Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
K nsanoğlu çok yönlü yaygınlığa dayalı ansiklopedist tutumla tek yönlü derinliğe dayalı uzluk arasında gidip geliyor… Özellikle aydınlanma çağıyla, bilimsel devrimlerle Tanrısallık dışında bir alanda kendini bulgulama, olanaklarını yönlendirme, kendini ortaya koyabilme yetisini geliştirmenin bilincine vardığında insan, daha da katmerlendi bu… İnsanın Tanrı’ya yüklediği nitelikler çerçevesinde hem her yakaya uzanıp “çok”lu yüze sahip olmak istiyor birey hem de “tek” bir alanın uzu, yetkesi olmaya yönelik çaba harcıyor. Diyelim öykü mü yazıyor, öteki yazınsal türlere de uzanıyor büyük bir iştahla. Yazınsal alanı bırakıp görsel, plastik alanlara uzanıyor, ne bileyim müziğe, sahne sanatlarına yöneliyor… Ama ilgilendiği alan ne olursa olsun, buralarda kendini gerçekleştirip “mükemmel”i yakalayabilmenin kavgasını veriyor… Sözün kısası insanoğlu, Tanrı’ya yüklenen niteliğe koşut niteliklerle donanabilmek için hem “bir” hem “çok” olmak, bir pervane gibi ışığa yönelip onunla bütünleşmek, güneşte erimek istiyor… itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Yazında kararlılık, yazınsal kararlılık... bunun karmaşasına yöneldiği söylenebilir herhalde. İzzet Harun Akçay ise General Söz Verdi’de, bireysel, toplumsal belleksizliğe karşı bir manifesto getiriyor göründüğü kadarıyla. Ne ki sonuçta her iki roman da kapitalist sanayi ile bunun yol açtığı doğal kıyımda, insani özü hiçleyen tutuma karşı kişinin bireysel varlığını ortaya koyma, düşünsel içkinliğini besleme yönünde kararlı duruş sergiliyor. Peki, yazarlar, yapıtlarını romanın gereksindiği büyüyle karabiliyor mu? Çekimine dayanılamayan bir roman büyüsünün peşine bizi takabiliyor mu? Öyle ya romanın okur için olduğu kadar yazınsal tür olarak kendisi için de büyüyü içkin kılmak zorunluluğu söz konusu… Bu açıdan baktığımızda, andığım romanlara, taşıdıkları büyü değeri bağlamında yaklaşmak zorunlu herhalde… BİR ROMAN, BÜYÜSÜYLE KURULUR... İzzet Harun Akçay, romanın ilk sayfalarında daha, toplumsal sorunlara karşı ne ölçüde duyarlı olduğunu gösterirken bunu okurla paylaşmaya, bu doğrultuda bir ortak payda kurmaya çabalıyor. Sakarya Nehri kıyılarında, dağlar, ormanlar, derin vadilerle kaplı bir coğrafyada Kayabaşı Köyü ile ilçesi tam bir bütünlükle karşımıza geliyor. Orman kaçakçılığının yapıldığı bir coğrafya burası. Ama buna tövbe etmiş, askerlikteki komutanının adını verdiği tek oğlu Tayfun’u subay, ötesinde general yapmak için düşler içinde yoğun çaba harcayan bir “Küçük Ali”yi tanıyoruz. Romanın adı da buradan geliyor zaten… Oğlunu general yapacaktır, söz vermiştir. Dağlı adlı traktörü, yardımcısı Kadir, güvenip sığındığı dostu Değirmenci Davut, köyün, çevrenin kötü adamı Nevzat… Çıkara dönük siyasal ilişkilenişler… Toplumsal oluşumları, sınıfsal temelde çok yönlü yaklaşımla ele alıp didik didik ederken yazar, yöre insanının toprağa, doğaya, bu arada yaban yaşamına, sebzeye, meyveye, hatta tarihsel gerçekliklere karşı ihanetinin de altını çiziyor bir bakıma. Bu çerçevede sözlü tarihsel belgelere, bu yönde anılara yaslandığını ele verecek anlatı bölümleriyle karşılaşılıyor romanda. Ne var ki yığma ayrıntılarla, sözlü belgelerle uzayıp giden sayfalar arasında çok şey yitiriyor roman. Nitekim anlatımda hiç de ekonomik davranmıyor yazar. İşlevsel ayrıntıları, örtük tutarak başarıyla anlatıya yerleştirse de kimileyin, olan bitenin olgusal düzlemde sürekli aktarılması, eksiltiye gidilmeden bunların arka arkaya sıralanması romanın havasızlıktan boğulmasına yol açıyor yazık ki. Sonuçta bu tutumuyla, yazarın romandan beklenebilecek soyutlayıma, dönüştürüme sırt döndüğü, yer yer bir röportaj anlatımının romanda egemen duruma geçtiği, sonuçta yazınsal dilin ötelenip kullanım temelli gündelik iletişim dilinin baskın hale geldiği söylenebilir. Oysa romana giydirebileceği büyü için göründüğü kadarıyla tek dayanağı, anlatımındaki yazınsallık yazarın. Örneğin Davut’un kedisi Safinaz’ı çınar ağacının dalları arasından yere indirirken (48, 49), bunu dilde parlatmaya çabaladığı görülebiliyor açıkça. İzzet Harun Akçay’ın General Söz Verdi’si ile Rıfat Ilgaz’ın Yıldız Karayel, Karadenizin İzzet Kıyıcığında, Harun Akçay Sabahattin İ Şiir, öykü, roman, oyun vb. yazınsal türlerde ürün veren kimi yazarların kendi alanlarına dönük kuramsal tabanlı üretime yönelmesi, deneme ya da eleştirileriyle görece bile olsa bir açıdan alanlarına değgin kılavuzluğa soyunması da bir bu kadar ilginç geliyor bana… Özellikle Calvino, Eco, Kundera gibi yazarları okurken, tuhaf bir tedirginlikle sarsılıyorum. “Yaratıcılık” olgusunu doğaları gereği kendi özlerinde taşıyabilecek böylesi sanatçıların, alanlarında hem Tanrı hem de kul olmaya giriştiklerini düşünerek irkiliyorum… Bizde Melih Cevdet Anday, Memet Fuat, Cemal Süreya gibi yazarlar, şairler günümüzde de az… Bundan ötürü konu üzerinde yeterince yoğunlaşmıyoruz belki, ama yazınsal verimler yelpazesinde çok yönlülüğe ulaşma arzusu yansıtan sayısız çabayla karşılaşabiliyoruz. Bunların başında öykü, roman yazarlığı geliyor bana sorarsanız… Oysa ikisi de farklı dillerde yapılandırılabilecek alanların verimi. Öykü daha çok şiirle içlidışlı olarak değerlendiriliyor. Roman ise tamı tamına bir düzyazı örneği… Bu hafta iki öykücünün romanlarına eğilirken, kıyısından da olsa bu konulara değinmek zorunlu… ROMANIN DAYANILMAZ ÇEKİM GÜCÜ... İzzet Harun Akçay’dan Gülistan (Berfin, 2005) başlıklı öyküler demetini okumuştum daha önce. Bu kez bir romanını okudum: General Söz Verdi (Berfin, 2006). Yaşamöyküsü bilgisinden Akçay’ın iki öykü kitabı daha yayımladığını öğrendim: Bir Mektup Yazmak İstiyorum (1991), Mavi Şehir (1992). Öte yandan andığım romanın “Bahar Ülkesi” başlıklı üçlemenin ilk kitabı olduğu söyleniyor… Demek ki ilkinin ardından ötekiler de gelecek yakın zamanda. Günhan Kuşkanat’ın da ilk öykü kitabını aynı dönemde okudum aşağı yukarı: Kış Leylekleri (Doğan, 2005). Ötesinde romanını da Akçay’ınkiyle birlikte aldım masama: Kıyısız Gemiler (Doğan, 2006). Kuşkanat’ın öyküleri üzerinde o yıllarda durabilmiştim de Akçay’ın öykülerinden söz edememiştim. Gülistan’daki öyküler, genelde anlatımcı çizgide kendilerini göstermekle birlikte Akçay’ın eğretilemeyle, yerine koymayla öykülere derinlik içirdiği görülebiliyordu. Böylece anlamlandırmaya dönük içses yaratılıyordu bu örneklerde. En azından bu yanlarıyla dikkat çekiciydi öyküler. Ancak bu iki yazar öykücülüklerinin ardından romanlarında neler getiriyor? Diyelim soyutlayımcı öykülerin yazarı Kuşkanat ile anlatımcı öykülerin yazarı Akçay, yapıtlarında nasıl açılım sergiliyor acaba? Birbirinden farklı biçemlere dayanarak yapıt verimleyen iki yazar, iş romana geldiğinde önceki türlerinden kopup bir farklılık koyabiliyor mu ortaya? Aykırılıklar ya da benzerlikler varsa neler? Günhan Kuşkanat, Kıyısız Gemiler’de, kendine sığınacak yer arayan bireyin dramına eğiliyor denebilir. Bu yönde gelişen romanın, belleksizliğe övgü gibi alınabilecek girişi ardından yine de bireysel yarılmayı kışkırtan toplumsal oluntularla Ali’nin Kuyucaklı Yusuf romanları arasında örtük de olsa, özellikle kahramanların diklenmeleri, sönmeleri bağlamında ilişkiler kurulabilirmiş gibi geliyor bana. Nitekim Akçay’da da bir “sosyal isyancı” figürünün (Değirmenci Davut, Oflu Nihat vb.) bulunması, halkın “Küçük” adını taktığı, kendisinin bile kendini “Kıytırık” olarak gördüğü (53) Ali’nin de kahramanlığa öykünmesi bu yönde gösterilebilecek örnekler. Yazar, herhangi kurgu oyununa girmeden, biçemsel açılımlara gerek duymadan, yalnızca anlatım güzelliğine dayalı bir büyü giydirmeye çalışıyor göründüğü kadarıyla romanına. Yazarın başarısı da zaten kurduğu roman evreninde, anlattıklarında, bunların oturduğu toplumsal ilişkilenişte değil yukarıda örneklediğim biçimde anlatımından sızan ustalıklı dil oyunlarıyla eğretilemelerinde, bir de özellikle Ali’yi kahraman olarak yapılandırırken gösterdiği ustalıkta ortaya çıkıyor. Gerçekten korkuları, kuşkuculuğu, kuruntularıyla, tedirginlikleri, hayalleri, özlemleriyle iyi çatılmış bir karakter olarak yapılandırılıyor Ali. BÜYÜYLE UÇURULAMAYAN ROMANLAR YERE ÇAKILIR... Bir romanın ille de büyülü gerçekçiliğe dayalı verimlenmesi gerekmiyor elbette, ama herhangi romanı, türün gereksindiği büyüden ayrı düşünmenin de olanağı yok! Günhan Kuşkanat, Kıyısız Gemiler’i, biçemde böyle bir büyüyle karmak, bunu yapıta yaymak üzere yola çıkıyor. Bir kıyı köyde, emekli köy öğretmeni İhsan’la köyün “kahve takımı” sayabileceğimiz sakinleri, apansız biçimde köylerine gelen yabancıyı karşılıyorlar. Ne ki yabancı, belleğini yitirmiştir; tek umarı yanındaki deftere yazdıklarından yaptıklarının izini sürmektir. İhsan’la arkadaşları, adını Mehmet koydukları yabancıyla hep birlikte bir belleksizlik oyununa girişirler. Çözüm için yeni bir defter öngörürler. Şöyle der İhsan: “…Yeni bir defter yazarsak, geçmişi kendimiz istediğimiz gibi, yeniden yazarsak… acısı, pişmanlığı, korkusu… olmaz…” (32) Kuşkanat, Kıyısız Gemiler’i bu yönde yapılandırıp romandaki büyüyü harlandırmak yerine, böylesine yoğunlaştırabileceği bir ana damarı elinin tersiyle itip görece yükseklik yitirmeyi göze alarak bir ölçüde anlatımcılığa kayıyor sanki. Nitekim sonradan adının Fikret olduğunu öğrenecekleri yabancı, birden intihar edecek, ölümünün kırkında bu kez annesi çıkagelecektir köye. Sonuçta romanın kıvamı, tadı yerinde olsa da biraz gevezelik kokan bir anlatı damarı yansıttığını söylemek olası. İhsan’ın evinde okutulan Mevlit, bir güreş tefrikasının topluca dinlenişini anımsatan kahvedeki toplaşma, Karagöz gösterimi vb. bölümceler bu doğrultuda örneklenebilir herhalde. Kuşkanat, benzersiz bir öğretmen yaratıyor İhsan’da. Kıyı köyünde yalnız yaşayan emekli bir öğretmen. Kendine özgü küçük dünyası olan, ev işleriyle içlidışlı, kurabiye pişiren, yaprak sarması yapan… Tüm dünyayla barışık olsa da yalnızlığı bir derviş adabıyla içmişçesine görüntü sergileyen… Özellikle yabancılarla biraz kırık biraz mahcup konuşan, içine kapanık görece öğretmen ahlakçılığını sürdüren biri İhsan. Yine de kendisine sormak gerekecektir ama; mutlu mudur gerçekten? Fikret’in annesine karşı duyduğu ilgi giderek büyürken, İhsan, onun bir sözünü anımsar iç dünyasında: “Söylemek istediklerimizi şimdi böyle susacağız, hep susacağız belki…” (94) Ne var ki roman, söylenmek istenenlerin susulduğu bir yapıta dönüşemiyor yine de. Aşka doğru uzanan filizi de gereğince uzanıp tutunamıyor bir türlü herhangi yere. Fikret’in önceki yıllarında doldurduğu defterlerden birinde yazdığı, “Bu kadar kolaydı işte sevmek. Sevilmek zordu,” (77) deyişindeki gibi… Köyde öğretmenlik yapan Gül’ün sözleriyle, “Aşk bazen öyle anlaşılmazdır ki, sevmeyi hak edeni bulmaz” (55) nedense. Bunlara uygun romansa dönüşebilseydi bari roman. Bir yazarın romanda büyü yaratması bir yana kalem oynattığı türde ya da türlerde yazınsal kararlılık sergilemesi de gerekiyor demek ki… Ama bir öykü, roman yazarı olarak kararlı duruş yansıtması ilk önce… Gerek Günhan Kuşkanat gerekse İzzet Harun Akçay’ın, çok farklı damarlarda yol alıyor görünseler de yazınsallıkta, öykü, roman türlerinde sürdürecekleri kararlılıklarıyla kendilerini çok daha ileriye taşıyacaklarına inanıyorum…? DÜZELTME: 1063. sayımızda M. Sadık Aslankara’nın yazısında kullandığımız fotoğraf Ali Balkız’a değil Kazım Genç’e aittir. Ali Balkız, Kazım Genç ve tüm okurlarımızdan özür dileriz. SAYFA 21 Günhan Kuşkanat CUMHURİYET KİTAP SAYI 1064