02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

D olay anlaşılan şiir erken eskir. Kullanılmış duyarlıkların yinelenmesi, tekdüze bir anlatı, belli bir biçeme sığınmak, şiirin kişilik kazanmasına engel olur. Gerçek ozan, kendi biçeminden yola çıkarken yeni bir söylem, yeni bir ses geliştirmek ister. Anlamın açıkta kalması şiiri yüzeyde tutar. Düz anlatımlı bir şiir çabuk tükenir. Bu anlayış tam olarak benimsenmese de, gerçek ustalık, açık bir şiire derinlik kazandırmasını bilmektir. O “Güvercin Curnatası”na kapılıp örtük bir şiirin izini sürenler arasında öyle imge kopuklukları var ki, uzak çağrışımlar bile bağ kurmayı kolaylaştırmıyor. Anlamı gizlerken anlam yitikliğine uğrayan bir şiiri nasıl yorumlamak gerekecek? eğinmeler MUSTAFA ŞERİF ONARAN ‘Ruhum Gövdemde Değil’ bir büyüteç gibi görmek istiyor şiiri. O büyüteçle bakıldığı zaman ne kadar suçsuz olduğumuzun ayrımına varıyoruz: “Şiir Tanrı katında suçsuzluğumuzun en güzel mazereti... En güzel mazereti... En onurlu ve yalnız mazereti...” Bir ozanın şiiriyle kişiliğinin örtüşen özellikleri olmalı. O ruh karmaşasını, “Şiirim: Tıpkı Ben” dediği, bölerek aktardığım dizelerde aramalı: “Ben hayata şiirle başladım. Babamın kâğıt ömrüne sözcük doğdum. Bana mutluluğu şiir öğretti. Mutlu insan bir uçurtma. Ben kendime şiirle başladım. Büyüyen ben değil sözcükler. Bana iyiliği şiir öğretti. İyiliğim mutsuzluğum. Ben sevmeye şiirle başladım. Sevmemek iyi şiir.” İnsan yaşamaya şiirle başladığı gibi, bir çelişkiler burgacına da şiirle kapılıyor. Şiir insana mutluluğu öğretebilir mi? Şiir içimizdeki iyi insana el uzatırken bizi mutsuzluğa mı sürükler? Emel Güz’ün şiirindeki çelişkiler sürüp gidiyor: “Bana çocuk kalmayı şiir öğretti. Yaşımı gövdeme giydiremem. Ben yalanıma şiirle başladım. Yalanımdan görünen her şey gerçek.” Sözcüklerin birer canlı varlık olduğunu şiirden öğreniriz. Sevi de şiirle gelir. Ama boş bir sözcük olarak gelir. Demek umutsuzluktur seviyle gelen, ruhu çürüten, insanı ölüme hazırlayan. “MÜSAİT BİR YERDE” Kendini iç gezisine hazırlayan bir ozan, o ballanmış tembellik içinde, hiçbir yere gitmek istemez. Düşsel bir yolculuktur onunkisi: “Ben’i hiç bilmediğim, ben’i de hiçbir şeyin bilmediği bir yokluğa götürmesini diliyorum minibüsün. Ama bütün arzular, kaçırmadan inmek zorunda olduğum o yorgun sokak başında “müsait bir yerde” kandırmacasıyla sonlanıyor” (Durak Manzarası). O müsait yer “yankısını bulamayan bir sessizlik” olabilir mi? Belki de kimi insanların içine bırakılan ölüm. Ya da yaşamayı göze alamadığımız bir sevi. Emel Güz, içimize ölümü bırakmışsa, yaşanmayan bir sevi ilişkisinin öcünü almak için, diye düşünebilir mi? “hanginizin içinde öldüm hepinizde kokum var. ....... dokunmadığım aşk doğurdu dokunmayan aşk parçalar yitirirse ağırlığını dağ hatırlarsa kanatlarını kuşlar.” “Anlaşılmayacaksın, ey kanatsızlık!” diyen Ece Ayhan’a gizlice gülümseyen dizeler... Emel Güz de kolay anlaşılmak istemeyen bir ozan. Yeter ki günlükleri o gizli dünyayı açıklamaya yarasın. Günlükleri anlamak için de şiir duraklarının uygun bir yerinde inmek gerekebilir. Ama Emel Güz “Yalnız kendine açılan bir kapı, yalnız kendine çıkan bir garip merdiven”de durmuşsa, o durak bizim için de uygun bir durak sayılır mı? Bir iç yolculuğuna bile çıksak yanlış durakta inmemeliyiz. O zaman kendimizden uzaklaşırız. Emel Güz gibi belki de kendimizden usanırız: “Ben artık saatleri sevmiyorum. Ben artık bekleyişi sevmiyorum. Ben artık kendimi sevmiyorum.” Ne diyordu Ferit Kam: “Şimdi kendimden usandım En küçük derdim budur”. İnsan kendinden usanınca var oluşunun da anlamı kalmıyor. Emel Güz kendinde kendini arıyor: “Varoluş nereye çıkar? Nasıl bir mekândır, dört yanı tenle çevrili ve güneşsiz o özlem? İçimde olmayan gerçek, dilimin dönmediği problemlerim, kendime büyüttüğüm korku, insana bölüştürdüğüm şiirlerim, canımın istediği saçmalıklar, içkisiz masaları demleyişim...” (Kusacağını Haber Veren Volkan Benim, Tanıdıklar Yakınımda Bir Şehir). İnsan kendinden usanınca ölümü bir kurtuluş sanıyor: “Bir büyülü kurtuluş olan yokluğum için...” BİR RUHSAL KARMAŞADAN ÇIKMA YOLLARI Emel Güz, ruh bilimcisi bir ozan olarak görüyor kendini. Bilinçaltındaki gerçeği araştırıyor. Bu gerçek bilinç yüzüne çıkınca karşılaşılan yüzleşme durumu nasıl olacak? “Epifani” dediğimiz bu ruhsal karmaşa Emel Güz’ün kendini tanımaya çalışmasıyla anlam kazanıyor: “merak yok geçtim kendi içimden evleri ev bildiniz insanı mendil uçtum avucunuzdan ağzımdaki telaşa kondum şiir sırla yazılır yalnızlığım olur bu sizin gözünüzde.” Ruh yapısının gizlerini bilmek isteyen bir ozan, belki bize de insanın bilinmezini öğretecektir. Ama Emel Güz kadını daha iyi tanıdığı için; “kadın varoluşunu ve kadın algılayışını yazmaya devam edeceğim” diyor. Her ne kadar kendi ruh yapısından yola çıkıp kadını anlatmak istese de, asıl üzerinde durmak istediği şiirdir: “Cinsiyet değil, şiirde söylemek istediğim öncelik kazanmalı.” Gene de insan kişiliğini oluştururken kimi zaman boşluğa düşer. Kendini yitirmiş olmanın umarsızlığıdır bu! Birinin yakınlığından hoşnutsunuzdur. “İyi ki o var yaşantımda” diyecek kadar bir güven duygusuna kapılırsınız. Ama dengeler değişebilir. Şöyle düşünmeye çalışırsınız: “Ne bileyim, insan halleri bana göre bütün bunlar. Yalnızlık ve keder bir varoluş biçimi. O yüzden kendimi olduğum gibi yaşıyorum. Depresyona sürekli mücadele vermem gerekse de ben... Kendimi seviyorum” (Gereken Olandır). Belki de çökkünlükten kurtuluşun yolu bir başkasını bırakmak, kendi içinde çoğalmaya çalışmaktır. İnsanın gövdesinde yürek olmayınca kendinden kurtulması kolaymış gibi görünür: “gözün terazisi gözkapaklarımda açınca avcumu okunmuyor yazgı insansız teselliyi arayan ben kutsuyorum gövdede başlayıp arayışı gövdede biteni neden kalp yok bu gövdenin içinde.” Emel Güz neyi arıyor? Sevi dokunmak mıdır? Bilmediğimiz bir ülkeyi özlemek mi? Yoksa bizim için bir sanrı mı sevi? Emel Güz’ün şiiri değişik ortamlardan geçerken, “dağınık bir oda olan kalbi” bizim de kendimizle ödeşmemize olanak tanıyor. Emel Güz’ün şiirinde gerçekle sanrı birbirine karışıyor: “Suyun içindeki kalem kırılıyorsa kırılmıştır. Bizse bu görüntünün, bir göz yanılması olduğuna inandırmaya çalışırız kendimizi.” Emel Güz’ün şiiri kolay şiir değil. Ama gerçek şiiri bilen bir ozan o! Bize düşen derinlere inip o gizli gömüyü bulmaya çalışmak... ? Bu sayfayla iletişim kurabilmek için dergilerinizi ve kitaplarınızı