heyecanlandıran neler okudunuz ve okuyorsunuz? Örneğin en tazesi yeni yazmaya başladığım metin, onu yazmaya beni yönlendiren şey de bir kitapta rastladığım ve yağmur suları üstüne çalışan, hafif uçarı bir bilim insanından söz eden bir anekdot. Bu benim içimde çalışmaya başladı. Yağmur sularının özellikleri, eskiden birikmiş 100150 yıllık yağmur su depoları ki bir kısmı doğal depolar, onlardaki suyun terkip özellikleri, kullanılabilirlik durumları derken suya doğru gitmeye başladım. Tabii, su bir insanın bütün ömrünü verebileceği kadar engin bir konu. İşin içine girdikten sonra da o alanda çalışan bilim insanlarının, aralarında kopan büyük polemiklerin farkına vardım. Örneğin çok ciddi bir bilim insanı suyun belleği olduğuna ilişkin uzun süreli ve ciddi araştırmalarından sonra geliştirdiği tezi nedeniyle bilim dünyasınca dışlanmış ve yirminci yüzyılın ikinci yarısında dramatik bir şekilde terk edilmiş olarak ölmüş. Buna benzer çok öğe var. Bir yandan da su kültürünün insan hayatındaki önemi nedeniyle ortaya çıkan mimari unsurlar gibi birçok ayrıntı mevcut. Başlı başına bir evren yani heyecan ne kelime! Sonra on küsur yıldır tezgâhımda oyalanan iki kitap var, birisi eşekler üzerine, öbürü de melekler üzerine. Özellikle melekler yine aynı coşkuyla yaklaştığım bir başka konu. “Nasıl olur da hiç kimsenin çıplak gözle kesinkes görmediği bir canlı üstünden bütün bir dünya yaratılmış?” sorusu açıyor bir kapı burada. Resimde, şiirde var falan işte herkesin hayatında iyi kötü bir yeri var. Bir de kişisel melekler olduğunu sonra gördüm örneğin Klein’in bilinen o melek hiyerarşisiyle hiç ilgisi olmayan, kendi çizdiği, ölümünden bir sene önce gerçekleştirdiği, on dört desenlik, her birine “Unutuş Meleği” gibi adlar verdiğini öğrendim ve bunlar beni görünmeyen varlıklarla ilişki kuranlar üzerine düşünmeye yöneltti. Şiir sizin için tehlikeli bir iş, gelenek ise mayın tarlası gibi, bir yandan da vazgeçilmesi zor bir depo. Bunu açar mısınız? Gelenekle ilişkinizi, mesafenizi… Reddetme, öteleme durumu kesinlikle yok ama “gelenek benim komutanımdır, benim baş tacımdır, ben geleneğe göre kendimi konuşlandırırım” da yok. Bir de geleneği en geniş anlamıyla gören biriyim mesela Güney Amerika şiiri benim geleneğimin bir parçasıdır. Çin ya da Japon şiiri de öyle. Ulaşabildiğim her şey benim geleneğimin bir parçasıdır. Tam bu bağlamda Türk Edebiyatı’nın evrensele değme bağlamını nasıl değerlendirirsiniz? Bence bizde edebiyat türleri içinde evrensele en çok yaklaşabilmiş tür şiir. Bunu da Nâzım’lar, Melih Cevdet’ler, Oktay Rifat’lar, Orhan Veli’ler, Ece Ayhan’lar gibi, evrenselle temas kurabilmiş yabana atılamayacak sayıda iyi şairimiz olmasına borçluyuz. Bunlar, sonuç olarak evrensel değerlerin önemini hemen görmüş ve şiirlerini kurarken tabii ki kendi dillerinin birikiminden de yararlanmış ama başka pencereleri kapatmaya kalkışmamış insanlar. Bu anlamda gelenekle sağlıklı bir mesafeleri olmuş. Böyle bir zorunluluk ya da işte tek adres gibi bir durum yok. “DEMOKRATLAŞAN BİR DİL VÜCUDU KARŞISINDAYIZ” Bir yazınızda diyorsunuz ki “Osmanlıcanın şiirde, bugüne uzantı vermesini zorlama bir çaba olarak görüyorum.” Evet, şimdi Osmanlıca kelimelerin kendi auraları olduğu kanaatiyle, işte karikatürize ederek söylersem “hayat” dersek daha hafif oluyor, “yaşam” dersek daha okkalı oluyor gibi bir anlayış var. Şimdi ben iki sözcüğü de kullanma gerekçelerim olduğuna inanıyorum ve o nedenle her ikisini de kullanıyorum. Ama bundan ağır ol molla sansınlar duygusuyla yararlanmayı yanlış buluyorum. Ona bir sığınma, rantını yeme eğiliminde olan şiir çıkışları oldu. Buradaki sorun şu: Bu eğer kendiliğinden doğal bir akışın içinden geliyorsa evet ama taammüden yapılıyorsa sırıtıyor. Bir arkadaşım bir gün bana dedi ki; “Bu sıralar ne neşriyat yapacaksın?” Ben de dedim ki “artık neşriyat diyemeyiz.” Bu saatten sonra bunu zorlamanın anlamı yok. Burada bir rahatsızlık var. Benim Türkçeyle ilgili hiçbir rahatsızlığım yok çünkü. Onun için bu Osmanlıcaya da rahatsız olarak bakmamı gerektirmiyor. Bu arada şunu da belirteyim gözü kör ya da değil “Öztürkçeciler” de kalmadı neredeyse, çok az kaldı çok çok az hem de. Dil sonuçta çeşitli evreler geçiriyor yani bunun siyasal nedenleri oluyor falan, o ayarını bir biçimde buluyor. Bunu da çok öyle “halkın sağduyusu tayin eder”e falan bağlamamak lazım. Hayır, halkın sağduyusuyla ilgisi yok, bu yönlendirme meselesidir de. Eğitimle ilgisi vardır, dünyadaki gelişmelerle ilgisi vardır. Ama edebiyatı yani bir dil üzerinden sanatı icra eden kişilerin dil önünde birtakım tercihlerin olması gerekir, benim te¥ mel tercihim Türkçedir. Bir Balık Başka Bir Balığa Onu Sevdiğini Söyler mi?, metinlerini Enis Batur’un yazdığı, çizimlerini Selçuk Demirel’in yaptığı ortak çalışma. Kitap, canlı, cansız temalar üzerinden yöneltilen ve Max Frisch ile Jiri Kolar’ın günlüklerinden seçilen toplam on iki soruya Enis Batur’un kaleme aldığı yanıtsal metinlerden oluşuyor. Batur ile kitabı, şiirin gücünü, “yeni terminolojilere, yeni kanon denemelerine ihtiyacımız var” dediği edebiyatı, “mayın tarlası” diye nitelediği “gelenek”i ve “yapıtlarıma mümkün olduğunca yansıtmam” dediği kıyısından “siyaset”i, konuştuk. lem Tab artan k daha fa halk ke ha hızlı karşılık bu. Bir cudu k Mem Ben yakınm cum olu oluyor b lanmay Şu a çalışıyo çalıştığı Yirm diğin gi yorum. şası sür birkaç k da her z den kur tünlükl sıralar N mak üz ya Köp kadar g diğini im Çıkartm da geliy Bun dunuz y olacak Eve Yollar v Kişinin batmış rıya doğ olup ol Oto Old ¥ Ë Gamze AKDEMİR itaptaki metinlerin, birer sorudan yola çıkarak yanıtsal geliştirilen temalar şeklinde kurulu yapısı konu edilen varlık veya maddelere sıra dışı bakmaya yöneltiyor okuru. Tabii önyargıları sarsmayı amaçlıyor. Kitabın adında da yer alan balık mesela. Balığın yalın, tarafsız, dingin olma hali ya da mahcup olma hali önde çıkıyor belki. Oradaki sorunun altında yatan şey mesela balığı ne kadar görüyoruz, ona ne kadar bakıyoruz. Canlılar dünyasının en duygusuz, düşüncesiz, akılsız, hissiz türü diye sınıflandırıp rahatladığımız, tanışmak için hiçbir çaba göstermediğimiz, birçoğunun özgül durumunu hesaba katmadığımız bir canlı oluşu. Kitapta canlı cansız konu edilen her şeyde bizden bir iz var, bizde de onlardan bir iz var. Birbirimize hem muhtacız hem değiliz, hatta genellikle insanın onların laneti olduğu da örnekleriyle sabit. Bu arada kitaptaki soruların hiçbiri bana ait değil, Max Frisch’in ve bir başka Orta Avrupalı yazar Jiri Kolar’ın günlüklerinden harmanlayıp derlediğim sorular bunlar. Bakma ve görme eylemini güçlü bir empatiyle harmanlamak değil mi? Öyle, bütünüyle öyle söylenebilir. Size küçük bir sır aktarayım, özel hayatımda da böyle bir eğilimim var. Beni kuşatan, seçtiSAYFA 24 3 MART 2011 K CUMHURİYET KİTAP SAYI 1098 CUMH
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle