Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
K debiyat” sözcüğünü bırakın yazılarımda kullanmayı, gündelik konuşma dilinde bile unuttuğumu söyleyebilirim. Edebiyat yerine “yazın”ı kullanıyorum sürekli. Bu kez farklı. “Sebep olanın sebebi kurusun”, “dört başı mamur” vb. deyişlerdeki sözcükleri değiştirmenin anlamsızlığı ortada. Bu da dilimizin zenginliği elbette. “İşçi edebiyatı” derken de böylesi bir zorunluluk çıkıyor karşımıza. Çünkü “edebiyat” kavramı “yazın” alanının dışında, mecaz olarak da bir yere sahip… O zaman “edebiyat”, Dil Derneği Türkçe Sözlük’e göre örneğin “içten olmayan, gereksiz, boş sözler” anlamına geliyor. “Edebiyat yapmak” da, “bir konu üzerinde gereksiz yere süslü sözler söylemek” olup çıkıyor. Kimi kesimler için “işçi edebiyatı”, neredeyse böyle bir anlam öbeğiyle örtüşüyor denebilir. Nitekim çok eskiden beri kullanılan, bu kavrayışla yapılmış görünen “yoksul edebiyatı” söyleyişi de buradan geliyor. “İşçi edebiyatı”, “emekçi edebiyatı” sözleri hep bu doğrultuda alınıyor. Sağ siyasacılar ya da yazarlar, işçi sınıfından yana yazarları suçlarken böylesi kalemleri yoksulun, emekçinin, işçinin “edebiyatını” yapan insanlar olarak nitelerlerdi. Kırk yıl önce böyleydi de şimdi farklı mı? 12 Eylül’den sonra, neredeyse kara listeye alındığına tanık olmadık mı “işçi edebiyatı”nın? Sansürlendiğini, susturulduğunu, bu yapılamıyorsa bile sessizlikle karşılandığını gözlemedik mi?… Sonuçta işçimiz, emekçimiz edebiyatsız kaldı, bu eksik beslenme yazınımızın güdükleşmesine de yol açtı elbette… Böylesi bir altüst oluşun yaşandığı süreçte, büyük işçi önderi Abdullah Baştürk adına 2003’te bir “İşçi Öyküleri Yarışması” düzenlenmeye başlamasın mı? Ardı sıra yarışmaya gönderilen ürünlerden oluşan İşçi Öyküleri (Yayına Hazırlayan: Ahmet Soner, Genelİş Yayını, 2004) adlı seçki yayımlandı… “İÇİNDE YAŞADIĞIM UZAKLIĞIM, ANKARAM...” O yıllar, sıcağı sıcağına söz etmiştim kitaptan, “İşçinin Öyküsü Öykünün İşçiliği” başlığıyla. Ardından bir mektup almıştım, Ankara Mamak’tan işçi Gürsel Rengis’ten. Rengis, Gökhan Cengizhan’ın ulaştırdığı şiirmektubunu, emekçilere yakışan o alçakgönüllü duruşla, üzerine sinmiş incelikle, “Düşlerimin dostu, güzel insan Sadık Aslankara’ya” diye imzalamıştı. Şöyle seslenerek giriyordu konuya Rengis: “Bağırıyor avazı çıktığı kadar!…/ Peter Maiwald’dan ödünç aldığı bir cümle ile başlıyor; “orada / hiçbir işçi yaşamıyor mu?”/ Kendi cümlesi ile taşlıyor; “Heey... Orada kimse yok mu?” diye…/ Demek ki; yaşayıp yaşamadığımızdan kuşku da duyuyor.” SAYFA 20 itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA İşçi edebiyatı, işçinin edebiyatı, işçi sınıfı edebiyatı... acıma duygusu uyandırıyordu. Celal İlhan, “Bir Sendikacının Anıları” alt başlığıyla yayımladığı Grevden Dönenin! (Kanguru, 2009) adlı kitabının bir yerinde işçilerle ilgili, yaklaşık kırk yıl öncesinden şu önemli notu düşüyor: “Birlikte çalıştığımız insanların çoğunun makineyi, motoru, tankı, buhar kazanını, kırıcıyı, karıştırıcıyı, taşıma bantlarını, asidi, gazı ilk kez gören, genç ve orta yaşlı köylüler olduğunu bilmemiz gerekiyordu.” (24) Oysa andığım kitap için “Sunu” kaleme alan ODTÜ Öğretim Görevlisi Yıldırım Koç, aradan geçen zamana, işleyen sürece yönelik vurucu bir saptama getiriyor ilk tümcesinde daha: “Türkiye işçi sınıfı bugün nüfusumuzun yüzde 60’ından fazlasını oluşturuyor.” Demek işçinin odaklanacağı bir edebiyat yaratabilmek için, ilkönce bunların tüm boyutlarıyla etli, canlı hale gelmesi gerekiyor. Yani önce işçi, buradan hareketle işçi sınıfı olmalı ki, gereklerine göre yapılandırılan, gerçektenlik duygusu yayan öyküler verimlenebilsin… Polisiye romanın yazılması için koşulların oluşması nasıl gerekiyor idiyse, işçi sınıfı edebiyatı için bu yönde bir gelişmenin ortaya çıkması da zorunluydu. Peyami Safa, Ümit Deniz vb. yazarlardan okuduğumuz romanlar, polisiye romana hep dıştan yaklaşmış oldu. Ancak son dönemde, toplumsal yapıdaki değişimle, yasal düzenlemelerin katkısıyla polisiye büyük atak yaptı. Bunun gibi tıpkı, estetik tamlık yansıtan, gerçektenlik duygusu yüksek işçi edebiyatı yapmanın da önü açıldı. Özellikle 1961 Anayasası’yla… Türkiye’de işçi sınıfının tarihi üzerine görüş getiriyor değilim burada, sınıf üyelerinin yazınımızdaki yansımaları üzerinde duruyorum yalnızca. Öykümüzün, duygusallıktan, acıma duygusu yaymaktan arınabilmesi için uzun bir zaman gerekti. İlk evredeki yazarlarımızın, genel hatta “tipik” denebilecek işçi kahramanlarından görece kurtularak karakter bağlamında “bir işçinin” öyküsüne yönelebildik sonunda. Yazarlarımız, işçi sınıfının ideolojisi temelinde bu bireye bakmayı başardı. Bu aynı zamanda işçi edebiyatı, işçinin edebiyatı, işçi sınıfı edebiyatı arasındaki ayrımın da artık bilincine varılması anlamına geliyordu kuşkusuz. Yine de bizim öykücülüğümüzün, sonuçta öykü yazarlarımızın, romanımıza, romancılarımıza oranla, işçiyle, emekçiyle çok daha sıkı fıkı olduğu düşünülebilir… Üstelik başlangıcından itibaren izlek olduğu denli önemli bir sorunsal olarak da öyküde yer tutmuştur işçimiz. İlk ağızda Sadri Ertem, Sabahattin Ali, Sait Faik anımsanabilir… Nâzım Hikmet’i, Rıfat Ilgaz’ı düşünün bir de, çektikleri sıkıntıları… Sonraki kuşak içinde Orhan Kemal’in adı ilk ağızda özellikle anılmalı. Derken 1950 kuşağı öykücüleri, ama onlar arasında özellikle Adnan Özyalçıner… 196070’lerde, Metin İlkin’le, kimi öykücülerin katıldığı eylem birliğibütünlüğü içinde işçi öykülerinin sınıf ideolojisi temelinde geliştiği, bunu böyle anmanın olanaklı olacağı düşünülebilir herhalde… Ya sonra? Özellikle 12 Eylül’ün de araya girmesiyle ciddi bir boşluğun ortaya çıktığı görmezden gelinebilir mi? Bu nedenle Abdullah Baştürk adına düzenlenen öykü yarışmalarının üzerinde önemle durmak gerekiyor. Aynı şekilde Tuncer Uçarol’un hazırladığı işçi öyküleri seçkilerinin de… İşte böylesi yoğunluğun yaşandığı dönemde iki yazar belirgin olarak kendini göstermeyi başardı bana göre: Celal İlhan, Haydar Demir. Haydar Demir, Makine (Evrensel, 2007) adlı ilk öykü kitabıyla, genelde her ne kadar bir Orhan Kemal ardıllığından anıştırmalar getiriyorduysa da tok duruşlu işçi öykücülüğüyle yalnız göz okşamıyor, ciddi yer de açıyordu kendine… Celal İlhan ise Ateşle Dans (Kum, 2005) başlıklı öyküler demetiyle dikkatleri çekmeyi başarmıştı. Duygusallığa düşmeden, çabucak anlatıverme evecenliğine kanmadan, hem soğukkanlı, duyarlı olabiliyordu hem de işçi edebiyatını, işçinin yer aldığı yazınsal verime dönüştürüyordu. “GREVDEN DÖNENİN!” Celal İlhan’ın Dokunan (2007) başlıklı ikinci öykü kitabını okumuş değilim. Fethi Naci de yakınırdı, kimileyin uzakta kalan ya da küçük yayınevlerince yayımlanıp da gölgeye düşen kitaplarla ilgili. Ne ki, İlhan’ın Grevden Dönenin! adını verdiği anılar demetini okuyunca, işçi edebiyatı sorunsalına bir kez daha yaklaşmak olanaklı göründü bana. Örneğin anılarının bir yerinde şöyle diyor İlhan: “Arkadaşlar, bildirinin yazılması için beni görevlendirdiler. Bu görevi bana vermelerinin tek nedeni, baştemsilci olmam değildi. Ta çocukluk yıllarıma uzanan, okuma yazma merakımla ilgiliydi daha çok. Gerek işyerimizde ayda bir yayımlanan İşletmemizden Haberler adlı küçük dergide, gerekse kentimizde yayımlanan haftalık gazete, Son Haber’de (Mersin) arada bir yazısı yayımlanan sınıfımın tek örneğiyim.” (28) Teknokrat yanı olmakla birlikte işçi yaşamının içinden gelen, ama bu arada yazma tutkusuyla kıvranan Celal İlhan’ın öykücülüğümüz içinde doğru bir işaret levhası olarak konumlandığı öne sürülebilir. Nitekim anılarını düz anlatımdan kurtarıp öyküleştirir, âdeta bir yaşamöyküsü romanı olarak kaleme alırken bunların “anı” olduğunun bilincinde… Aktarırken elbette süslüyor yaşadıklarını, ne ki bunlar kurgusal evren içinde kurgusal gerçeklik paydasına oturuyor değil hiçbir zaman. Oysa Ateşle Dans’ta da yaşanmışlıktan yola çıkıyordu, ancak bunlardaki öykü evrenleri de yapılandırma da hep öykü sanatının gerekirlikleri yönünde kendini koyuyordu. Öyleyse işçinin edebiyatını yapabilmek için işçinin yaşadığını, yaşayabileceklerini anlatırken kurulacak dilde başlıyor iş. Eğer bunu yazınsal kılabiliyorsa yazar, işçi olmak, onun yaşantısını doğrudan deneyimlemek gerekmiyor. İşçinin yalnızca içselleştirilmesi yetiyor işçi edebiyatı yapabilmek için… Bir zamanlar alaya alınan “işçi edebiyatı yapmak” deyişinin tarihe karıştığı söylenebilir artık. Çünkü kendisi verimleniyor işçi edebiyatının ülkemizde, yapayı değil. Son yıllarda yayımlanan işçi öyküleri bunun somut kanıtı. Celal İlhan, anı demeti için Grevden Dönenin! demiş. Gelin şöyle değiştirelim başlığı: 1 Mayıs’tan dönenin!… 1 Mayıs İşçi Bayramınız kutlu olsun efendim… ? “E Ardından sürdürüyordu şiirmektubunu Rengis: “Gözlerimiz kör edilmiş durumda…/ Parmak uçlarımızla görüyoruz her şeyi… Ama ancak dokundukça…// Biz, birbirine kelepçeli iki kardeş eliz…/…/ Önce parmaklarımızı düşman ettiler. Her biri birbirine düşmandı; /…/ Uzun sürdü kavgaları…/ Sonra düşündü her biri…/ Kömürde çalışan parmak da…/ Demirde çalışan parmak da…/ Ocakta ateşi tutuşturan da…/ Buğulara bürünmüş ekmeği, aç soluklara kavuşturan da…/ Taş kırıp taş taşıyan da…/ ”Köleyiz hepimiz en nihayet!… “İşaretparmağı dayanamadı; atıldı oradan hemen. ‘Hayırr’! /…/ Omuz başında, kendileriyle aynı kelepçenin halkasını paylaşan bir el daha buldular./ İki elin parmakları birbirlerine dokundular./ Kardeş oldular…/…/ ‘İki elin sesi vaaarr’! diye bağırıştılar sevinçle…” Gürsel Rengis, upuzun şiirmektubunun sonunda şuraya getiriyordu sözü: “Gel gör ki; bu divane gönlüm, bütün ‘tekil’ şiirlere doymuş görünüyor…/ Ve bir düş kuruyor, elektriği birbirine sürekli iletir gibi,/…/ Her biri kendi harfini, kendi yüreklerinin ateşiyle yoğursalar./…/ Kardeşlik sofralarının türkülerini şakıyan,/ k o c a m a n ! bir şiir doğursalar…” “Güzel karam,/ sadık karam,/ aslan karam,/ ankaram…// “’Seni hiçbir yerde göremiyorum” diyorsun, güzel karam.’” “içinde yaşadığım uzaklığım, ankaram…” “Ama her şeye karşın, söz veriyorum dostluğuna…/ Bir gün ben geleceğim mutlaka…” Gürsel Rengis, “içinde yaşadığı uzaklık” olarak niteliyor Ankara’yı. Gürsel Kardeş’e katılmamak elde mi? İŞÇİ EDEBİYATINDAN SINIF EDEBİYATINA... İlk kez 2003’te gerçekleştirilen Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri Yarışması, o günden bugüne düzenlilikle sürdü. Bu arada yarışmaya katılan öykülerden seçmelerle oluşturulan kitaplar da düzenli yayımlandı. Tuncer Uçarol’un, gerek yarışmalarda gerekse seçkilerin hazırlanışında gösterdiği görevci yaklaşımın, ahlaksal kavrayışın altını çizmek zorunlu. Ahmet Soner’den sonra Tuncer Uçarol’un yayıma hazırladığı ürünlerden oluşan Genelİş Sendikası yayını seçkiler şu başlıklar altında toplanıyor: İşçi Öyküleri 2004, İşçi Öyküleri/ Timsahın Ağzındaki Usta (2005), İşçi Öyküleri/ Kadın İşçiler (2007), İşçi Öyküleri/ Çocuk İşçiler (2007), Hüzün Dolu İşçi Öyküleri (2008). 2004’ten 2009’a altı yılda altı işçi öyküleri seçkisi… İleriki bir “Kitaplar Adası”nda bu seçkilerden özel olarak söz etmek niyetindeyim… Bu aşamada yazı başlığından kalkarak işçi öyküleri üzerinde genel bağlamda durmak gerekiyor biraz… Toplumsal, sınıfsal yapımızın Rusya’ya Avrupa’ya oranla farklılıklar taşıması doğal. Bunun sonucunda oralarda verimlenen işçi yazını ürünlerine benzer örneklerin bizde olmayışı da doğal! Bizim yazınımıza işçi, yaşadığı acı hayatın göstereni olarak girdi ilk kez öykülere… Yazarlar duygusaldı, yazılanlar okurda ister istemez CUMHURİYET KİTAP SAYI 1002