Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
¥ ğu o günlerde, Kafka’nın kendine özgü gerçekliğine sert eleştiriler yöneltiliyordu, dört bir yandan. Faşistliğinden tutun, Siyonizmine, “mukaddesatçılığına” uzanan, akla gelebilecek tüm suçlamaların odağındaydı Kafka. Marksçı filozof Lukacs, onu, çöken bir dünyanın umutsuzluk peygamberi olarak görüyor, Aragon’un Lettres Françaises’i, “Kafka’yı yakmalı mı?” sorusunu yöneltiyordu yazarlara. Öte yandan, İkinci Dünya Savaşı gibi büyük bir yıkımın izlerini hâlâ yaşayan ve gerçek umudu nerde bulabileceğini kendi kendilerine soran aydınlar ise, Kafka’nın yapıtında kendilerini görür gibi oluyorlardı. 195658 yılları arasında yazdığım ilk kitabım Kaçkınlar’da, Kafka okumalarının etkisi pek görülmez. Daha doğrusu, varoluşsal sorunlara Kafka’nın penceresinden bakmamışımdır bu gençlik yapıtında. Paris’te yazmaya başladığım, ikinci kitabım Bozgun’un bazı parçalarında belirir Kafka’nın etkisi. Kuşkusuz, bir yazarın etkisinde kalmak onun gibi yazmak değildir; onun ışığında yazmaktır. Sözcükleri yan yana getirirken onun soluğunu duymaktır. HERKESİN KENDİ KAFKA’SI Her okurun bir Kafka’sı olduğunu biliyorum. Tüm büyük yazarlar için olduğu gibi. Çünkü onların hiçbir okuru, onlarla özdeşleşmeye kalkmaz. (Küçümen yazarlarda ise tam tersi: onlar kendilerini okurla özdeşleştirirler. Çok satmanın anahtarı!) Söylemem bile gereksiz, hiçbir zaman böylesi bir özdeşleşmeyi düşlemedim. Ama itiraf edeyim ki yapıtıyla arama bir “mesafe” koymak gibi bir tasam da olmadı. Yıllar geçtikçe, onun yapıtı (Dava, Şato, Amerika, Ceza Kolonisi, Taşrada Düğün Hazırlıkları…) özellikle günlüğü ve mektuplarıyla içlidışlı bir ilişkim oldu. Brod’u, burada, yeryüzünün tüm Kafkaseverleri adına saygıyla anıyorum, (Türk okuruna Kafka’yı okuma olanağını veren Kâmuran Şipal’i de.) Brod, kendisine yok edilme/mek üzere teslim edilen, 20. yüzyılın bu en değerli elyazmalarını günümüze taşıdığı ve okunur kıldığı için. (Diyorum ki, Brod olmasaydı Kafka olmazdı. Tersi geçerli değil, Kafka olmasaydı Brod zaten yoktu.) Bu saygı duruşundan sonra, hemen belirteyim ki, Kafka’nın tüm yapıtını bizlere sunan, bunu yaparken, bitmemiş üç romana bir biçim veren, günlüğünü, mektuplarını sayısız kez okuyan bu yakın dostunun Kafka yorumlarına hemen hiçbir zaman katılmadım. Kafka, günlüğünde, mektuplarında, bu kitapta okuyacağınız aforizmalarında hiç kuşkusuz, teolojinin alanına giriyor. Ama bu onun, ne hassidik bir Yahudi mistiği olduğunu, ne de Tanrı kavramının sözcüsü olduğunu gösterir. Evet, kutsal kitabı sık sık okuyordu, Talmud’u da. Büyük varoluşçu filozof Kierkegaard’ı da. Onun yaşamıyla kendi yaşamı arasında yakınlıklar buluyordu. (Ki vardı bu yakınlıklar.) Kierkegaard’ın 20. yüzyılda varoluşçu olarak nitelenecek felsefesi de ilgilendiriyordu Kafka’yı, kendisininkine benzeyen “aşkları/ nişanlılıkları da.” Ama Protestan Kierkegaard’ın dinsel araştırmaları, pek de inançlı diyemeyeceğimiz Kafka için ne ifade ediyordu? Yalnız Brod değil, başka Kafka yorumcuları da onun yapıtına, Kierkegaard, Pascal örneklerine de başvurarak dinsel/ manevi bir anlam yüklemeye çalışmışlardır. Başta Brod ve Kafka’nın yapıtını ilk kez Fransızcaya çevirip tanıtan Alexandre Vialatte olmak üzere. Vialatte, Kafka üzerine yazdığı denemelerini Mon Kafka / Benim Kafkam başlığıyla kitaplaştırmıştır. Bu, yukarda da belirttiğim gibi herkesin bir Kafka’sı olduğu anlamına gelir. Benim Kafkam’a gelince, ne Max Brod’unkine ne de Fransızca çevirmeninkine uyuyor. Beckett hariç, umutsuzluğun tüm yapıtına egemen olduğu bir başka yazar tanımıyorum. Dava’da, tüm çabalarına karşın suçsuzluğunu kanıtlayamayan, hatta suçunun ne olduğunu bile öğrenemeyen Joseph K. sonunda “bir köpek gibi” boğazlanırken bir ışık görür; evet, ama kurtuluş muştusu veren bir ışık değildir bu. Daha çok, bir insanoğlunun boğazlanışını görüp ses etmeyen bir başka insanoğluna ait ışıktır. Kafka, sürekli olarak kurtuluş kavramını düşünmüştür. Ne var ki bu konuda ne bir umut vermiş, ne de kurtuluşun olası olduğunu ileri sürmüştür. Romanlarının, öykülerinin kişileri kurtulmaya çalışırlar ve bunu hiçbir zaman gerçekleştiremezler. Yasa var oldukça kurtuluş da yoktur. Yasayı koyan erk (Tanrı, hükümdar ya da devlet) her zaman özgür, kendi yazgısını kendisi çizecek bireyler değil, boğun eğecek ve kendisinden istenilenleri yerine getirecek uyruklar (teba) ister. Kafka, bireyin, hatta insanlığın kurtuluşunu Tanrı’nın varlığına mı bağlıyordu? Bu, Tanrı inancı taşımayan adamın, Tanrı’nın varlığı ve yokluğu üzerinde (tıpkı “yasa” üzerinde olduğu gibi) durduğunu biliyoruz. Kafka, kendini aldatmadan inanacağı bir Tanrı arayışı içindeydi denebilir. Kurtuluşu, kendisine çok yakın iki filozof gibi (Pascal ve Kierkegaard; dilerseniz bunlara Dostoyevski’yi de ekleyelim) Tanrı’nın varlığında görmüş olabilir. Ama bu düşüncelerini, arayışlarını, birçoklarının ileri sürdüğü gibi, kimi simgelerle, yapıtlarında dile getirmiş olması (örneğin, Vialatte’ın ileri sürdüğü gibi Şato’da insanlık ile Yahudi kutsallığı arasındaki bir ilişkinin simgesini kurmuş olması) kanımca, bir saptırmadan başka bir şey değildir. Benim Kafkam, yaşamın onulmaz biçimdeki saçmalığını, insanoğlunun hiçliğini, çaresizliğini, kendine özgü, öncesi ve sonrası olmayan bir yapıta dönüştürürken, bunu günlük gerçekliğe hiçbir gönderide bulunmadan gerçekleştirirken, kurgulanmış gerçeğin, gerçeklikten daha gerçek olduğunu gösterir. Tanrı’nın gölgesi, zaman zaman yazılarına düşer gibi olur. Ama bu kimin Tanrı’sıdır? Yahudilerin Tanrı’sı mı, Katolik Pascal’ın Tanrı’sı mı, Protestan Kierkegaard’ınki mi? Yoksa hiçbiri mi? Var olmayan bir Tanrı! Niçin olmasın? Kafka’nın yapıtında bir Tanrı düşüncesinden söz edilebilirse bu ancak, var olmayan bir Tanrı’dır: Negatif teoloji. Roman ve öykülerinde, 1900’lerin başlarından 1920’lerin ortalarına değin, içinde yaşadığı toplumla, ait olduğu Prag’daki Yahudi azınlığıyla, dünyayı alt üst eden Birinci Dünya Savaşı’yla ilgili göndermelerle karşılaşmayız. O, içinde yaşadığı dönemin, o dönemin olaylarının değil, gelmiş geçmiş tüm zamanların yarattığı toplumsal mekanizmaların yarattığı yalnızlığı, anlamsızlığı betimlemiştir. Kuşkusuz, karanlık bir tablodur bu. Bu karanlık tabloyu aydınlatan ise Kafka güneşidir. Gecenin en yoğun anında doğan, karanlığın tüm gizlerini açığa vuran ışığıyla, bizlere, insanlara yalansız bir dünya göstermeye çalışan, bunu handiyse özür dilercesine mırıldanarak gerçekleştiren, son aşamada da pişman olup tüm yazdıklarının yakılmasını (bunu hiçbir zaman yerine getirmeyecek bir dostundan istemiş olsa da) isteyen, hiçlikten sahici bir dünya yaratan bir insan. Eğer Kafka’nın yapıtında manevi değerler ve umut aranıyorsa, burada aranmalı ve bu aforizmalar da bu ışığın altında okunmalı. ? Aforizmalar/ Franz Kafka/ Çeviren: Osman Çakmakçı/ Türkiye İş Bankası Kültür yayınları/ 109 s. SAYFA 27 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1052