Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Hasan Özkılıç’la ‘Gönlümün Şirazesi Bozuldu’ üzerine ‘Gurbet’ o eski içeriğini kaybetti... Hasan Özkılıç, sıradan insanların yaşamını son derece içten ve yalın bir dille anlatıyor öykülerinde. ‘Gönlümün Şirazesi Bozuldu’, hem ortaya çıkış serüveni hem de sinemamızın ilgisini daha yayımlanmadan çekmesi nedeniyle çok ses getireceğe benzer. Özkılıç’la öykülerini konuştuk. gurbete çıkan biri korkuyla, kaygıyla yolculanırdı. Eşinin, çoluk çocuğunun gözünde, bu gidiş daha çok babayı, oğlu yitirmek, kavuşamamak anlamı taşırdı. Ne olacaktı “akıbeti” kocanın, oğulun? Sağ salim geri dönebilecekler mi? Kim bilir, belki de “gurbet elde hasta düşüp” bir garip olarak hastane köşelerinde öleceklerdi… Belki de bir şehirli kadın bulup onunla evlenecek, sılada bıraktığı eşini, sevdalısını unutup gidecekti? Kim bilir?.. İşte böyle içinde acılar, hasretler, korkular taşıyan bir yolculuktu o dönemler çıkılan yolculuk. Bu korkularını, acılarını, kimsesizliğini, yokluğunu yoksulluğunu en çok türkülerle dile setirmiş Anadolu insanı. “Yârim İstanbul’u mesken mi tuttun/ Gördün güzelleri beni unuttun” demiş, yârinin vefasızlığını türküye dökmüş. “Hasta düştüm gurbet elde bir su verenim yok,” demiş, gurbetteki yalnızlığı, kimsesizliği böylesine çarpıcı bir söyleyişle dile getirmiş. Bir başkasında, yitirdiği yavrusunu komşuları da bulamayınca, Atatürk’ten medet ummuş: Yavrum ateşine nasıl durayım/ Ya ben seni nerelerde bulayım/ Atatürk’e bir telgraf vurayım/ Yitirdim yavrumu yol kenarında.” Böyle bir dünya vardı ve bugüne hiç mi hiç benzemezdi. Evet, şimdi yollar kısaldı. “Gurbet” o eski içeriğini kaybetti. Gurbet yok şimdi. Birçok şey yok insana dair. Şimdi hikâyeler biraz da tersine döndü. Köyde, kasabada yaşananlar sanki daha biraz insani. Ben hep gidiyorum ve bu gidişleri özlüyorum, iple çekiyorum o zamanları. Bu yüzden olsa gerek yazdıklarımda öncekilerden farklılığın oluşu. Bütün yapıtlarınızda yoksulluktan, çaresizlikten, imkânsızlıklardan, âdet ve geleneklerin acımasızlığından, kavuşamamaktan bahsediyor anlattıklarınız ya da acı sürprizlerle sonlanıyor. Biraz aile ilişkilerinin sıcaklığı rahatlatıyor okuru, ancak kullandığınız dille kotarılmış bir hüznün gerçekliği ve bir kurgu gücü var. Toplumumuz, özellikle doğudaki halkımız için hayat bu kadar acı mı? Doğrudur, sıraladığınız nedenlerin bir sonucudur hüzün. Yokluğun, yoksulluğun, çaresizliğin olduğu yerde hayatın kendisi, insan; sevdaları, bütün ilişkileri hüzün taşır. O belki de bu olumsuzlukların süzülmüş hali olduğu için de gerçeğe çok yakındır. Acı çeken, sürekli hayatla boğuşan, geleceği olmayan, çatışmaların, savaşların içinde yitip giden insan hep hüzün kokar… Önsözün bir yerinde, bu öykülerin yazılış serüveni içinde; “İtiraf ediyorum, birçoğunda gözyaşlarımı tutamadım” diye yazdım. Evet, o hüzündü, o acıydı, o çelik gibi gerçekçilikti bana bu duyguları yaşatan. Onları görüyordum, yazdıklarımı, hayatlarını, acılarını, çaresizliklerini, sevinçlerini ve yazarken de onlarla birlikte yaşıyordum… Hayat bu haliyle herkes için acı. Baksanıza bugünlerde yaşanana. Ülkenin her yeri, her gün yangın yeri. Acı ve gözyaşı. Ölüm sıradanlaştı. İnsana ait her olumsuz hal, yok edilme, tüketilme insanlığı ilgilendirmiyor artık. Evet, hayat acı, hem de duyarlı olan için kanıtan bir acı bu. Bugüne değin bütün yapıtlarınız öykü türünden. Diğer türlerin arasında öykünün sizdeki tanımı ve önemini merak ediyorum... Her şeyin damıtılmış hali, yoğunluğu, saflığı bana çekici gelir. Sanki o yoğunlaş ¥ CUMHURİYET KİTAP SAYI 948 Ë Sedat DEMİR uş Boranı’, ‘Şerul’da Beklemek’ ve ‘Orada Yollarda’. Bu üç kitabınızın ardından şimdi de okuru ‘Gönlümün Şirazesi Bozuldu’ adlı kitapla yeniden selamlıyorsunuz. Evet, bu dördüncü öykü kitabım. Aslında yazıyla, yazmakla uğraşımın üzerinden çok zaman geçti; ilk öykünün yayımlandığı tarih 1974. Demek ki otuz dört yıl önce öykü yayımlamaya başlamışım. İlk kitabın yayın tarihi ise 1998. On yıl içinde dördüncü kitap. Zamana, yazı serüvenime baktığımda daha çok kitap çıkarmış olabilirdim, diye düşünüyorum. Otuz dört yıl ve sadece dört öykü kitabı… Uzunca bir dönem çeşitli nedenlerden dolayı ara verdim, az yazdım. Bu yüzden olsa gerek hep bir telaş, geç kalmışlık hali içinde yaşıyorum, yazıyorum. Öykülerin önemli bir kısmında anılarınızın izleri var. Sizce yazar, yaşamının ne kadarını katmalı öyküye? Kitabın bir anlamda önsözü olan, “Onların Hikâyelerine Dair” bölümünde öykülerin kendilerini yazdırış serüvenini anlattım. Bunların kimileri benim yaşamımdan izler taşıyordu, kimileri de dinlediğim, başkalarına ait küçük küçük hikâyelerdi. Kimi öyküler ise tamamen kurgu olan öyküler… Bunlar öyle hoş hikâyelerdi ki, yazılmadan önce, kimi sohbetlerde yazar arkadaşlarımla paylaştığımda, “Bunu mutlaka yaz” diyorlardı. Uzun zaman yazamadım. Ama işte önsözde de anlattığım gibi bir rastlantı yazdırdı bu öyküleri. Aslında bunlar o uzun zaman diliminde, bilinçaltımda yazılmıştı da, demek ki bir biçimde tetiklenmem gerekiyordu, işte o gerçekleşti ve öyküler bundan sonra yazıldı… Yazar yaşamının ne kadarını öyküye katmalı sorusuna gelince, bence her yazarın yazdıklarında kendinden izler vardır. Olmaması imkânsız gibi geliyor bana. Ama önemli olan, o yaşanmışlığı ortak bilince eklemleyebilmek. Yani yazdığınızın, yaşadığınız topraklarda sizinle birlikte yaşayan insanın serüvenine bir yerinden katılabilmesi; onunla aynı kokuyu, tadı, anlamı kazanmasıdır. Her okurun, yazdıklarınızda kendine ait bir şeyler bulabilmesidir. Eğer hüzün varsa, eğer sevda varsa, umut varsa; velhasıl insana dair renk, koku varsa, okuyucunun algısındaki aynı duygularla buluşabilmelidir. İşte o zaman okur metne kendi ürettiği bir metin gibi yaklaşacak; onunla bütünleşecek ve okurun bilincinde de serüven devam edecektir, diye düşünüyorum. TÜRKÜ VE ÖYKÜ Her bir türkü ya da birer türküyle açıSAYFA 22 ‘K lan, türküye karışan öyküler var bu kitapta. Bu ayrı bir okuma keyfi veriyor. Hikâyesinden bahsedebilir misiniz? Öyküler adlarını aynı adla okunan uzun havalardan, ağıtlardan aldılar. Ancak öyküler bu ağıtların, uzun havaların hikâyelerini anlatan öyküler değil tabii. Etkilenerek yazdığım öykülere önce ad oldular, sonra, öykü bir biçimiyle bu duygu yoğunluğuyla yazıldı. Öyküdeki kahramanların duygusal yanlarına, dostluk ve aşk ilişkilerine denk gelen sözleriyle, tınılarıyla öyküde yer aldılar. Bu biçim süreç içinde oluştu. Sevdiğim ve radyomun ayarlı olduğu iki radyo kanalı var. Biri, çalışırken hep açık tuttuğum TRT 3, diğeri ise öncelikle yolculuklarda dinlediğim TRT 4. İşte yine bir yolculukta bu kanalda TRT’nin arşivinden derlenen ve otuz üç halk müziği sanatçısının okuduğu üç CD’de toplanmış kırk iki uzun havanın, bozlağın duyurusu yapılıyordu. Onların hemen hemen hepsinin, ta çocukluğumdan beri, okudukları türküler, uzun havalar, seslerinin özelliği kulaklarımda, gönlümde saklı durur hep. Aldım bu CD’yi ve çok eskilere gittim dinledikçe. Unuttuğum birçok anı, yaşanmışlıklar, duygular; çocukluk arkadaşlarım, dostlarım, ilk sevdalar birer birer yeniden canlandı; yeniden yaşadım o günleri. Sanki yazacağım öyküler bugünü bekliyordu. O önsözde de anlattığım gibi öyküleri bir çırpıda yazdım, trans halinde. Ondan sonra aylarca öykülerle boğuşup durdum. Daha önce yazdığım ve Cumhuriyet gazetesinde yayımlanmış olan “Gece Yolcusu” adlı öyküyü de, öykülerin bütünlüğüne uyum amacıyla küçük değişiklikler yaparak, adını “Ela Geyik Gibi Boyun Sallarsın” diye değiştirip dosyaya ekledim. “Ahmedo Lo” adlı öyküye de Kürtçe bir ağıt olan “Ehmedo Roni” esin kaynağı oldu. Bu ağıtı genç şairlerden Hakan Minaz Türkçeye çevirdi, ağıtın bu bölümü hem Kürtçe hem de Türkçe olarak kitapta yer aldı. İşte kitabın hikâyesi… İkinci öykünüzü Sadık Hidayet’e atfetmişsiniz. Bunun nedenini öğrenebilir miyiz? “Diyarbekir Dolar Şimdi” adlı öykü biraz da Sadık Hidayet öykülerine nazire diyebileceğim, onun atmosferinde, onun esiniyle yazılmış bir öyküdür. Bu yüzden bu öyküyü Sadık Hidayet’e adadım. Bir de onun yaşadığı coğrafyayı, atmosferi, kahramanlarını kendime hep yakın bulmuşumdur. Benim doğduğum coğrafyanın hemen ötesi onun ülkesi, İran’dır. Kurtuluş savaşından önce, Ermenilerle yaşanan çatışmanın ardından, babamla halam, bu savaştan önce annesiyle babası ölmüş iki yetim, daha çocuk yaştayken kaçıp İran’a, sınırın hemen ötesindeki bir kente, “Maku”ya sığınmışlar. Yıllarca orada kalmışlar. Halam bir İranlıyla evlenmiş. Şimdi bu kentte halamın çocukları, torunları yaşıyor. Babam sınırın o yanını anlattığında, bana bu yanı, “Bu Tay’ı” anlatıyor gibi gelirdi hep. İşte bu yüzden olsa gerek, Sadık Hidayet’le aynı coğrafyayı, aynı insanları, ortak acıyı, yokluğu, yoksulluğu anlattığımızı düşünüyorum. Kahramanları, onların dünyayı algılayış biçimi, kültürleri bana, benim doğduğum yerlere çok benziyor. Onu her okuduğumda oralara, iki “Tay”ı da birbirine benzeyen sınıra gider gelirim. Evet, benim hayatımda, topraklarında aynı halkların yaşadığı; Azerbaycann Nahçıvan’ının, İran Azerbaycan’ının ve Ermenistan’ın; bu üç sınırın derin izleri var. Doğduğum topraklar bu üç ülkeye sınır. Kuzeye giderseniz Ermenistan’a, kuzeydoğuya giderseniz Nahçıvan’a ve doğuya giderseniz İran’a varırsınız. Dedim ya üçünde de aynı halkalar yaşamış ve hâlâ yaşamaktalar. Hem de öyle çok uzak değil benim köyüme bu sınırlar. En uzak olanı altmış yetmiş kilometre uzaklıktadır. İşte bu topraklarda asırlarca birlikte yaşamışlar, her biri bana yakın hikâyeler, yaşanmışlıklar anlatır. İşte bu yüzden, yakın sınırların öte yanında doğup, oraları yazmış olan, bir Samed Behrengi’inin, bir Anar’ın, Sadık Hidayet’in, Furuğ’un anlattıkları hikâyelerde, şiirlerde aynı koku, aynı tat, duyarlık vardır. Ve hepsi de etimde, kanımda duyduğum sızılar, acılarla yüklüdür. Kendimi onların sürdürücüsü olarak görüyorum. ‘Nalbant’, ‘Gönlümün Şirazesi Bozuldu’, ‘Ela Geyik Gibi Boyun Sallarsın’, ‘Baba Bugün Daldalanım’ adlı öykülerinizde, önceki kitaplarınızdan farklı olarak köyden kente ya da kentten köye taşınan aşklar, yanı sıra diğer ilişkiler ve göçün açmazları var… Fazla değil daha bundan otuzkırk yıl önce köyden kente, ekmek parası için