08 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? Siz ne yazıyorsunuz? Deneme! Anlıyorum. Peki ressamlar üzerine yazdığınız yazıları da buna dahil ediyor musunuz? Olabilir. Ama buna başkalarının karar vermesi daha doğru olur. Bu arada izin verirseniz, az önceki sorunun kısaca altını çizeyim. Resimde söz konusu olan bireysel müdahale sentaktik kaygıyla gün ışığına çıkar. Yani resimde dikkate aldığımız sentaks, aslında bir nesne olduğunu varsaydığımız resmin içinde kalmaya zorlar bizi. Öte yandan resim, diğer yönüyle anlama dayalı semantik bir yapıdır aynı zamanda. Ama yorumlama sürecinde sentaksın bu anlamı doğrulamasına yönelik beklenti çoğu kez belirleyici olduğu için, sonuçta hakkında sözü edilen şey de ister istemez bireysel müdahalenin izini taşıyanla sınırlı kalmaya mahkumdur daima. Resim üzerine yazmak için nelere dikkat etmek gerekir ya da nasıl bir çaba içinde olmalıdır yazan kişi? Resim üzerine konuşmaya kalkan kişi, ressamı kurcalamaya hazırlıklı olmalıdır. Fotoğraf için de aynı şey geçerli değil midir? Fotoğraf, sahipsiz kalmaya yatkın olmaktan ötürü sahibiyle farklı bir ilişkiye girer. Bu bağlamda fotoğraf, her biri başarılı olabilecek binlerce kareden biri olarak karşımıza çıkarken, resim ancak öyle olabileceği yanılsamasını pekiştirme beklentisiyle yola koyulur hep. O zaman fotoğrafçıyla ressamı birlikte düşündüğümüzde ikincisinin daha zorlu bir yolda ilerlediğini söyleyebiliriz. Bakınız, fotoğrafçı, adsızlığa aday biri olarak, aradan çekildiği ölçüde adını güvenceye alır; bu da başarılı bir fotoğrafçının hangi nedenle kendisine rağmen ad sahibi olduğunu gösterir bize. Resme gelince, söylemek bile fazla, her şey tersine dönmüştür burada. Şimdi niçin daha çok resim ve fotoğraflardan hareketle yazdığınızı daha iyi anlıyorum. Görüyorsunuz, kısaca vurgulamaya çalıştığım bu farklılık bile, değişik malzemeler aracılığıyla ortaya çıkan görsel imgelerin ne denli kışkırtıcı olabileceği konusunda yeterince ipucu veriyor. Yazı Mutsuzluk Kaynağına Dönüşür 1972 yılından bu yana çeşitli dergilerde yazıyorsunuz. İlk kitabınız ‘Sesle Renk Arasında’ 1987’de yayımlanmış, demek ki otuz yılı aşkın bir süredir yazı ortamının içindesiniz. Bu zaman zarfında yazamadıklarınız veya yazıp da keşke yazmasaydım dediğiniz şeyler oldu mu? Hem de nasıl! Önce şunu söyleyeyim: Son noktayı koyduktan sonra şöyle ya da böyle mutlu olduğum bir yazı, çok geçmeden mutsuzluk kaynağına dönüşüyor. Belki de bu yüzden, yazdığımı hiçbir yazıyı daha sonra geriye dönüp okumam, okuyamam. Neden? Çünkü ne zaman böyle bir şeye kalkışsam, sarkan göbeğime aynada bakmak gibi tuhaf bir duyguya kapılarak kendimden tiksinircesine utanıyorum. Öte yandan yazma süresi boyunca bir yazıyı defalarca ve en az da iki kez yüksek sesle okuduğum için, daha sonra o yazıyı tekrar okuma hevesini çoktan yitirmiş oluyorum zaten. Yüksek sesle okumanızdaki amaç nedir? Kulağı tırmalayan bir şey varsa, dilde de mutlaka bir aksaklık var demek tir. Akıcı olmayan bir yazı, en iyimser yaklaşımla kabızdır. Bir yazar için bundan daha dehşet verici bir şey olabilir mi! Mehmet Fuat’a yürekten katılıyorum: Bir tümce içinde noktalama işaretlerine ne denli az ihtiyaç duyuluyorsa, dil o denli başarılı kullanılmış demektir. Bunu her zaman gerçekleştirmek mümkün mü? Elbette değil. Nitekim kimi zaman işlediğiniz konu buna ısrarla direnince, sonunda farkına varmadan eliniz kolunuz bağlanıp kalıyor öylece. Hiç kuşkusuz konuya yeterince hâkim olan bir kişinin bu engeli daha az hasarla aşması her zaman mümkün. Ama soyutlamanın sınırları zorlanmaya başladığı andan itibaren kulak bile yardımcı olamıyor artık. Felsefi metne imza atmaya kalkışan kişi, kulağını rafa kaldırmayı göze almalıdır. Belki bu yüzden felsefi metin gözle, şiir kulakla okunur. Yazmayı düşündüğünüz halde kâğıda geçmemiş yazılar için neler söyleyeceksiniz? Bir yazı için kendini hazır hissetmenin koşulları kişiye göre değişir. Gerçekleştiremediğim Hiçbir Yazı İçin Pişman Değilim Sizin için henüz gerçekleşmemiş koşullar da var mı? Ben, yazmayı tasarladığım halde henüz gerçekleştiremediğim hiçbir yazı yazgısına terk edilmiş kültür merkezlerine kadar acilen çözüm bekleyen sorunlar var. Ama bunları kurcalayacak gücü çoktan yitirdim. Belki de gücünü yitiren yazıdır. Öyle ya, yazı ile Türkiye kurtarılsaydı, gerçekten aklı başında köşe yazarları ile kim bilir kaç kez kurtarılmıştı bu ülke! Örneğin alın İlhan Selçuk’u. Nicedir ne söylediğini öğrenmek için değil, sadece o sınırlı alanda Türkçenin nasıl böyle ustalıkla kullanılabildiğine tanık olmak için okuyorum yazılarını; aksi takdirde, Selçuk’u bilmem ama, altını çizdiği doğrular karşısındaki vurdumduymazlığımızı düşününce çoktan tımarhaneyi boylamış olurdum. Doğruyu Söylemek Sahibini Öldüren Silahı Çağrıştırıyor Ama yine de yılmayıp yazıyorlar değil mi? Doğrusunu söylemek gerekirse, Selçuk ve onunla aynı paydayı bölüşen yazarların hangi vitese takarak bunca yıldır yılmadan yazdıklarını kavrayabilmiş değilim. En azından doğruyu söylemek adına sürdürüyorlar, diye düşünüyorum. Türkiye’de doğruyu söylemek, sahibini öldüren silahı çağrıştırıyor; ne denli doğru nişan alınırsa, o ölçüde güçlü geri dönüp size saplanıyor sanki. Görünen o ki, geri kalmış ülkelerde erk sahibi olan Nitekim yüz binlerce insanı birkaç saniyede öldürebilen silahların tasarımından şizofreniye son verecek ilaç formülüne kadar her şey önce orada uç verir. Öte yandan boş kâğıtla gireceğimiz diyalog arayışında tercihin bize ait olması sonucu değiştirmez. Kalem, boş kâğıt üzerinde yol almaya başladığı andan itibaren suç işlemeye adaydır. Buradan şuna gelmek istiyorum, Türk edebiyatının sayfalarını çevirince boş sayfa görüyor musunuz? Görüyorum, ama ondan önce bir başka noktanın altını çizmem gerekiyor burada. Son beş yılda pıtrak gibi biten kimi köşe yazarları konu bulmakta güçlük çektiği ölçüde sözümona okuruyla sohbet edip, faso fiso ile denemeyi birbirine karıştırıyor. Öyle ki, Gümbet’te yediği ıstakoza Bodrum güneşini boca eden birinin, bu eşsiz tecrübe ile iki dosya kâğıdını doldurduğuna tanık oluyoruz. Bunları okuyunca neler hissediyorsunuz? Okumak şöyle dursun, bunlara göz atınca daha fazlası mümkün değil çünkü basbayağı midem bulanıyor. Bir de pazar eklerinde boy gösteren kimi çok satar yıldız yazarlarımızın kadın ve aşk üzerine kitsch’in kusursuz örneği sayabileceğimiz denemeleri var ki, onlara göz atmakta bile zorlanıyorum artık. Siz, deneme yazarlarının yetkin olmasını istiyorsunuz ya da yetkin olduktan sonra yazmalarını. Bakınız şiir, roman ya da öykü amatör bir yazarın eline düştüğünde çok kolay vıcık vıcık olabilir; ama denemenin bu şansı bile yok. Nitekim bu saçma sapan denemeler tahammül sınırını aşan bir düzeysizlikle insanı okuryazar olmaktan utandırıyor neredeyse. Aydınlarda Bir Yozlaşma Var Sanatçı, gören ve aynı zamanda gösterendir. Bu, onun sorumluluğu, duyarlılığı gereğidir, de, sanki sanatçı, aydın, entelektüel kavramlarında da bir erozyon yaşıyoruz? Ne olacak bu memleketin hali demeyeyim de, ne olacak halimiz, diyeyim?.. Anlıyorum. Çok ustaca yöneltiyorsunuz soruyu, kutluyorum. Şimdi söz konusu erozyon ya da yozlaşma kanımca sadece Türkiye’de değil tüm dünyada olan bir sorun. Ama ben hep şuna inanıyorum, aydınla geniş halk dilimleri arasındaki fark giderek daha keskin hale gelmese bile daha görünür hale geliyor, günümüzdeki teknolojik olanaklar nedeniyle. Aydınlarda bir erozyon var mı sorunuza, ‘evet, aydınlarda bir yozlaşma var’ şeklinde gönül rahatlığıyla bir cevap veremiyorum. Aydınların bu ülkede sesi soluğu çok kesildi. Aydınların sesi daha etkin bir biçimde kısılıyor günümüzde. Çok teşekkür ediyorum, birikimlerinizi paylaştığınız için. Umarım söylemek istediklerinizi söyletebilmişimdir. Asıl ben teşekkür ediyorum bu güzel ve keyifli söyleşiden dolayı, bunu mutlaka söyleşinin sonunda belirtiniz, özellikle çok teşekkür ediyorum. Söylemek istediğin şeyi söylemeye gelince, ne kadar çabalarsanız çabalayın, yine de söyleyemediğiniz bir şey geriye kalır daima. Güncelerin bile söyleyemediklerimizle tıka basa dolu olduğunu unutmayalım. ? www.sahinyildirim.com Mehmet Ergüven, Aydınlıkta Görmek (Deneme), Agora Kitaplığı, Ağustos 2006, 193s. SAYFA 21 “Karanlıkta yürüyebilmek için önce yürümeyi öğrenmiş olmak gerekir, aksi takdirde emekleme ile yürümenin birbirine karışması işten bile değildir. Aydınlıktaki kazanımlar karanlığa geçtiğimizde bize yardımcı olmuyorsa ortada bir yanlışlık var demektir” diyor Mehmet Ergüven. için pişman değilim. Birtakım bahanelerle tembellik edip yazmamış olsam bile sonucu değiştirmez bu. Ama yazmak isteyip de yazamamak insanı rahatsız etmez mi? Hayır. Çünkü en azından o yazı kendini zorla dikte ettirecek denli olgunlaşmamıştır. Önce yazı zorlamalı beni, sonra sıra kendiliğinden bana gelir nasılsa. Peki, defalarca yazmak zorunda kaldığınız şeyler de oldu mu hiç? Olmaz olur mu! İstanbul ve Ankara’da hâlâ gerçekleşmeyen resim ve heykel müzeleri. İzmir’in sahnesiz opera binası vb. birkaç konu var ki, yazmak şöyle dursun, sözünü etmekten bile utanıyorum artık. Bir de Aspendos Festivalinden Anadolu’nun çeşitli kentlerinde 881 ların başat özelliği kusursuz bir doğrusavar olmaları. Gerçekleri söyleme konusunda ne kadar çırpınırsanız çırpının, sonuçta çıkarları dışındaki her şey vız gelip tırıs gidiyor onlara. Bir de sizin için önemli olan boş kağıtlar, temiz sayfalar var. Çoğu zaman dolusundan daha yoğun ve anlamlı olduğu için belki de. Size göre temiz, yazılmamış sayfaların önemi nereden geliyor; bir şeylerin yazılacak olmasından mı, yazılamayışından mı? Her ikisi de. Ama önce şunda anlaşalım: Yazmak iz bırakmaksa, her iz olası izleri engellemeye açık potansiyeliyle bir tür dayatma, daha doğrusu gizli zorbalıktır. Bu bağlamda boş kâğıt sınırsız şeylere gebe sui generis bir dölyatağıdır. CUMHURİYET KİTAP SAYI
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle