27 Aralık 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

...KISA KISA... Ë Zehra İPŞİROĞLU akiye Özsoysal’ın ‘Oyunlarda Kadınlar’ kitabı feminist bir bakış açısından yola çıkarak yepyeni bir okuma modeli sunuyor bizlere. Kadının erkil dünyadaki yeri ve konumu nedir, kadın/erkek ilişkileri nasıl gelişiyor, kadına bu ilişkiler bağlamında toplumda ne tür roller veriliyor, ne tür haklar tanınıyor, kadın bu rolleri ne dereceye kadar nasıl içselleştiriyor, hangi engeller ya da tıkanma noktalarıyla karşılaşıyor, kendi kimliğini bulması ve kendini gerçekleştirmesi hangi olgulara bağlı gibi sorular, bu çalışmanın temelini oluşturuyor. Örneğin Nâzım Hikmet’in bu kitapta incelenen ‘Ferhat ile Şirin’ oyununda eski bir aşk öyküsünden yola çıkılarak sömüren/ sömürülen ilişkisi gözler önüne serilir. Ferhat’ın Şirin’e kavuşabilmek için olanaksız olanı başarması, demir dağı delerek susuzluktan kıvranan köy halkını suya kavuşturması gerekir. Nâzım Hikmet’in Ferhat’ı tipik bir kahramandır, çünkü kendini coşku ve inançla halkının kurtuluşuna adamıştır. Şirin’e ise tek bir seçenek kalmıştır artık, o da onu çoktan unutmuş olan Ferhat’ı sabır ve özveriyle beklemek... Böylece bu oyuna okuyucu odaklı bir yaklaşımla feminist açıdan baktığımızda, oyunun devrimci iletisinden bağımsız olarak yepyeni bir okuma sürecinin içine çekiliyoruz. Nitekim Boyalı Kuş Tiyatrosu’nun bundan birkaç yıl önce İstanbul’da sahnelediği Ferhat ile Şirin uyarlaması da buna çarpıcı bir örnek veriyordu. Bu uyarlamanın çıkış noktasını da olayların akışında ikincil bir yer alan kadınlar oluşturuyordu çünkü. F Oyunlardaki Kadınlar ği yerleşik algılama ve görme biçimlerini sorgulaması. Kanıksadığımız, görmediğimiz, klişeleştirdiğimiz olguları bize farklı bir açıdan, farklı boyutları ve renkleriyle gösterebilmesi. Kitapta incelenen oyunların da ortak yanı var olan sistemi sorgulayan eleştirel duruşları. Bu açıdan da oyun metinlerindeki gizli ideolojinin, yani erkil bakışın ortaya çıkarılması ve metinlere oyun yazarlarının oyunlarına yükledikleri anlamdan ve iletiden bütünüyle bağımsız olarak yeni yorumlar getirilmesi özellikle önem kazanıyor. Böylece Özsoysal Nâzım Hikmet ile Vasıf Öngören gibi tiyatromuzda öncü konumda olan devrimci yazarların yapıtlarından yola çıkarak seven/ fedakar/ baştan çıkarıcı/ şeytan kadın gibi klasik rollerin, erkil sistemi doğal bir biçimde içselleştirmiş olan erkek yazarların yapıtlarında nasıl ortaya çıktığını ayrıntılı olarak gözler önüne seriyor. Öte yandan kitapta yer alan kadın yazarların, Adalet Ağaoğlu’nun ve Sevim Burak’ın, oyunlarında toplumsal cinsiyet izleğine nasıl çok daha başka bir duyarlılıkla yaklaştıklarını da ayrıntılı oyun çözümlemeleriyle somut olarak irdeliyor. ‘Oyunlarda Kadınlar’ı biricik ve özgün kılan, yazarın oyun metinleriyle kurduğu dolaysız iletişim; çalışmanın altyapısı Fakiye Özsoysal TOPLUMSAL CİNSİYET Fakiye Özsoysal yeni okumaları gündeme getiren kitabında toplumsal cinsiyet izleğini birbirinden ayrı yapılarda beş oyunda ayrıntılı olarak inceliyor. Amacı hem epik tiyatro, uyumsuz tiyatro, gerçeküstü tiyatro gibi yeni anlatım biçimlerine yönelen, hem de içeriksel açıdan eleştirel boyutu olan bu oyunlarda nasıl bir kadın imgesi yaratıldığını araştırmak.Yazınsal metinlerin, özellikle de modern metinlerin en belirgin