Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Cengiz Bektaş’tan ‘Doğuran Doğurtan Afrodisyas Şiirleri’ Ozanca bir mimar, mimarca bir ozan ıllardır şiir inceliyorum; öyle bir sürez(1) geldi ki, şiiri “şiir” diye yazılmış betiklerin de dışında (öyküde, romanda, düşünce yazılarında, gündelik iletişimlerde, vb.); dahası, sözün bile ötesinde (resimde, müzikte, yontuda, kent ve yapı mimarlığında, kısacası insan eliyle üretilmiş her şeyde) aramaya yöneldim. Her sanatın özgül bir niteliği vardır elbette, çünkü insanoğlu onu öyle geliştirmiştir. Her biri için sanatçı öyle bir şey yapıyor olmalı ki, ortaya koyduğu dizgenin kendi varlığını sunma, bütün ilgiyi varlığı üstüne çekme gücü, olası bütün işlevlerini bastırabiliyor. Temel konusu şiir olan bir betiğimde(2) şiirde ve şiir dışında etkinlik gösteren, yapıtlar üreten değişik sanatçıların deneyimlerine ve bilgilerine yer vermek istedim. İlk başvurduğum, ozanlığı ve mimarlığı birlikte, daha doğrusu iç içe, öz öze yürüten sanatçı Cengiz Bektaş oldu. “Temelde nedir sizin yaptığınız?” anlamında sorduğum soruya, “Nesneyi insanlaştırma uğraşı” biçiminde anlaşılacak (hiç değilse benim öyle anladığım) bir yanıt verdi. Gerçekten onun her ürettiği şey, insanı en özden yansıtacak iki sanatta toplanabilir: Şiir ve mimarlık. En son yayımladığı Doğuran Doğurtan Afrodisyas Şiirleri(3) adlı betiği de öyle: Adından ve kapak düzeninden içeriğine yayılan tam bir sanat duyarlılığı, gerçek Y anlamda bir “yapıt”. Şiire ayrılan bölüm iki değişik biçimde düzenlenmiş: Birincisinde, yine karşılıklı her çift sayfanın sağında fotoğraf (kalıntı görünümleri ve ayrıntıları [yontular, yazıtlar, vb.]), insan yüzleri… İkinci ve son bölümün bütün sayfaları AFRODİSYAS TÜRKÜSÜ başlıklı tek bir şiire ayrılmış. Bana göre, bir ozan ve mimar olarak yıllardır izlediğim “Cengiz Bektaş”ı belirleyen temel nitelik ‘ödün vermezliği’dir: Özellikle şiiriyle özdeşleştirdiği mimarlık sanatından ödün vermiyor. Oysa günümüzde ilkelerinden sapıldığı oranda para getiren(4) bir uğraştır mimarlık. Bir yontucu için, bir ressam için, bir ozan için, bir müzikçi için, vb. hiç değilse aynı ölçekte ödün verilmeyebilir.(5) Çünkü ülkemizde vazgeçilmez bir getiri kaynağına dönüştürülen bir betonlaşma çağı yaşıyoruz. Cengiz Bektaş’ın deyimiyle, insanlar “yuva” değil, “mal” istiyor. Üreterek değil, yıkarak, satarak, tüketerek varsıllaşmaya alışmış bir “mütegallibe” sınıfıyla karşı karşıyayız. Bu ortamda Cengiz Bektaş, yalnızca ödün vermezlikle sınırlı kalmıyor, ayrıca sanatsız, mantıksız, haksız ve çirkin yapılaşmalara karşı amansız bir savaşım da veriyor yıllardır… Bir de ulusal bağımsızlığımızın en belirgin göstergesi sayılan öz Türkçe tutkusundan ödün vermiyor. Bu değerler çevresinde bir söyleşi gerçekleştirdik onunla. nımları olmayan yerleşimler birbirinin eşi tasarlarla Türkiye’nin her yerinde gerçekleştirildiler. Bu işi yapanlar eskiden “Karadenizli kalfa” olarak tanımlanıyorlardı. Şimdi devlet kurumları eliyle yapılıyorlar... İnsanların coğrafyalarına, iklimlerine, geçmişlerine, kültürlerine bağlı niteliklerine hiç özen gösterilmeden... Beton çekmecelere tıkılıyor insanlar... Mimarlığın alt yapısı kültürdür. (Şiirin de...) Kültür donanımını tamamlamamış kişilerce tasarlanan, kültürsüz ellerden çıkan beton kovuklara insanlar zorunlu olarak tıkılıyorlar. Üstelik bu konutlar belli gelir düzeyindeki insanlar için... Alt gelir düzeyindekileri düşünen kimse yok... “Mal mı Yuva mı?” adını taşıyan bir betiğimi, sanat tarihçisi Sezer Tansuğ, “Zorunlu olarak mal” diye yanıtlamıştı. Gene de bizler toplumu, mimarlığa duyarlı olmamakla suçlayabiliyoruz. Mimarlığa duyarlığı olmayanlar o konutları alabilecek parası olanlar... Onlar da bankalara, hükümetlere, Türk parasına güvenlerini yitirdikleri için, bir gün dara düştüklerinde konutlarını, satabilecekleri “mal” olarak düşünüyorlar. Başka umarları var mı? Tahsin Yücel’in Gökdelen romanını okumuş olacağınızı düşünüyorum. Orada İstanbul tıpatıp birbirine benzeyen yüzlerce katlı gökdelenlerden oluşur. Ë Mehmet YALÇIN ayın Cengiz Bektaş, söyleşi istemime olumlu yanıt verdiğiniz için öncelikle size çok teşekkür ediyorum. Mimarlık ile şiir sanatını birlikte yürüten seçkin bir sanat insanı olarak görüşlerinize başvurabilmek benim için bir ayrıcalıktır. Türk Dil Kurumu’na ve Türkçemize değerli katkılarınızın da aydın kişiliğinizin önemli bir boyutu olduğuna inanıyorum. Uyguladığınız iki değişik sanatı birleştiren yaratıcı deneyimlerinizden, özel olarak her biri adına, genel olarak da sanat adına aydınlatıcı bilgiler çıkarılabileceğini düşünüyorum. Benim açımdan özellikle de şiir adına… Sizin herhangi bir mimar olmadığınızı biliyorum: Gerek yapı ve yapılaşma üstüne dile getirdiğiniz eleştirel yaklaşımlarınızla, gerekse kendi ürünlerinizle sıradışı bir edim sunuyorsunuz insanlığa. İzninizle, çocukça bir soruyla başlayacağım söyleşiye: Uyguladığınız iki sanat dalından hangisi daha önemli ve önceliklidir sizin için? Birinin ötekini yönlendirdiği ya da karşılıklı olarak birbirini etkilediği söylenebilir mi? Ne şiirden ne de mimarlıktan yoksun düşünüyorum geçmiş yaşamımı... Elbette birbirlerini etkilediler... Hiç çatışmadan hem de... İzlediğim ve anladığım kadarıyla siz Türk mimarlığı konusunda çok iyimser değilsiniz. Yıllar önce bir televizyon söyleşisinde, ülkemiz kentlerindeki mimari dokunun yozluğunu anlatırken şöyle demiştiniz: “Bir kimseyi gözleri bağlı olarak kentlerimizin herhangi birisinin orta yerine paraşütle indirin, gözlerini açın ve orasının hangi kent olduSAYFA 16 S ğunu sorun; büyük olasılıkla size ‘Her yer olabilir’ diyecektir, çünkü hiçbir kentimize mimari bir kişilik kazandıramamışızdır; hepsi birbirine benziyor”. Biraz abartılı da olsa, toplum olarak mimari çevreye karşı duyarsızlığımızı çok iyi anlatan bir açıklamadır bu. Bir kez de durumu bugün içinde bulunduğumuz koşullara göre değerlendirir misiniz? MİMARLIK TOPLUMUN AYNASI Soruda mimarlıkla, kent bilimi (şehircilik) birbirine karışıyor. Mimarlık boyutu olmayan kent tasarı, kent tasarı boyutu olmayan mimarlık bence düşünülemez. Ne yazık ki bizde son dönemde bu iki dalı birbirinden ayırmak için her şey yapıldı. Eğitimleri, (meslek) odaları ayrıldı... İşleri ölçek olarak da ayrıdır... Kent tasarı iki boyutludur. Oysa mimarlık en az 3–4 boyutludur. Ama birbirinden koparılmamalı... Birinin işinde öteki eksik kalmamalı... Mimarlık da kent tasarı da toplumun aynasıdır. Toplumu olduğu gibi yansıtırlar... İşler yalnızca para odaklı olunca dediğiniz oldu. Tasarım giderlerinden, tıpkı betondan, demirden olduğu gibi çalındı. Para ödememek için ya da en ucuza yapana yaptırıldığı için en yavan tasarımlar her yerde uygulandılar. Bunun ne demek olduğunu TOKİ’nin işlerinde görebilirsiniz. En küçük kültür dona Ulaşım kara taşıtlarıyla değil, “mekik” denilen küçük uçaklarla yapılmaktadır… Sizce o roman bir masal mı, yoksa gerçeğe aykırı olmayan bir öykü mü? Ne yazık ki Tahsin Yücel’in romanı masal olmaktan çoktan çıkma yolunda... Bana göre insan topraktan ne denli koparsa o denli insanlığından da uzaklaşır. İş yeri, otel, vb. gökdelen olabilir. Oysa konutlar gökdelene tıkıştırılmamalıdır. Ayrıca, imar tasarında (planında) her arsa için bir katsayı (emsal) belirlenmiştir. Bu aşılamaz... (Uygar ülkelerde imar tasarı anayasa gücündedir. Bizde anayasanın kendisi de delik deşik değil mi?) Beni bir yapı için öneri almak üzere çağırdılar bir gün. Kırk katlı bir gökdelen isteniyordu... Ben “Ne iş için kullanılacak, neden kırk katlı?” diye düşünürken işveren “50 katlı yapmak isterseniz gerekli onayı alırız. Belediye bizden...” dedi. Elbette işi almaya yanaşmadım... Ama böyle bir etiği tanımayan yüzlerce, binlerce mimarın olduğu yerde mimarlık da, kent tasarımı da bu insanlara benzeyecektir… Konya’da, birden yıkılan 10 katlı konut kitlesine onay veren fen ya da imar müdürünün şimdi Büyük Kent Belediyesi’nde görevli olduğu söyleniyor… Durum bu şimdilerde... “Bir vur bin ah dinle...” GELENEK VE ÇAĞDAŞLIK... Tek tek yapı mimarlığı ile kent mimarlığı arasında nasıl bir uyum sağlanabilir? Bir kentin mimarlık dokusu, tek tek yapı tasarımlarının bir toplamı mıdır, yoksa o yapılar, genel bir kent tasarımına göre mi belirlenir? Sanırım bu sorunuzu üçüncü karşılığımda yanıtladım. Elbette genel bir kent tasarına göre belirlenir her şey... Ama önce fiziksel yurt planlaması, son ¥ CUMHURİYET KİTAP SAYI 967