Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Filiz Özdem’den yeni bir roman: ‘Düş Hırkası’ Dürbün’ün iki ucundan bakmak Korku Benim Sahibim’de özgün anlatımıyla dikkati çeken Filiz Özdem, Düş Hırkası’nda yine farklı bir üslupla akışı bir an bile durmayan caddedeki insan kalabalığını hikâyelerle birbirine bağlıyor. Ne kadar uzak ve ne kadar yakın olduğumuz sırrını açıklarken kaleminin gözü dürbünün iki ucundan bakıyor: Hem kalabalığa karışmadan tepeden seyrediyor kenti, hem seçtiği bazı insanların zihin derinliklerinde, bilinçdışı koridorlarında, kendilerinin bile haberdar olmadığı dip mahzenlerde dolaşıyor. Özdem’le romanını konuştuk diyordu: Nihayet babası, kocası ve ağabeyi ölmüştü! Erkek egemen dünyanın baskısına yapılan müthiş bir vurguydu. Belleğim beni yanıltmıyorsa, Fatmagül Berktay’ın kaleme aldığı bir yazıydı. üçüncü tekil şahıstan anlatılacak bir kurguya sahipti. Cevat’ı ve onun hayatını hep başkalarının hayatlarının üstünden ve anlatıcıdan dinliyoruz. Dolayısıyla Cevat, anlatıcının anlatmak istedikleri ve başkalarının onun hayatına değdiği noktalardan etkileniyor. Çeşitli simgelerin tekrarlanışı da aslında şöyle bir oyun kuruyor: Hayatların hem birbirine benzerliğine hem de farklılığına dikkat çekiyor... Ya da ne kadar farklı olursa olsun, tesadüflerle kesişen hayatlara… Yazarın hayatı ne kadar, nereye kadar açık Düş Hırkası’nda, yazdıklarınızda? Bir gölge (düş) gibi belirip kaybolan, varla yok arası kendini sezdiren bir hali var sanki. Metinde çıplak kalmak, otobiyografik anlatım konusunda neler düşünüyorsunuz? İşte yazar o kadar var, bir gölge gibi belirip kaybolduğu kadar. Düş Hırkası’ndaki hayatlarla benim hayatımın çok da ortak noktası yok. Önünde beklediğim bir yapı, yürüyüp geçtiğim bir yol, kahve içtiğim bir mekân, sokakta yanımdan geçip giden ya da vapurda karşımda oturan biri, sevgiyle açılmış bir kapı, bir ses, bir dokunuş, uyanık geçen bir gece yolculuğunda seyrettiğim yol, bazı rüyalar, bir reddetme ya da vicdan borcu addedilen bir şeyler, bir gazete haberi girmiştir elbette metne… Gözümün ve gönlümün fotoğrafını çektiği pek çok ayrıntı vardır yazdıklarımda. Bir de benim kokusunu aldığım, sezdiğim, gönül gözümle gördüğüm şeyler var, ayrıca kalbimi burkan şeyler var, öfke duymama neden olan şeyler var. Ben hep bunların üstünden anlatıyorum. O nedenle bence her metin “otobiyografik”tir ama bu, anlatılanların yazarın hayatı olduğu anlamına gelmez. Bir iç hayattır. Ë Pelin ÖZER lk romanınız Korku Benim Sahibim’de “Hayat her yerde var...” diye başlayan uzun cümlede “heykelin gölgesine saklanan meczup [bir] adam” da yer alıyor. Bu adam, Düş Hırkası’nın başrolündeki Cevat’a dönüşmüş olabilir mi? O satırları yazarken ikinci kitapta böyle bir karakter anlatmanın düşünü kurmuş muydunuz? Korku Benim Sahibim’in kahramanı Sude, “Ermeni bir gazeteciden” kendisine hediye gelen, evi taşınırken kaybolan kolisinde Cevat tarafından bulunan, Melkon Mardinyan ismi kazılı avcı dürbünü ve sevgilisinin mektuplarıyla aracılığıyla karşımıza çıkıyor. Üçüncü kitapta Sude’ye yine rastlayacak mıyız? Üçüncü romana başladınız mı? Korku Benim Sahibim’i yazarken Düş Hırkası’nı çatmaya başlamıştım. İlk soruda beni yakaladınız, buna hem şaşırdım hem de sevindim. Düş Hırkası’nı yazarken de bir başka romanı daha kurmaya başlamıştım bile. Aslında bunları birbirinden bağımsız olarak okunabilecek ama birbirini tamamlayacak bir üçleme olarak düşündüm. Düş Hırkası’nda da üçüncü romanın kişisini yürürken görüyoruz. Farklı zeminlere basan üç kaybetme hikâyesi anlatmak istedim. Çünkü biz kaybettiklerimizle biz oluyoruz. Acıklı ama hayatın ve insanların bizden yontup aldıklarıyla, eksilmemizle şekilleniyoruz. Üçüncü kitapta da, evet, Sude’yle ilgili küçük bir hikâye olacak. Korku Benim Sahibim’deki “ben” anlatıcının yerini Düş Hırkası’nda üçüncü tekil şahıs alıyor ve merkeze bir erkeği yerleştiriyor. Ama yine de birbirine temas eden farklı hikâyeler, sonunda bir kadın anlatıcının varlığını ele vermekten kaçınmıyor sanki. Bu, romanın sahicilik duygusunu, samimiyetini daha da güçlendiriyor. Roman kurgusunda “yazar ben”in varoluşuna, kapsadığı alana, saklıaçık ama özgürce salınmasına dair neler söylemek istersiniz? Kadın anlatıcı olarak kendimi örtmekte de, saklamakta da gönlüm yok. Cinsiyeti kadın olan bir yazarın, bir ben olarak cinsiyetini matlaştırmasının bir maharet olduğunu düşünmüyorum, en azından kendi adıma söyleyebilirim bunu. Yıllar önce bir yerde okumuştum, yazarın adı kalmamış aklımda, Mısırlı bir kadın yazardan söz ediyordu ve şöyle İ SINIFSAL VE KÜLTÜREL AİDİYET Yazarken kendi cinsiyetimi silikleştirmek, her kişiye ait olduğu cinsiyetten bakmak, onun cinsiyetine bürünüp oradan anlatmak gibi bir kaygım olmadığı İĞNEYLE KUYU KAZMAK Sonuçta her ne yazarsa yazsın, kimin, gibi, niyetim de yok. Ama şöyle bir şey kimlerin hikâyesini anlatırsa anlatsın, var: Yazdığım kişilerin cinsiyetinden tam bu noktadan bakarak söyleyecek çok, sınıfsal ve kültürel aidiyetleri beni olursak, yazar her zaman kendi portreçok yakından ilgilendiriyor. Mesela hem sini, kendi portresinde billurlaştırdığı Cevat’ın dadısı hem evlerinin hizmetkâruhları kazar, onları kendi biricikliğinde rı Mahinur’u yazarken bir yandan çok işlerken anonimleştirir; aynı zamanda eğlendim bir yandan da kederlendim. da kendi kuyusunu kazar. Kuyu kazmaMahinur, Reyhan’ın ya da Ayperi’nin nın hem mecazi olarak işaret ettiği şey kullandığı dili kullanmıyor ama alt külanlamında, kendi sonunu hazırlamak türden gelmesine rağmen halk bilgesi olarak hem de iğneyle kuyu kazmayı bir kadın. Erkek kişilere gelince ne Cekastediyorum… Her kitabın bir sonu vat’ın, ne polis Muhsin’in, ne doktor var, uçları açık olsa da… Dolayısıyla yaÇetin’in, ne imam İhsan’ın birer erkek zar her kitabında sona akar. Sonra kenolduğu söylenebilir. Daha doğrusu eril dine yeni bir başlangıç bulması gerekir. bir dünya algısından anlatılmış erkekler Yazar kendi yüzünden, kendi çehredeğiller. Hepsi “dişil yanları”yla işlensinden süzer anlattıklarını. Bir çocuğu, miş; bu, bile isteye yapılmış bir tercihtir. bir kadını, bir erkeği, bir ihtiyarı, bir Kadın yazarların, dişil dillerini inadına, genci, bir ölüyü her kimi ya da her neyi iyice bileyerek, alabildiğine parlatarak anlatırsa anlatsın, yazar yalnızca onun yazmalarını isterim. hırkasını üstüne giyerek anlatır, hırkaYazarken, kendimi cinsler üstü bir nın altında yine kendisi vardır. O, hiçbir varlık gibi hissetme arzusuna sahip dezaman kendine ait olmamış, olmayacak ğilim, tam tersine cinsiyetimin, belki de ve olamayacak hikâyeleri kendinden daen çok farkına vardığım anlar bunlar. mıtarak, kendine ait kılarak anlatHayata nasıl baktığımı, hayatı kucakla¥ tığı için, yazılan her şey otobiyodığım ya da reddettiğim anları, hayatta nasıl durduğumu bütün ayrıntılarıyla en derinlemesine ve zenginliğiyle hissettiğim anlar. Doğa bizi yaratırken yapacağını yapmış. Kadın yalnızca x kromozomunun taşıyıcısı ama hayatındaki erkekler: Baba, koca, ağabey ya da oğul ve en nihayetinde toplum, kadını erkek dünyayla terbiye ediyor. Hegemonik bir dili öğretiyor, ki hiç lazım değil, istemem bu dili. Ben kendimi bu dilden ne kadar soyarsam, ne kadar ayıklarsam, ne kadar çapaklarından arındırırsam o kadar kendime özgü, yani dişil dile katkıda bulunanlardan biri olabilirim. Üstelik çok şükür, kimsenin ölmesini beklemeden yapabiliyorum bunu. Ayrıca “ben dili”yle anlatmayı çok seviyorum, Tek bildiğim, labirentlerde gezinmeyi sevdiğim, en derindeki yaraları göstermek istediğim. Çünkü bu yaraları görama Düş Hırkası ancak mek, dünyaya başka gözlerle bakmamızı sağlayacak. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1002 Fotoğraflar: Selahattin Özpalabıyıklar SAYFA 16