özelli nı oluşturan feminist kuramların bizdeki çoğu bilimsel araştırmada olduğu gibi kendi başına bağımsızlık kazanmaması, tersine metnin farklı katmanlarını ve boyutlarını irdeleyebilmek için anahtar işlevini görmesi. Böylece bu oyunlar üzerinde çalışacak olan bir dramaturga ya da oyunları sahnelemek isteyen bir yönetmene çok önemli ipuçları vererek zengin bir düşünme, araştırma ve çalışma malzemesi sunuyor. Ayrıca kitapta sunulan model yazar/ metin/ okuyucu ilişkisinde yepyeni bir kapı aralıyor. Çünkü toplumsal cinsiyet konusunu temel alan okuyucu odaklı bir yaklaşım başka metinlere de bu gözle bakmamızı, metinlerin şimdiye değin ayırdına varmadığınız yepyeni boyutlarını bulgulayabilmemizi sağlayacaktır. FEMİNİST BAKIŞ ‘Oyunlarda Kadınlar’ın okuyucuyu öz gün ve yaratıcı bir düşünme serüvenine çeken heyecan verici, neredeyse kışkırtıcı bir kitap olduğunu söyleyebiliriz.. Çünkü oyun metinlerine feminist açıdan, farklı bir bakışla bakarken, kolektif bilincimizde yerleşmiş olan, bu nedenle de hiç düşünmeden benimsediğimiz, içselleştirdiğimiz gelenekleri ve değerleri de alabora ediyor. Feminist bakışın özelliği temelinde kadın haklarını ve kadın/ erkek eşitliğini savunarak, içinde yaşadığımız erkil dünyayı sorgulayabilmesi. Ne var ki erkil dünyada feminizm kavramı da doğal olarak erkek düşmanlığı olarak geçiştiriliyor, böylece de bu kavram içi boşaltılarak çarpıltılıyor. İşin ilginci aydınlarımızın, dahası dil duyarlığı olan tanınmış yazarlarımızın bile erkil sistemin dayattığı söylem biçimini bugün hâlâ sürdürmeleri. Sözgelimi Enis Batur ‘Söz’lük’de dile getirdiği gibi erkeğe bilgeliği, kadına ise yumuşaklığı yakıştırıyor. Ataerkil yapılanma içinde kolektif kültürel koşullandırılma öylesine yoğun ki, kadınların da bu yerleşik söylemi doğal bir biçimde içselleştirdiklerini görüyoruz. Oysa kadının kafasının işlediği, bilgi sahibi olabildiği, bilgiyi yaşama uygulayabildiği, bilgelikle üreticiliği bütünleştirebildiği, buna karşılık erkeğin saldırganlığını, sertliğini törpüleyebildiği, barışcıl, yumuşak ve esnek bir duruşu benimsediği bir dünya belki de çok daha farklı bir dünya olurdu. Ama nedense bilgelik sadece erkeğe öngörüldüğü gibi, ‘yumuşak’ sözcüğü de erkek için kullanıldığı anda eşcinselliğe gönderme yapıyor. Çünkü erkeğin yumuşak olması onaylanır bir şey değil. İşte toplumsal cinsiyet sorununu gündeme getiren feminist bakış kolektif bellekte kökleşerek yer etmiş olan ve bugün de tüm yoğunluğuyla geçerliğini sürdüren bu tür söylemlerin sorgulanmasını ve eleştirilmesini sağlıyor. Bu açıdan da Fakiye Özsoysal’ın kitabı sadece tiyatroyla ilgilenen küçük bir kesimi değil, toplumda ve edebiyatta toplumsal cinsiyet sorunu üzerinde düşünen uzak yakın herkesi ilgilendirebilecek çok önemli bir çalışma. ? Oyunlarda Kadınlar/ Fakiye Özsoysal/ E Yay./ 200 s. ¥ Benim Adım Anne Frank Ë Tufan ERBARIŞTIRAN İ nsanlığın yaşadığı en korkunç savaşlar daima “din” nedeniyle olmuştur. Dinlerin toplum üzerindeki etkisi, gücü ve önemi bilinen bir gerçektir. Kişinin dinsel inancını diğerinden üstün görmesi, yaşamını bu doğrultuda sürdürmesi sonucunda bir çatışkı yaşayacağı kaçınılmazdır. Bu çatışkı çoğu kez kanla, savaşla, kavgayla bitecektir. Bu uğurda öldürmek, yok etmek hatta bir insanı yakmak bile sıradan bir iş, yapılması gereken ilahi bir görev olmuştur. Toplama kamplarında yakılan, işkenceden geçirilen, sakat bırakılan Yahudilerin sayısı bugün bile tam olarak bilinememektedir. Milyonlarca Yahudi’nin yakıldığı, yok edildiği, bir kemik yığını haline getirildiği kamplarda tek düşünce hâkimdi: Ari ırkını üstün göstermek! Aynı garip düşüncenin kanlı tarihinde engizisyon mahkemeleri bu görevi (!) üstlenmişti. Orada da Hıristiyan olmayanlar kazıklara geçiriliyor, diri diri yakılıyor, dövülüyor, ülkelerinden kovuluyordu. Papa böyle buyurmuştu… Tarihin karanlık dönemlerinden bugüne kadar din savaşları her zaman karşımıza çıkmaktadır. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Avrupa’da birçok Yahudi, toplama kamplarına gönderildi. Cinsiyet ve yaş farkı gözetmeksizin topluca yakıldılar. Aile fertlerinin yan yana gaz odalarına girdiği bilinir… Böyle bir vahşet insanlığın belleğine adeta kazınmıştır. Savaşın yoğun olarak yaşandığı yıllarda hatta birkaç yıl öncesinden bile Yahudi olanlar teker teker toplanmaya başlanmıştı. Birçoğunun kollarına Davut Yıldızı takılıyor, kaldırımda yürüyemiyorlar, günlük yiyecek gereksinimlerini bile karşılayamıyorlardı. Böyle dramatik bir dönemde bir genç kız, günlük tutmaya başladı. Kanla yazıyordu satırları… Kolay değildi kuşkusuz, bodrum katında bir böcek gibi saklanmak, her an öldürülmek korkusuyla sözde yaşamak. Gencecik bedeni korkuyla sarsılsa da, o sevdiklerini her an görecekmiş gibi defterine yazıyordu. Bir düştü onun yaşadığı. Başka ne olabilirdi ki? Bu genç kızın ismi, Anne Frank idi. “Jacqueline van Maarsen: 1929’da Amsterdam’da doğdu. 1930’ların çalkantılı döneminde büyüdü. Babası Hollandalı bir Yahudi, annesi Fransız bir Katolik’ti. Babası sayısız girişimler sonucunda, 1938 yılında karısını Yahudi Cemaati’ne Yahudi olarak kaydetmeyi başarmıştır. (…) 2. Dünya Savaşı sırasında, Yahudilere uygulanan eziyeti Jacqueline bizzat gördü ve yaşadı. 1941 yılında Yahudi Lisesi’nde okurken Anne Frank’la tanış tı. Anne’in gözlenmesinden bir yıl önce, çok yakın iki arkadaş oldular. Yazar 1986 yılından itibaren birçok yerde, Anne Frank ve ayrımcılık üzerine konferanslar veriyor. ‘Anne Frank’ın Mirası’ adlı kitabın da yazarıdır.” (Kitaptan) ANNE’IN AİLESİ Anne Frank’ın ailesi Paris’te moda üzerine çalışmaktadır. Annesi bu konuda iddialı koleksiyonlar hazırlamaktadır. İş kadını olabilmek için var gücüyle çalışmaktadır. Onun bu yeteneği kızına da geçmiştir. O da tıpkı annesi gibi aktif, sosyal yönü kuvvetli, düşündüğünü söyleyebilen bir yaşam biçimine sahiptir. Eline, kocasının isteği üzerine Yahudi olmuştur. Sonradan bu durum yaşamlarına mal olacaktır… J. Maarsen kendi anılarından da yola çıkarak bu kitabı hazırlamış. Anne Frank ile olan yakın dostluklarını sayfalara yansıtırken bir yandan da savaşın o korkunç yüzünü sergiliyor. “Okuldaki çocukların büyük bölümü toplama kamplarına sevk edilmişlerdi. Gidenlerden birçoğu bir daha geri dönmedi.” (s/116) Henüz yaşamlarının baharlarında olan binlerce genç insan bir hiç uğruna fırınlarda yakılmıştı. Böylesine acımasız bir düşünceyi besleyen köktendincilik –ne yazık ki günümüzde de varlığını sürdürmektedir. Anne Frank iyi bir eğitim almak, başarılı olmak, özgürce yaşamak istiyordu. Kim bilir ne düşleri vardı? ¥ CUMHURİYET KİTAP SAYI 967 SAYFA 18
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle