03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

grafiktir. Ne kadar şeklini değiştirirse değiştirsin, aslında bir yazarın anlatacak, kılık değiştire değiştire anlatacağı tek bir hikâyesi vardır; ben yalnızca kaybedenlerin, huzursuz ruhların hikâyelerini anlatıyorum, hepsi bu. Hatta yazar isterse bir masayı, isterse bir ormanı, isterse bir tavşanı anlatsın, o yine kendini anlatıyordur, yine çırılçıplaktır. Kendine ait olmayan bir aidiyet. Tabii burada “gerçeği” yazmaktan söz etmiyorum. Gerçek zaten kurtulamadığımız. Öyleyse ben neden hayatta kurtulamadığımın hükmüne edebiyatta boyun eğeyim? Edebiyat ayna değil ki... Gerçeğin bazı tepe noktaları metne sızabilir ama sonuçta uydurmadır anlatılanlar. Üstelik ben, zamanı ve coğrafyası belli, gerçek zamanlı bir anlatı dilini kullanıyorum. Ama yaşanan gerçek ile yazılan gerçek bile bir ve aynı şey olamaz. Uydurma vakti geldiğinde, yani yazının başına geçtiğinizde, gerçek elinize ayağınıza dolanan bir yük, bir külfettir yalnızca, ondan, bağlantılarını kendi bildiğiniz gibi kurarak kurtulmak gerekir. Önce ayağına taş bağlayıp sonra suya atlayarak yüzme öğrenilmez sonuçta. ¥ ÖLÜM BİZİ BÜYÜTÜR... Korku Benim Sahibim’de “Tanrıyı gören ölümü de görür” diye yazmıştınız. Düş Hırkası’nda pek çok ölüm var. Ve intiharlar da... Ama aynı zamanda nefes almayı sürdüren ölülerin de kitabı bu. Ölüm tanımınızı çok merak ediyorum. Korku Benim Sahibim’de, “Tanrıyı gören ölümü de görür” cümlesinden sayfalarca sonra, “Ölüm de var. En değerli büyüme masalı” diye yazmıştım. Bu, insanın inandığı birinin ya da bir şeyin aslında olmadığını anlamasıyla yaşadığı ölümdür, bir iç ölümüdür. Ve hem gerçek ölümler hem içimizde yaşadığımız ölümler bizi büyütür. Biyolojik ölüm, benim çocukça bir hayretle baktığım bir son. Ölümlü olduğumuzu bile bile biz nasıl böyle zıvanadan çıkmayı kendimize hak biliyoruz? İşte en çok buna hayret ediyorum. Hiç aklım almıyor. Gelgeç bir varlık olduğumuzu bile bile nasıl bu kadar kötü olabiliyoruz ve bu dünyaya kök salacakmışız gibi bir duyguyla hep daha çok şeye sahip olma arzusuyla doluyoruz, nasıl başkalarına kıyabilme cüretini gösterebiliyoruz, nasıl çalıp çırpabiliyoruz, elimiz nasıl silah tutabiliyor? Bu anlamda delilik, bütün iyi kalpliliğimizle sığınabileceğimiz tek imgesel ülke gibi. Bu dünyada ölüm var’ı bıkmadan usanmadan hatırlatmak gerekiyor herhalde. Hayat dediğimiz ne ki zaten, doğum ve ölüm dediğimiz iki travma arasında gün geçirmek… Kitapta Ayperi’nin dediği gibi, “İyi ki doğumumuzu hatırlamıyoruz!” Bu dünyada gün geçirmemizi anlamlı kılabilecek tek gerçek var. O da ölüm. İntihar ise… Çok kalbimi burkan bir son tercihi. Korku, bu kitabınızda da kendine önemli bir rol kapmış görünüyor. Aynı zamanda şiddet, kâbus, işkence, travma, cinselliğin dile getiril(e)memesi tercih edilen saklı yüzleri, çocukluk kanamaları, intihar, intihara tanıklık ve dilin tutulması halleri; hepsi birer uçlarından Cevat’ın deliliğine bağlanırken, “güzelce” olan şeyler bir masalın “mişli geçmiş”inde, dilek olamamış halde ucundan bir temenni gibi gösterilip kapalı tutuluyor. Hrant Dink cinayetinden, bombalı saldırılara, sevişmeden yan yana uyuyan çiftlerden, ensest ilişkiye, gizli eşcinselliğe, karanlık bir yoldan geçiyoruz. Yine de ışığın varlığını metne, kitapta Mahinur’un sürekli kullandığı sözle belirtecek olursam “güzelce” yerleştiren bir yazar olarak kendinizi karanlıkta mı, ışıkta mı tanımlıyorsunuz? İlk kitabımda baba özürlü bir kadını anlatmıştım. Düş Hırkası’nda da anne özürlü bir erkeği anlatmak istedim. Kucak açmayan bir baba bir çocuk için ne kadar travmatik bir durum yaratıyorsa, kucak açmayan bir anne de benzeri bir etki yaratır. Ama buradaki ensest biraz şaibeli. Cevat gerçekten, anlatılanları mı görüp deliriyor, yoksa zaten evin basamaklardan çıkarken aklın öte yüzüne düştüğü için mi bunları görüyor? Orası muğlak. Kitapta yer yer, özellikle Reyhan’ın metne girip çıktığı yerlerde fazlasıyla tırmanan, okuru zorlayan, dramatik yapının çok sıkı örüldüğü bölümler var. Buralarda, aslında zamanın akışına bağlı kalmaksızın, yalnızca belleğin akışına sadık kalarak anlatılan, belki acımasızca anlatılan bir öbeklenme söz konusu. Doğrusu bu bölümleri seyreltip seyreltmeme konusunda çok düşündüm. Hem okuyan ne kadar sarsılıyorsa, ben de en az o kadar sarsıldım yazarken. Sonra seyreltmemeye karar verdim; çünkü hayatta da bazen olmaz mı benzeri bir nefes alamama hali, bir “hayat basması”? O zaman pekâlâ “kitap da basabilir” insana… Kendimi karanlıkta mı, ışıkta mı tanımlıyorum? Bilmiyorum. Hiç düşünmedim bunu. Tek bildiğim, labirentlerde gezinmeyi sevdiğim, en derindeki yaraları göstermek istediğim. Çünkü bu yaraları görmek, dünyaya başka gözlerle bakmamızı sağlayacak. Yazar yalnızca kendi yarasına bakmaz, kendi yarasını yazmaz, başkalarının yaralarını yazmak da o yarayı kendine ait kılmaktır ama. Ve biz ancak o yaraları görebilirsek, Mahinur’un dediği gibi “dünya ‘güzelce’ dönebilir” ve tam da bu nedenle bu ışık bir temenni gibi gösterilip kapalı tutulmuştur. ? Düş Hırkası/ Filiz Özdem/ YKY/ 132 s. SAYFA 17 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1002
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle