Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Hidayet Karakuş’la ‘Şeytan Minareleri’ne dair ‘Görülmeyeni anlatmaya çalıştım’ Hidayet Karakuş, Şeytan Minareleri’nde, 2 Temmuz 1993 günü yaşanan Sivas kıyımının toplumdaki etkileri kadar bireylerin hayatındaki derin dramı anlatıyor. Aşkla kurulmuş bir yuvanın yangının ateşiyle nasıl yanıp küle dönüştüğü okuyanın zihnine unutulmaz biçimde kazınıyor, Türk anlatı geleneğinden beslenerek yeni bir anlatım biçimi deneyen Karakuş’un bu romanı, biçemiyle de bir ilk olma özelliği taşıyor. Karakuş’la romanı üzerine konuştuk. Ë Bahri KARADUMAN ayın Hidayet Karakuş, Türk romanında ilkler vardır: ilk yazınsal roman, ilk tarihsel roman, ilk köy romanı gibi. Şeytan Minareleri de bu ilklerden biri. Romanınızda Türk anlatı geleneğinden özellikle meddah ve ortaoyunu anlatımından yararlanıyor, Kemeraltı kahvehanelerini “palanga” olarak kullanıyorsunuz. Ayrıca “Karanlıkta kara karınca, öldüreni belirsiz öldürümler, kuşlar bile kalkarlar şafakta, koşarlar kuş akıllarıyla, büyük bir yenginin yürek yeğniliği” gibi Dede Korkut’ta görülen assonans ve aliterasyonlu şiirsel anlatımlar var. Bu biçemden başlayalım. Romanın büyük bir bölümünde çağdaş roman dili değil de niçin böyle bir anlatım? Geleneksel anlatım olanakları, yeni Türk romanı için bir öneri mi? Biliyorsunuz, biz romanı Batı’dan aldık. Roman Batı’da kendi anlatım biçimini yaratarak gelişir. Bizde yazılan romanlar, bizim toprağımızın, bizim insanımızın konularını da işleseler biçim olarak özellikle klasik romanın izinden gider. En özgün anlatım biçimiyle farklı olmak için ortaya çıkan romanlarda bile Batı romanının biçimsel özellikleri kadar biçemsel niteliklerini buluruz. Bu nedenle ben, anlatım biçimiyle de biçemiyle de bizden olanın peşine düştüm. Türk anlatı geleneğiyle bir roman kotarılabilir; kotarılmalı diye düşündüm. Bu bağlamda sözlü geleneğin en özgün örnekleri olan meddahlık, ortaoyunu gibi anlatı örnekleri yanında Binbir Gece Masalları’nın da önemli bir olanak olduğunu gördüm. Bu anlatı olanağını çağcıl bir acıyı, Binbir Gece Masalları’nda anlatılan aşklara benzer bir aşkı anlatmada kullandım. Bilmiyorum belki benden önce de benzer bir yolu izleyen SAYFA 30 S vardır. Bu zor da değil. Aklın yolu birdir, derler. Bunu pek çok yazar düşünebilir. Yeter ki bizden olanın peşine düşsün. Dede Korkut’ta gördüğünüz uyaklı, yarım uyaklı söyleyişler yazarken biraz da kendiliğinden çıktı sanırım. Diyebilirim ki siz dile getirinceye bunun ayrımında değildim ama bunu sağlayan Türkçenin ses özellikleridir. Şiire çok yakın bir dildir Türkçemiz. Dilimiz sessel bir dildir. İnsan, Türkçe yazarken yazdığı sözcüklerin ses yankısını beyninde duyabilir. Ben hep içimde biri konuşuyormuşçasına yazdım romanı. Beybaba ya da bir diğer adıyla Meserret Masalcısı içimde çok canlıydı. Sesi kulaklarımda hâlâ ama o ses gerçekte aşkı da acıyı da konuşan Türkçenin sesidir. “BİR YAZAR ÖNCE ULUSAL DİLİYLE VARDIR” Diğer önemli yenilik de “ve” bağlacını hiç kullanmamanız. Dikkat etmeyen okur, sanırım bunun ayırdına varamaz. Anlaşılıyor ki Arapçadan aldığımız bu bağlaca gereksinmemiz yok. Amacınız bu gerçeği vurgulamak diye düşünüyorum. Doğru mu? “Ve” bağlacı Türkçenin akıcılığına engel bir bağlaçtır. İster konuşurken ister yazarken kullanılsın kullanıldığı yerde duraksatır okuyanı. “Ve” bağlacının gereksiz olduğunu ilk söyleyen, bu bağlaca Türkçenin gereksinmesi olmadığını belirten Ataç’tır biliyorsunuz. Onun etkilediği yazar kuşağı, özellikle 1950 öykücüleri ‘ve’ye pek yüz vermediler. Özellikle Erdal Öz’ün öykülerini bu bağlacı kullanmadan yazdığını biliyoruz. Okurlar, Şeytan Minareleri’nde ‘ve’ bulamayacaklar. Bu benim bilinçli bir seçimim. Okurlar bu bağlacı kullanmadığımın ayırdında olmazsa, Ataç’ı da Erdal Özü’ü de beni de haklı çıkarır. Koca bir romanda “ve”nin yokluğunu duyumsamamak Türkçenin bu bağlaca gereksinmesi olmadığının kanıtı olmaz mı? Romanınızda “ötelemek, anlak, doyunma, giyimci, aradalık, sağaltım, tutarak, düşlem, yoşumak, duyunç, yönelge, alaysama, şaşırtı, avlak, ürkü, tecimen, ezinç, giyit, sürem, alnaç, yağanmak, saltık” gibi az kullanılan, birçok yazarın kullanmakta güçlük çektiği sözcükleri çok doğal bir akış içinde ustalıkla kullanıyorsunuz. Arı bir Türkçeyi içselleştirmek bilinçli bir çaba mı yoksa belli bir süreç mi gerektiriyor? Öğrenciliğimden beri bilinçli bir Türkçe sevgisiyle yazdım. Hep ‘Türkçesi varken’ yabancı kökenli sözcükleri kullanmamak gerektiğini düşünerek yazdım. Bu, hem bir ulusal bilinç sonucuydu, hem Türkçenin engin, güçlü yapısını kavramanın, dilimizin anlatım olanaklarının sonsuz denecek kadar bol olduğunu görmenin sonucu. Biliyoruz ki bir yazar önce ulusal diliyle vardır. Ulusal dilin gelişmesi, anlatım olanaklarının, sözcük dağarının genişletilmesi o ulusun yazarlarının, ozanlarının, bilim insanlarının öncülüğünde mümkündür. Dilbilimciler, yazarların, ozanlarının dillerini inceleyerek bu gelişmeleri saptayabilir. Bu bağlamda yazmak, yalnızca birtakım bireysel ya da toplumsal sorunları dile getirmek demekse aynı zamanda dilin anlatım olanaklarını geliştirmek yükümlülüğüyle, dili gelecek kuşaklara en arı, en güzel biçimde ulaştırma görevini de yükler yazara, ozana. Bu bakımdan Mustafa Kemal’in bir dilbilimci denli bilinçli atılımıyla gerçekleştirilen Dil Devrimi, dilimizin kimliğini kazanmasında çok büyük görev yaptı. Son yıllarda yazıklandığım en önemli konu, genç kuşakların Dil Devrimi’nin verimlerinden habersiz olmaları, dille düşünce arasındaki bağın önemini yeterince görememeleridir. Bakıyorsunuz gencecik bir ozan dedesinin bile artık kullanmadığı eski sözcüklerle ya da yarım yamalak öğrendiği bir yabancı dilin kavramlarıyla şiir yazmaya uğraşıyor. Yapay şiirler çıkıyor ortaya; hazır çağrışımlarla yaratılan imgeler, dizeler daha başlangıçta yaşlı doğuyor. Şeytan Minareleri’nde sizin saptadığınız sözcükler benim dağarımda bulunan sözcüklerdir. Bunların kimilerini annemden, köyden taşıdım. Gündelik yaşamımda da kullanıyorum yıllardır. Türkçe oldukları için dilin dolaşımında olmaları gerektiğini düşünerek yazdım. Bu aynı zamanda bir öneridir elbette. Yağanmak, yoşumak, doyunma, avlak bunlardan. Öteki sözcükler Dil Devrimi’nin dilimize kazandırdığı sözcüklerdir ki pek çok yazıda, romanda, öyküde kullanılmıştı. Romanın içeriğine gelmek istiyorum. 2 Temmuz 1993 önemli bir gün. Sivas Kıyımı toplumumuz için yürek yarası. Bu yara önce şiirinizi etkiledi, Ateş Mektupları’nı yazdınız. Şimdi de romanınızın çıkış noktası. Bir daha yaşanmamasını dilediğimiz bu gerçek, kişiliğinizi, sanatçılığınızı nasıl etkiledi? Bu romana nasıl yansıdı? Toplumsal sorunlara karşı öğrenciliğimden beri duyarlı olduğumu düşünüyorum. Bu beni hep okumaya, yanlışların üzerine gitmeye, onları ortaya çıkarmaya, karşı çıkmaya götürdü çalıştığım yıllarda da. Yazarken yanlışların, toplumu sarsan derin acıların dile getirilmesi gerektiğini elbette hiç unutmadım. Kişiliğim yalnızca Sivas Kıyımı’yla oluşmadı elbette ama umuttan umutsuzluğa savrulan bir ruh depremi yaşadığımı, yaşadığımızı da gözlemledim bu olaydan sonra. Toplumsal bir karanlık korkusu sardı çevremizi. Aydınlar, kendilerini aydın görenler, o günlerden sonra hep bir çıkış yolu aradılar, düşündüler. Ülkenin siyasal çatışmalar döneminde ayrı kamplarda olanlar bile Cumhuriyet’in varlığının tehlikede olduğunu görmenin ürküsüyle bir arada görünmeye başladılar. Bu, bir aradalık yeni arayışlara yöneltti toplumu. Ancak olayları geçmişte sınıfsal bir açıdan bakarak değerlendirenlerden kimileri, giderek okyanus ötesi tasarıların tuzağında bilime, bilim namusuna, insanlık onuruna aykırı gelişmelere alkış tutarken bir kesim sözünü ettiğim umutsuzluk çemberinde kıvranmaya başladı. Oysa gücün kendi ellerinde olduğunu bilmeleri gerekirdi bu insanların. Öte yandan halkımız da aydınlar da çoğunlukla Sivas’ta yalnızca otuz yedi canın gittiğini düşündü; eski bir Başbakanın yaklaşımıyla “bir futbol karşılaşmasında da bundan fazla insan ölmüştü”; öyleyse konuyu büyütmeye gerek yok diye kanıksamaya başladılar. Oysa gerek bireysel anlamda, gerek toplumsal açıdan olayın derin etki ¥ CUMHURİYET KİTAP SAYI 1052