Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Mehmet Ergüven'le 'Aydınlıkta Görmek' üzerine ‘Aydınlıkta görmenin aklanması gerekir’ 1982 yılından başlayarak İzmir Devlet Opera ve Balesi’nde sahne yönetmenliği yapan Mehmet Ergüven, 1972’den beri yazıyor. Çeşitli dergi ve gazetelerden sonra ilk kitabını 1987’de çıkardı Ergüven. Yeni çıkan 'Aydınlıkta Görmek' ile toplam dokuz deneme ve yedi biyografi kitabı bulunan yazarla hem son kitabını hem de üzerine belki çok yazılıp az tartışılan konuları konuştuk. bu da desende belli eder kendini. Gördüğünü aynen kopyalamakta zorlanan bir kişinin, sözüm ona soyutlamaya sığınarak forma meydan okuması düpedüz aldatmacadır. En uç noktadaki soyutlama, yani sonunda ad absurdum ile flört etmeye aday bir deformasyon bile, zorunlu olarak belli bir formdan hareketle yola çıkar hep. O halde gece, forma hâkim olamayan biri için en kolay kaçamak oluyor. Çünkü karanlık, denetimsiz deformasyon için mükemmel bir kılıftır. Aynen öyle ve tam da bu yüzden sanat için hayati önem taşıdığına inandığım uydurmasyon ile atmasyonun dölyatağı karanlıktan çok aydınlıkta karşımıza çıkar. Aslında bu iki sevimsiz sözcüğü kullandığım için özür dilerim, ama işin bu yanını bir yana bırakırsak bu sözcüklere haksızlık ettiğimizi düşünüyorum. Nasıl bir haksızlık ediyoruz? Uydurmasyondan başlayalım. Uydurmanın kökenindeki uydurmak fiili aslında kompozisyonun başat özelliğini dile getirir. Öyle ya, conponere olarak kompozisyon, yani düzenleme dediğimiz şey, bir araya gelecek parçaları birbirine uydurmak suretiyle ortaya çıkarmanın sonucudur. Her gerçek sanat esirinde iki defa uydurmayla karşılaşırız. Önce, bütündeki uyumu sağlamak üzere yan yana gelecek parçaları birbirine uydurarak yol alır, daha sonra bütün bu uydurma işlemini de tamamen o kişi ve o defaya mahsus olmanın gerekçesiyle keyfi olana teslim ederiz. Buna göre sanat eserinde gerçeğe saygılı, yani yalnızca yanılsamaya dayalı suret arayışı bile, ancak uydurma olandan payına düşeni aldığı ölçüde amacına ulaşabilir. Aynı şey, atmak fiilindeki çift anlamı dikkate aldığımız zaman atmasyon için de geçerli, ama bunları tartışmanın yeri burası değil. Bu söyledikleriniz denemeyi de kapsıyor mu? Ne yazık ki, hayır! Aksi takdirde tıpkı roman, öykü, şiir vb. gibi deneme de edebiyatın merkezinde yer alırdı. Buna göre denemede söz konusu olan atmak ve uydurmak fiilleri hep tek yönüyle gündeme gelir, yani çıkarma ve uyumlu bir şekilde bir araya getirme olarak. Deneme Bir Seferberlik Çağrısıdır Deneme edebiyatın ilgi alanına girmiyor mu? Elbette giriyor. Ama Ayfer Tunç’un dediği gibi, edebiyatın bir üvey evladı olarak, bir köşede sessizce yerini alma kaydıyla. Bu ne kadar doğru? Bana kalırsa bunun yanlış olduğunu ileri sürmek de mümkün değil. Öyle ya, gözünü açan herkes görüyor: Şiir tinselliğin doruk noktalarında gezinirken, deneme o zirvenin altına gerilmiş olan filedir yalnızca. Deneme, insan zihnine yönelik topyekun bir seferberlik çağrısıdır esasen. Belki de bu nedenle en olmadık şeyleri bile ancak deneme aracılığıyla düşünmeye çalışırız. Bunu, sözgelimi roman da yapamaz mı? Hiç kuşkusuz, roman da buna kalkışabilir, ama denemeyle flört etme koşuluyla. Neden? Çünkü deneme, bir şeyi düşünmeye sadece niyet ettiğimizin güvencesiyle, daha ilk adımda doğru / yanlış karşıtlığını kısmen dikkate alarak, yanılma hakkını sürekli saklı tutar. Ne var ki, yine de her denemeye yanlış uslamlama korkusu gizliden gizliye eşlik eder hep. Roman, kavurucu yaz sıcağında donmaya cevaz verirken, deneme bunun gerekçesi üzerinde kafa yormakla yetinir sadece. Bundan, yani doğruluğu tartışmaya açık olandan ötesi onun da sınırlarını aşmaktadır çünkü. Denemeyle ilgili birçok tanımlama yapmışsınız. Bunlardan biri de denemenin aşağıya tırmanmak biçimindeki ifa ? Şahin YILDIRIM on kitabınız "Aydınlıkta Görmek" ağustos ayı içerisinde çıktı. Nedir bu aydınlıkta görmek dediğiniz şey? Aydınlıkta görmek için karanlığı da görebilmek mi gerekir? Hayır, tam tersi. Karanlıkta görebilmek için önce aydınlıkta görmenin aklanması gerekiyor. Ayrıca kitapta da belirttiğim gibi, karanlığı görmek ile karanlıkta görmek birbirinden tamamen farklı şeylerdir. İlki, genelde sorun olmazken, aydınlıkta görmeyi şart koşan öbürü ciddi bir iştir hiç kuşkusuz. Bunu somut bir örnekle açıklayabilir misiniz? Aslında aydınlık ile karanlığı bir karşıtlık şeklinde ele almaktan çok, birbirinin devamı olarak tasarladım bunları, ancak aralarında bir sıralama yapıp aydınlığı başa koydum sadece. Elbette bir başkası bunu tersine çevirip, karanlıktan aydınlığa doğru ilerleyerek her şeyi farklı değerlendirebilir. Benim söylemek istediğim şu: Karanlıkta yürüyebilmek için önce yürümeyi öğrenmiş olmak gerekir, aksi takdirde emekleme ile yürümenin birbirine karışması işten bile değildir. Aydınlıktaki kazanımlar karanlığa geçtiğimizde bize yardımcı olmuyorsa ortada bir yanlışlık var demektir. Herkes bilir; karanlığa sıkamadığımız aydınlık, şaşılası bir hızla karanlıkla kararma yarışına girmiştir Yanılmıyorsam, karanlıkta görmenin gördüğümüze dair sorumluluğu hafiflettiğini belirtmişsiniz. Aslında oradaki çıkış noktası büyük ölçüde resimdi. Bu bağlamda bir şeyi resmetmek, onun formunu önce göz, hemen ardından el ile hâkim olmayı şart koşar. Bir beceri, daha doğrusu işin zanaatı olarak ele hâkimiyet, görüyor olmanın tuvaldeki yegane teminatıdır, SAYFA 20 S Evet, sanatsal bir kaygı güdüyorum. Söylediğim şey kadar, nasıl söylediğim de çok ama çok önemlidir. Bir iki tümceyle dediğimi özetleyemiyorsam, o zaman hiçbir şekilde bir şey yazmamışım demektir. Yazının bir çıkış noktası vardır çünkü, yazı onun için yazılmıştır. Resimle karşılaştırdığımız zaman, denemelerinizde çoğu kez fotoğrafı tercih ettiğiniz görülüyor. Bunun belli bir nedeni var mı? Elbette var. Fotoğraf, resme oranla denemeye daha yatkın bana göre, en azından benim için daha kışkırtıcı. Öyle ki en sıradan bir sahnenin gelişigüzel çekilmiş fotoğrafında bile kolayca görebiliriz bunu, gerçeğin kendisinden kopyalanmasına rağmen, her fotoğraf tahayyül gücüne meydan okumaya kararlıdır son tahlilde. Başka türlü olsa fotoğrafın katkısız bir sanat olduğu konusunda uzlaşmaya varamazdık. Bütünüyle hayal gücünün ürünü olan resmi hangi nedenle daha az kışkırtıcı buluyorsunuz? Aslında daha az kışkırtıcı derken, belli ki yeterince doğru ifade edemiyorum kendimi. Bu bağlamda en az fotoğraf kadar resmin de büyüleyici olduğunu herkes biliyor. Ancak, aynı sahnenin fotoğraf ve resim yoluyla yapılmış kayıtlarını karşılaştırdığımızda açıkça görüldüğü üzere, bireysel müdahaleye sınırlı ölçüde açık olan fotoğraf daima daha savunmasızdır. Fotoğraftaki görüntü her şeye rağmen bağlamından kopmaya hazır bir çıplaklığın eşiğinde varlığını sürdürürken, resimdeki görüntüye her daim bireysel müdahalenin izi eşlik eder. Bu tespitinizin bir denemeci için anlamı nedir? Bu, ister istemez ya da farkına varmadan, resimde ressam ile hesaplaşmaya zorlar bizi. Fotoğrafta ise aradan çekilme hakkını saklı tutan sanatçının, tam da bu nedenle varlığını güvenceye alırken çıplak görüntü ile hayal gücümüzü alabildiğine tetiklediğini görürüz. Nitekim, gün geçmiyor ki gazetelerde bunun çarpıcı örneklerinden biriyle karşılaşmayalım. Denemede Her Şey Rastlantıya Bağlı Yine de resimden hareketle deneme yazıyorsunuz. Denemede her şey rastlantıya bağlı esasen. Dolayısıyla o sıralarda neye ilgi duyuyorsam yaşamın, itici gücünü değişen ilgi alanlarına borçlu olduğunu unutmayalım onunla hesaplaşıyorum. Ama hiç hazırlıksız yakalandığım çok sayıda örnek de verebilirim. Burada, hazır sırası gelmişken size bir şey söyleyeyim mi? Yazdıklarımın ne ölçüye kadar deneme olduğunu hâlâ kavrayabilmiş değilim. Tuhaf, neden böyle düşünüyorsunuz? Tuhaftır, hep başkalarının yazdığı denemeler deneme gibi geliyor bana. Bir eksiklik mi hissediyorsunuz yazdıklarınızda? Hayır, kesinlikle! Bunu eksiklik ya da eziklik duygusuyla da açıklıyor değilim, sadece öylesine bir saptama. Aksi takdirde kalemi elime almazdım. Ayrıca kimliğim ve ne yaptığım konusu da hiç ilgimi çekmiyor, her an karşıtına dönüşmeye hazırlıklı olmanın rahatlığı içindeyim. Bunun, deneme yazma konusunda da bir rahatlık sağladığını söyleyebilir miyiz? Bilmem ki, onu deneme yazanlara sormak lazım. KİTAP SAYI deniz. Bunu derine inmek biçiminde algılasam ve şöyle sorsam size: Her deneme yazarı sahiden de derine iniyor mu? Çünkü derine inmek bir anlamda yine sizin deyiminizle ben’den soyunmaktır da. Ama bu biraz güçtür; çünkü çıplak kalmayı göze almak gerekecek o zaman. Tabii ki. Bu soru da çok ustalıkla sorulmuş. Burada aşağı tırmanmak derken, deneme esasında imkânsız bir şey yapmaktır, çünkü yukarı tırmanılır. Aşağıya tırmanmak gözümüzün önüne ne getiriyor, bir paradoks. Bu denemenin doğasındaki imkânsızlığı dile getirmek için kullanılmış bir ifadedir. Deneme yazarlığında, sizin için önemli olan nedir? Benim için biçem ve biçim çok önemli. Şunu rahatlıkla yazabilirsinizi, benim yazılarımın düsturu, sanat yapıtları için düsturum, Nietzsche’nin bir lafı: Sanatçı, sanatçı olmayanın biçim dediği şeyi içerik olarak algılayan kişidir. Sanatsal Bir Kaygı Güdüyorum Sanatsal bir kaygı da söz konusu aynı zamanda. ? CUMHURİYET 881