aşağıdaki adrese gönderiniz: K Gövdeyi bırakan yaralı bir ruh sözcüklerini bulamaz. Daha önemlisi sözcükler ozanı öylesine ele geçirir ki, şiir artık kendi gücünü sürdürmeye başlar. Yeni anlam yükleri kazanan sözcükler alışmadığımız imgelere bürünür. Aradaki gizli bağ çözülmezse boşlukta kalan imgeler anlamını yitirir. Ama gövdeyi bırakan ruhun tek başına dolaşması belirsiz bir şiiri de yedeğinde taşımıyor mu? O ruh yeteneğinin derinliklerini bilmeden şiirin dokusunu tanıyabilir miyiz? ŞİİRİYLE BÜTÜNLEŞEN BİR OZAN Yaralı bir toplumdan geçiyoruz. İnsan ilişkilerinin çıkar anlayışına dönüştüğü, önyargılardan kurtulup insanı tanımak sıkıntısına girişmediğimiz bir toplum bu! Ruhu gövdesini bırakan Emel Güz gibi bir ozan ne yapsın? Bize düşen o ruh yeteneğini şiirlerinde aramak olmalı; günlükleriyle iç içe geçen, yaşama serüveniyle bütünleşen şiirlerinde... Fazıl Hüsnü Dağlarca “Yapıtlarımla Konuşmalar”da şiirlerinin sorduklarını yanıtlarken şiir anlayışına açıklık getirmek istemişti. Örnekse “Havaya Çizilen Dünya”dan başlayarak şiirinin yapılanması üzerine, başlangıç ilkeleri olarak nitelenebilecek açıklamalarda bulunmuştur: “Sözün bittiği yerde, sesin bittiği yerde, dizenin bitmesi yöntemi, yazdıklarım ilerledikçe beni sayılar gerçeğine ulaştırmıştır. Dizeyi gereksiz sözlerden arındırma eylemi titizlikle uygulamaya koyulmuştur. Önemsiz gibi görünen ilk tanım ilerde uzun uzadıya anlatacağım sayılar gerçeğine beni nasıl ulaştırıverdi bilemem” (YAPITLARIMLA KONUŞMALAR I, Doğan Kitap, 1999). Şiirin yapısıyla ilgili bu sözler çoktan aşıldı. Ama “Sayılar Gerçeği” İlhan Berk’in de ulaşmak istediği bir gizemci görüş olarak varlığını sürdürüyor. Belki de kişiliğimizin derinlerinde gizlerine varamadığımız başka birileri var. Sayılardaki gizemden yardım umuyoruz. Yalnızlığımızla barışmaya, kendimizi sanrılardan kurtarmaya çalışıyoruz. Gene de düşle gerçeğin örtüştüğü bir belirsizlikte şiiri kurmaya çalışıyoruz. Emel Güz şiirin belirsizliğini yaşamanın belirsizliğiyle açıklamaya çalışıyor. Çünkü yaşadıklarımızla şiir iç içe gelişme gösterir. Bu yüzden yeni bir yöntem uygulayarak, yaşadığı günlüklerle şiiri yorumlamaya çalışıyor. Ama o günlükler de kapalı bir iç dünyanın izlenimlerini taşıyor. Yerine göre o iç dünyayı şiirler aydınlatıyor (RUHUM GÖVDEMDE DEĞİL, GünlükŞiir, Yapı Kredi Yayınları, 2010). “Zamanın diline düştüm” diye başlıyor günlüğüne. İnsan kendindeki derinlikleri zamanla tanımaya çalışıyor. Emel Güz, Alexis Carrel’in sözünü düşündürüyor: “L’homme, cet inconnuİnsan, şu bilinmeyen”. Ama toplum acımasızdır. Bir ozan kendini bile anlamada güçlük çekerken yüzeysel yargılarla çözüm bulmaya çalışır. Oysa kolay çözüm çözümsüzlüktür. Emel Güz’ün bir dizesinde bu gerçeği anlamaya çalışalım: “Ağlayış uzun sürer beni doğurduğumda”. İnsanın kendini yeniden doğurması, kendinde yeni bir insan oluşturması, acılı bir süreçtir. Bu sürece katlanmak uzun süren bir ağlayış sayılmalıdır. Emel Güz ruh dokusunun ayrıntılarını gösteren Mustafa Şerif Onaran Hekimköy Sitesi 20. Sok. No: 8 06800 ÜmitköyAnk. Tel.: (0312) 235 91 11236 23 46 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1064 SAYFA 22
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle