Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Cevat ÇAPAN Şiir Atlası Charl Pierre Naude/ Şiirler/ Çeviren: İlyas Tunç CharlPierre Naude, Güney Afrika şiirinin en ilginç şairlerinden biridir. 1958 doğumlu, doğum yeri Kokstad, Natal. Xhosa imparatorluğunun iskeletleri üzerine inşa edilen rüzgârın süpürdüğü sahil kenti East London’da büyüdü. Her bir şiirini hem Afrikaans, hem İngilizce yazıyor. Naude, ilk kitabı, Die Nomadiese Oombik / The Nomadic Instant (Göçebe Anlar) ile 1997 Ingrid Jonker Ödülü’nün sahibi oldu. Çok olumlu eleştiriler alan kitap, Güney Afrika şiirinde son on yılın en önemli çıkışı olarak nitelendirildi. İkinci kitabının adı: In die Geheim van die dag / In the secrecy of day (Günün gizeminde). İki kitabını da Afrikaans yayımlayan şair, üçüncü kitabı, Işığa karşı’yı (Against the light) 2006’nın son aylarında İngilizce yayımlayacak. 1999’da bir grup şairle Güney Afrika’da kültürel yalıtımın sona erişinin kutlanmaları kapsamında Hollanda’ya davet edildi. Keskin bir gözlem gücüne sahip Naude, "Dokuz dilin konuşulduğu, üstelik nüfusun yarısının okumayazma bilmediği bir ülkede şair olmak, yalnızca bir parça ekmek kırıntısıyla çok başlı bir canavarın dili üzerinde kutsal tören yapmak gibidir" diyor. Serbest editörlük, çevirmenlik yapan şair, Johannesburg’da yaşıyor. AŞKA KARŞI Ve şimdiböyle mi oldu ? Ne kadar yakınsak birbirimize, uzağız o kadariki muhabbet kuşu, işaretlerle anlaşan, darılınca. Dört muhabbet kuşuna bölünen. Dağılan üstelik, bir sardalye sürüsü gibi, karşı kıyıya ulaşma şansı olmayan. Aşka karşıyım, çoğalan bütün şeylere: Vatikan’ın hiçkapanmayan fırınına, bitişikteki balıkçı tezgahına da. Aldatmıyor dimdik göğüslerin beni, yine de kuşanıyorsun zırhını. Mecazlar askerler oluyor, mimikler sedyeler derken sen de sonu gelmez Napolyonların babuşkabebeği oluyorsun, biri diğerinden küçük. Soy arabulucuları çırılçıplak, fırlatıver pencerelerdensarılmış, üzümlü çörekleri önce ! Es geçiyorum üçüncü yolu. Ayrılalım. Atomu parçalama konusunda hoş olan senin güvenebilmendir aşka, bir milyon kereden fazla. Tatlı sözlerimiz mi ? Ekşidilerzehirli tatlısı unutulmuş bir büyü töreninin. Bununla ilgili tek güzel şey görmektir nasıl tüydüğünü düş gücümdeki danışmanların, papazların, işe yaramaz sandaletler giymiş şu kara tavus kuşlarının. Aşka karşıyım. Bırakın kıtalar sürüklenerek kopsun birbirinden. Bırakın şekil versinler yeni dünyalara. Yeni bulucular. Bir başka din. Karşıyım duyguya. Karışıklığa da. Domuz yumurtasını döllediler daha geçen gün insan spermiyle. Taraftarım buna tamamen. Teşekkürler size erkeksi dişi şeytanlar, teşekkürler bayan albay uçan balıklar, kurbağalar yağdırdığınız için karnından konuşanlara, bağladığınız için hokkabazları zincirle portakalları havada asılı bahçeye. Güvenemez insan bir karabasana, Trappist’e tırmanan ölüm perilerine: Başa dönüyorum şimdi yenidençaldın Üç Maymunumu ! Bebek Zeus, Anne Güneş, fotokopiden tanrılarımdınız, ufacık rüzgarlarla yaşama sürüklenen, dağıldı tapınak artık, sarsılıyor yan binalarla. Biz neden yaratıldık ? Anılar nerede? Kaskatı kesilirdik boğaz boğaza kavgalarda soyu kurumuş bir ailenin soy rütbeleriyle korunan kartallar gibi. Yaz geliyor yaylaya, yaşadığımız yere. İnsanlığın Beşiği diyorlar bu bölgeye, SAYFA 30 Giriyoruz içine tapınağın. Kutsanmış bir sessizlik egemen. Yalnızız, tamamen; tehditkar, sözleri anlaşılmaz sürüler dışarıda suskunlar, pencerenin yanında. Boyanmış cam, çıkıntı yapıyor çapraz, yetmişlerin tipik kilise mimarisi. Alıyoruz yerlerimizi sıralar arasında. Arkamızdaki duvarda kocaman görünüyor Haç büyültülmüş bir Diaz Point fotoğrafı üzerinde. Minberi yok, olması gerektiği tarzda. Tam bir Frank Lloyd Wright benzeri. Tam benzerimiz bizim. Golgota uzak, Yeniden Dönüş de. Işık saçıyor milyonlarca kanat, ateşler içinde Görünüyor, kayboluyorlar. Dalıp gidiyorum gözlerine onun. Öylece bakıyor uzaklardan. Titreşiyor milyonlarca gölge özenle, bu ağ tabakalar içinde. Yansıma mı yalnızca ? Orada mıydı her zaman onlar? Yoğun, iç içe, sonsuz bir kuş kolonisi katlayarak gölgelerini, geriye, kendi içine, dökülüyor üzerine bir ufkun. Büyüyor gölgelerden biri. Balmumları. Öyle görünüyor. Belki dışarıda daha büyük bir kuş örtüyor ufacık tapınağımızı yayarak eski Roma giysisini. Bir an için. Bir papaz kuşu. Bir gece kargası. Ya da penguenleri gözbebeklerinin, katran kovasını fırlatan. Bir göz kırpma. Kafa tutması kirpiklerin. Saniyeden de kısa. Tepeden tırnağa karanlıktan. Tatlı kadın. Oturuyor orada, gündüz düşü görüyor. ilk insansıların gezindiği. Bir yıl daha geçiyor. Paketlenmiş uzanıyor ilkel kaplanların iskeletleri kireç taşları içinde, sanal, kocaman piyanolar sanki. Şarkılar söylüyor çıplak savan. Ve şimşekler çakıyor bilgisayar ekranımdaki gibi, bu cümleyi depoladığım an. Genç cumhuriyetin telaşlı simsarları, uçurarak yeni borsaları, eziyor ilkel kurukafaları ayaklar altında. Tam da her şey yeniden canlanmaya başlarken, öldü aşkımız. Külrengi beçtavukları çıkıyor otlardan, grafit şallara bürünmüş. Tavus kuşları bunlar, uzun, uzun zaman öncelerin tan fişekleriiki cesedin ağ tabakalarını kör eden, bizim cesetlerimizin. Aşk: gizli bölümler, boyanmış kapıları petek dehlizlerin. işte böyle. Lanet olsun ! Siktir et ! Zulüm. Zaman: taşlaşmış çileklerin taşı; Sterfontein Mağaraları yakınlarında bir babunun çaldığı piknik sepeti, yok olmuş iki eş. Evet bu kadar. LanetUyuyoruz bir denizin dibinde. Karşıt yönlere yönelmiş bakışlarımız, ayrı paralara işlenmiş yandan iki görüntü. Zamanın esintisinde savrulacaktı saçlarımız sonsuzluğun rüzgarında nane kokuyor şimdi. Kayıp bir hazineyiz biz. Berbat bir havada oturdu karaya gemi. Ama bir gün, uzak gelecekte pırıl pırıl bir günde iki tüpsüz dalgıç, bir kız, bir oğlan, pürüzsüz, taptaze gövdeleri iki güzel aşık sığ sularda, yeniden bulacaklar seni ve beni çekip çıkaracaklar sonra bu unutulmuş batıktan. SAAT DİLİMLERİ Yarımada üzerindeki daracık, kıvrılan bir patika boyunca yaklaşıyor iki insan bir kuş kolonisi gözetleme kulesine. En azından böyle hatırlıyorum bizi. Kaypaktır bellek, alçak bir şey; yine de diyorlar ki bilim adamları eş zamanlı oluşmaktadır geçmiş, şimdi ve gelecek: uzaya iliştirilmiş bir tek disk, en kısa an, kenardan kenarasonsuzlukla aynı çapta. Düz kayalar eriyordu güneşte kızgın levhaları gibi bir sobanın. Başımızın üzerinde uçuyordu martılar alçaktan, her defasında yüzlerimizde patlayan kısacık boralar bırakarak kanatlarındanyabancı bir dil konuşan görünmez, dev bir aşçı gibi, kocaman, beyaz örtülerle fiskeler vura vura çevresinden çocukları kovalayan. İKİ HIRSIZ Sahip olduğum her şeyi kaybettiğim gündü. Silip süpürülmüş, yağmalanmış, hiç beklenmedik. İki yabancı tarafından, bir genç kadın, küçük bir kız. Bir uyarı vardı bu son yönlem üzerinde. Masumları kullanırlar, pusu kurarlar sonra size. Çekingen, hafif vuruşlar duydum ön kapımda. Bir Ziyaret gibi, Öte Dünya’dan. Sınıyorlardı, elbette, evde kimse olup olmadığını. Bekledim seslerini kol demirinin, elimde ekmek bıçağı. Kesilinceye kadar kahkahalar, kristal ayin. Çırpınarak, ipek bir torbadan çıkan iki güvercin gibi. Hazırlanmış duruyordum yine de. Anlamıyorum hala. Kulak verdim uyarıya. Biliyordum döneceklerini. Ne ki kurtarmadı beni korkunç hileden bunların hiç biri. Kapıyı açtım, bıçak arkamda. Umudu kesmişlerdi nerdeyse, dedi kadın. Ağacımdan bir yaprak istiyor kızı, çünkü gümüştür. Gidince hemen aradım gizli tehlikeyi, tuzağın gerekçesi. Yoksuldular, ama taçlanmışlardı gülüşlerle. Tanrı’dan iste yaprağı, ağaç O’nundur, dedim hırçınca. Öldürmek istiyordu, dedi çocuk gururla, bizi bir başka adam; eninde sonunda öleceği gerçeğinden habersiz. Gördüm uzaklaştıklarını, şarkılara bürünerek. Anne ve kız. Mucizeleriyle, ufacık yapraklarıyla. Saldırmadı kimse bana. Hiçbir şey olmadı. Soydu beni, şu iki hırsız, açarak gözlerimi. ÇALILIK (C. için, köpeği öldüğünde ) Öyle eski bir keder, Lesbia’ya geri döner, ufacık serçesine ölenTatlı sevgilim, kurbanlık kuzum; kehribar boncuğum, ağlama. Yazık, onlara bakan bu gözlere şimdi, ihraç elmalar gibi kırmızı, tombul. Sparky, hanımın köpeği, güzel, çılgına dönmüştü az önce. Çılgınlık doğasında. Gördüğümü sanmıştım bu taraftan kaçtığını… Sıvışıverdi çitin arasından önümüzden, şu dişi geyiğin peşi sıra anımsıyor musun ?aşkınlıkla. Çalılığın içinden, tepedeki çayırlığa… Şimdi gel, çoktan alçaldı güneş. CUMHURİYET KİTAP SAYI 866