09 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

¥ mıdır? Olmadığını Aragon söylüyor. Bunun gibi sevgide de aşağı yukarı benzeş bir yan var. Bir şeye karşı beslediğimiz sevgi, takıntı boyutunu kazandığı an “tutku”ya dönüşüyor. Tutkuların, yürek dağlayıcı, kavurucu yanını kim yadsıyabilir? Dediğiniz anlamda yazıya sığınış da bu noktada başlıyor; insan, acıların çekim alanından sözcüklerin dünyasına sığınarak çıkmaya çalışıyor ya da kendisine acı veren, acı çektiren durumlardan bu yolla öç almak istiyor. Şunu da ekleyeyim, yüreklerinde acının tortusunu taşımayan, cilalı, dümdüz bir yaşam sürenler, sözcüklere sığınmaya gereksinim duymazlar. Böyle derken Fernando Pessoa’nın Huzursuzluğun Kitabı’ndaki şu sözlerini anımsıyorum: Yazmak, tiksinerek aldığım bir uyuşturucu, kendime yakıştıramasam da bir türlü bırakamadığım rezilce bir alışkanlık. Bazı zehirler insana iyi gelir, kimisi ruhun terkibindeki maddelerden yapılmıştır, düşlerimizin gizli harabelerinden toplanmış otlardan, tasarılarımızın mezarlarında bitmiş kara gelinciklerden, ruhta akan cehennem nehirlerinin yankılı kıyılarında dallarını sallayan edepsiz ağaçların yapraklarından... Zehirli bir alışkanlık da saysa, aslında yazmanın bize acı çektiren koşullarla bir hesaplaşma gereksinimi olduğunu, yaşama karşı bizi dayanıklı kıldığını söylüyor Pessoa. Bunu bir başka usta, Italo Calvino’ysa şöyle belirtiyor: Çoğu kez insanı yazmaya iten şey, yaşanan tatminsizliklerdir ve kâğıt üzerinde ulaşılan anlatım, yaşamın anahtarıdır. ÇİZİLEMEMİŞ SINIRLAR Öte yandan kitabınızda cinsel içerikli metinler üzerinde düşünürken bu tür metinleri ayırmanın, sınırlarını belirlemenin güçlüğüne değiniyorsunuz. Örneğin Semra Topal’dan seçtiğiniz metni inceliyor, bunun “pornografik” bir nitelik taşıdığını söylüyorsunuz; oysa Topal, kendi metinle rini “erotik” olarak adlandırır, cinsel hazları, sapkınlık ve çıplaklık gibi yönsemeleri erotizmin öğeleri olarak görür. Bizde öteden beri kimi kavramların sınırları tam çizilememiştir. Bu yüzden terimsel adlandırmalar, açık seçiklik taşımaz. Kavram kargaşası yaşarız. “Erotik” ve “ pornografik” kavramları da sık sık birbiriyle karıştırılır. Ben, bu iki kavramı ayırmada dil ve anlatımın yanı sıra amaç ölçütünü kullandım. Metin, sözlüklerin “kaba” diye nitelediği, günlük yaşamda ağza almaktan kaçındığımız sözcüklerle oluşturulmuşsa, hiçbir yazınsal, güzelduyusal değer taşımıyorsa pornografiktir. Erotizmdeyse tensel ve cinsel ilişkiler, yazınsal söyleme dönüştürülerek verilir; dahası pornografide olduğu gibi kösnüllüğü kamçılama amacı güdülmez. Yine de aralarında aşılmaz duvarlar yoktur, zamanın akışı içinde bu kavramlara bakış, bunları algılayış değişmiştir. Öyle ki, bir zamanlar, toplumun ahlakını bozuyor,” ar ve haya duygusu”nu incitiyor diye yargılanıp suçlanmış kimi yapıtlar, bugün kitaplıkların başköşesinde yer almaktadır. Bunu da anımsamakta yarar var. Görmüşsünüzdür, kitabımda da değişik örneklerden yola çıkarak şöyle bir sonuca ulaştım: (...) Anlatıcı, eril ve dişil gövdelerin tekleşmesinden doğan kösnüllük terini, sperm kokusunu sözcüklerin anlam ve çağrışım katmanlarına sızdırıyor ya da aybaşı kanını akıtıyorsa, söylemini okurun düş ve düşlem gücünü körelten kaba, çiğ ve kirli imgeler üzerine temellendiriyorsa o metin erotik değil, pornografiktir. Şunu da merak ediyorum: Örneklendirdiğiniz yazarlar ve yapıtlar, Türk ve dünya edebiyatının bilinen önemli adları. Yeni yazarlar ve yapıtları çok az. Neden böyle bu? Bu, büyük ölçüde kitabın hazırlanış amacına bağlı bir tutum. Önceki sorularınızı yanıtlarken de söyledim, zamansırasal bir yöntem izlemedim. Saptadığım üç ana izleği (ölüm, sevi, tutku) işlemiş yazınsal yaratılardan seçmeler yaptım. Bunlar üzerinde durup düşündüm. Sözgelimi Pigmelerden, Kızılderililerden, Eski Mısırlılardan günümüze değin sürüp gelmiş, söyleyeni belirsiz şiirlerden bile örnekler alıntıladım. Benim için önemli olan metin, yoksa metni üreten kişilerin ünlü ya da ünsüz, genç ya da yaşlı oluşları değil. Sözgelimi Homeros’un İlyada’sı, Shakespeare’in Hamlet’i, Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği kitabımın dokusu ve kurgusu içinde hangi işlevi gördüyse Murat Gülsoy’un Sevgilinin Geciken Ölümü, Tezer Özlü’nün Gecenin Ucuna Yolculuk’u, Levent Mete’nin Aşk Hastalığı da aynı işlevi görmüştür. Bununla birlikte kimi örneklerlerle de kitap boyunca özellikle şunu sezdirmeye çalıştım. Bir yapıt ve yaratı, insanın duygu dünyasını kuşatıyor, yüreklere sesleniyorsa eskimezlik kazanıyor, çağlar boyunca yaşarlığını koruyor. SİNEMA EDEBİYAT Kitapta dikkat çekici bir yön de şu: Denemelerinizi sinema örnekleriyle pekiştirmişsiniz. Sinemaedebiyat yakınlığı son dönemde artmış, nerdeyse iç içe geçmiş durumda. Bu da ister istemez metinlerarası geçişimlerin artmasına da yol açacak. Bu bir soruna dönüşebilir mi? Sanmıyorum. Çünkü sinemanın dil ve anlatım olanakları yazınsal yaratılarınkinden farklıdır. Sinema, söylemek bile fazla, görselliğe dayalı bir dil kullanır. Anlatmaktan çok gösterir; oysa yazınsal söylem, görselliğin sınırlarını aşan, çağrışımsal, betimleyici boyutlar içerir. Ancak kimi yazarlar, sinema dilinden yararlanmaya çalıştıkları ya da sinemanın etkisi altında kaldıkları için soyunuk bir dil kullanıyorlar. Sınırlı da olsa böyle bir kesişimden söz edilebilir. Benim verdiğim ya da andığım filmlere gelince farklı bir işlev taşıyor. Açmaya, anlatmaya çalıştığım insanın duygusal dünyası sinemanın da konu ala nı içine girdiğini göstermek; ayrıca aynı izleklerin sinemada nasıl işlendiğini bir ölçüde okurlara sezdirmek. Örneğin İlyada’da Hektor’un öldürülüş ve ölüsünün taşınış bölümü, yaşlı babası Kral Priamos’un dünyasını karartır, onurunu, gururunu bir yana atarak oğlunu öldüren Aşil’in ayaklarına kapanıp oğlunun ölüsünün kendisine verilmesini ister. Kitapta bu sahne üzerinde düşünürken çağrışımsal bir etkilenimle Wolfgang Petersen’in Trova Savaşı canlanıyor belleğimde. Bunun içinde Hektor’un öldürülüş ve ölüsünün taşınış sahnesi kare kare geçiyor gözlerimin önünden. Aynı çağrışımsal durumu, Murat Gülsoy’un Sevgilinin Geciken Ölümü’nde de yaşadım. Romanın kahramanı Serap’ın, Ne yapayım Cem... Elimden bir şey gelmiyor ki... Ölemiyorum da... Dönemiyorum da... sözlerini bir tartımdan geçirirken birden İspanyol yönetmen Alejandro Amenabar’ın İçimdeki Deniz adlı filminin içinde buldum kendimi. Otuz yıl yatağa mıhlanıp kalmış, yatalak bir denizcinin, Ramon Sampedro’nun yazgısı ve isteğiyle Serap’ınki arasında bir benzerlik kurdum. Bunlara bir tür gönderme de diyebiliriz. Son bir soru: Kitabınızı bir yazarın, Fernando Pessoa’nın bir çağrısıyla bitirmişsiniz… Evet. Günümüz insanı bir duyarlık körleşmesine uğramıştır. Çağımızın bir sayrılığıdır bu. Pessoa, bizi bu sayrılıktan kurtulmaya çağırıyor. Bunun da hayatımızı başkalarınınkiyle özdeşleştirip yaşam haritamızın sınırlarını genişletmeye, teknolojinin öldürdüğü düş kurma gücümüzü diriltmeye, insan yüreğinin derinliklerine yolculuk eden yaratıcıların sesini kendi yüreğimizin sesiyle kaynaştırmaya bağlı olduğunu söylüyor. ? [email protected] İnsan Yüreğine Yolculuk/ Emin Özdemir/ Can Yayınları/ 280 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 985 SAYFA 15
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle