Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
“Fotoğrafı Sana Gönderiyorum”u bir bütün halinde roman olarak okumak da olanaklı. Ama öykü tadı beynimizin güzelduyusal odalarında süregidiyor hep. Öykü sanatını da dikkate aldığımızda, son dönemin en çarpıcı, en ilginç, en şaşırtıcı öykü kitaplarından biri bu! BEDELİ ÖDENMİŞ ÖYKÜCÜLÜK Sonunda bütün anlattıkları, bir aşk felsefesine dönüşecektir Selim İleri’nin. Schopenhauervari bir çalımla üstelik: “…Yitirdikten sonra kavuştuğumuz aşk, artık yitirilmeyecek, bir daha yitirilemeyecek, kimsenin yitirtemeyeceği, hiçbir şeyin sona erdiremeyeceği aşk! Asıl bunu özlemiyor muydum!” “…Bana o kadar çekici, o kadar ürpertici gelen, ayrılıktan sonraki aşk. Bir daha göremeyeceğiniz, hayatın… şu gelgeç şeyin sizden esirgediği, çaldığı bir aşkı, bir insanı, toprağa karışmışı yeniden yaratıyor, var ediyor, sizinle birlikte yeniden yaşamasını sağlıyorsunuz. Bunu yapabiliyorsunuz!” (63, 64) Ardı sıra gelen tümce: “Aşkı asla kaybetmedim. Ayrılmak ve kavuşmak diye bir şey yoktur. Yalnızca kavuşmak vardır, boyuna kavuşmak. Ayrıldık sandıklarımıza daima sanatta kavuşuruz…” “…Ancak aşkın ve sanatın iyileştirebileceğine inandım, yalnızca aşk, yalnızca sanat” (74) Yüreğimizi yerinden oynatarak okutuyor bu öyküleri Selim İleri bize. Usta bir yazarın, dorukta kıvamla sunduğu verimler bunlar. Okumak beni mutlandırmadı yalnız, güzelduyusal açıdan besledi de. Bir büyük sinema olarak okuduğumu da ekleyeyim bu öyküleri… Sözgelimi “Hayat Sönüp Giderken…”, bir aşkın yaşanışına neredeyse yarım yüzyıllık farklı iki açıyla ikili ölçekte yaklaşan, bu arada bütün öteki bakışları da içine alan, insanda yeniden yeniden okuma isteği uyandıran yürek titretici, ama serinletici de bir öykü. Çocuklukla orta yaş eşiğindeki aynı kişinin odakları kayan bakışları eşliğinde koşut kurgularla öykü akıyor, akıyor gözlerimizde. Pek çok şairin, yazarın eşlik edişiyle kartopu benzeri çığlaşıyor, gelip önümüzde dikiliyor, sonra elbette bizi de içine alıp yoluna devam ediyor. Olağanüstü güzel, şiirli, aynı zamanda acıtıcı büyük bir aşk öyküsü halinde. Bu çerçevede Fotoğrafı Sana Gönderiyorum’u bir bütün halinde roman olarak okumak da olanaklı. Ama öykü tadı beynimizin güzelduyusal odalarında süregidiyor hep. Öykü sanatını da dikkate aldığımızda, son dönemin en çarpıcı, en ilginç, en şaşırtıcı öykü kitaplarından biri bu! Fotoğrafı Sana Gönderiyorum’un üzerinde gereğince durulmayışına ne demeli? Bırakalım okuru, öykücülerimiz olsun beceremez miydi kendilerini sevdikleri kadar bir başkasını da sevebilmeyi? Oysa kendini değil, başkalarını severek gelişmez mi insan? “Çoktan beri çok ama çok yalnızdım. Kitaplar, dergiler, yazılardı son avuntum kendi yazdıklarım değil.” (150) Bu derin acıyı kavrayabilmek için “ben”i aşmak gerek. Selim İleri’nin dervişliği, ermişliği işte bu noktada başlıyor. Kendisiyle var değil, başka varlıklarla, onların verimleriyle yol alıyor o: “Adları unutulmuş, emekleri unutulmuş öyle çok yazar vardı ki!” (151) Genç öykücüler de okuyabilse Stanislavski’yi, öğrense onun o güzelim savsözünü. Yazında kendilerini değil de kendilerini yazında sevebilse! Selim İleri, bunu başarmış örnek öykücü. Çehov’un öykülerinden değil, ama oyunlarından çıkagelmiş vakur duruşuyla fotoğraf bize gönderildi elbette. Öpüp koynuma aldım onu, sonsuzca bende kalacak aile fotoğraflarımın arasına yerleştirdim, okuduklarımdan yürek paralayıcı tuhaf tatlar alarak. Siz fotoğrafınızı aldınız mı peki? Çağrıdan haberli olup da bunu görmezden, duymazdan gelen yakın akraba gibi davranmayın lütfen! “Merhametsiz fotoğraf”larmış gibi sırt dönmeyin ona. Alın size gönderilen bu fotoğrafı, hiç değilse yüreğinizde bir yer bulun ona. Göreceksiniz bu fotoğraf içinize ıhıp kalmış kışı bahara çevirecek! Teşekkürler Selim İleri! Teşekkürler sevgili öykücü, romancı, sinemacı, pek çok teşekkürler! ? KİTAP SAYI 866 M. Sadık ASLANKARA Kitaplar Adası S elim İleri… Bir yazar adı mı yalnızca? Bana sorarsanız, hayır derim… O bir yazıncı evet, ama yanı sıra yazınbilimci… Ayrıca “kurum”sal yanı da var onun; o zaman yazın ansiklopedisi, ötesinde yazın kitaplığı, daha ötesinde yazın üniversitesi o… Bir adım daha atarak söyleyeyim mi? Yazınımızın şövalyesi o! Elbette, Don Kişot’u aynı zamanda! Selim İleri, ilkin bu varsıllığıyla geliyor gözümün önüne. Binlerce yazı, geniş bir yelpazede, diyelim Selçuk Baran’dan Muzaffer Hacıhasanoğlu’na karanlıkta kalmış, bırakılmış, belki de görmezden gelinmiş kimler varsa oralara düşürdüğü ışıkla, tuttuğu büyüteçle, bunlar karşısındaki alçakgönüllü tutumuyla… Oysa yazarlarımızın neredeyse tamamına yakını, yalnızca kendi verimleriyle ilgileniyor, kendi öyküleriyle, romanları, yazılarıyla… Ne ki, Selim İleri’nin bu verimleyiş ahlakı görece suskunlukla karşılanıyor diyebilirim. Sözgelimi yirmi iki yıl aradan sonra yayımladığı öyküler demeti Fotoğrafı Sana Gönderiyorum (Doğan, ikinci basım, 2006) böyle mi karşılanmalıydı? Ala ala bayramlar yapılıp üzerine pek çok yazı kaleme alınabilecekken? Öyküleri yazan, öyküleri yazdıran kahredicilikle. Büyük yürek gümbürtüsüyle, çaresizlikle, acıyla okuduğumuz o üçüncü öykü: “Gregor Samsa’nın Elyazısı”. Çocukluğuyla “diz dize oturuşunun şaşkınlığı” geçmemiştir yazarın. Üstelik hiçbir zaman geçmeyecektir. Kazının ardından sanki yeniden bulur bu çocuğu karşısında: “…Daha başlangıçta, ilk adımda bitmiş. Yenik olarak yola çıkmış” (231) bir çocuktur bu. “Bir resim, bir şiir hiçbir şey ‘anlatmak’ zorunda değildir.” (40) artık. “…Yaşanmış an, yazıya geçirilmesine karşın, bir yığın bilinmezlikle örülü(dür). Hepsi sonsuza kadar bilinmez kalacaktı(r).” (48) “Birçok değil. Sadece sır.” (222) Buna bakarak şunu söylemek olası sanki: Selim İleri, farklı zamanlarda yaşayan biri! Büyük önem taşıyan anne, baba İleri’nin her yaşında farklı yanlarıyla karşımıza çıkabiliyor nitekim. Yukarıda andığım üç öykü, İleri’nin olguyu ilkin yüreğiyle yaşadığını, sonrasında bunları bulgulayıp usuyla yazmaya oturduğunu, ama yine de bir tür yazamamışlık duygusu yaşadığını ortaya koyuyor. ÖYKÜYÜ YAŞAYAN YÜREK, YAZDIRAN US... Selim İleri, sarsıcı bir giriş yapıyor daha ilk öyküsüyle. Kitaba iki ayrı bölüm gibi yerleştirdiği ilk iki öykü, en sona eklenen üçüncü bölümdeki öyküyle noktalanıyor. Öyküdeki ülküdeşim Nursel Duruel’in yazınımıza kazandırdığı terimle bunlar, ötekiler hep “bağlamlı öykü”. Gerçekten de öykülerin tümü bir bütün oluşturuyor. Ancak hemen eklemem gerekir. İleri’nin bu öyküler demeti birebir bir özyaşam akışı serimlemekle birlikte bir anı kitabı biçiminde çıkmıyor kesinlikle karşımıza. Tersine sarsıp silkeleyici bir öyküler demetiyle yüz yüze getiriyor bizi yazar, hem de şaşırtıcı dorukta güzelduyusal bütünlükle… Selim İleri, bu öykülerde, yazdıklarından yansıyan bakış açısıyla yaşamını örüntülerken her şeyi, birer mektupmuş gibi minicik parçalara ayırıp havaya savuruyor, sonra da bunları okura bırakıyor birleştirebilmesi için. Öte yandan yaşama değen her ne varsa, bunların da teker teker sahne aldıkları söylenmeli. Böyle olunca olgusal yaşantı kadar kurgusal düşünüş, verimleyiş de önem kazanıyor bu evrende. Kent (kuşkusuz İstanbul), kentin insanları, sönüp giden birer yıldız hayaline dönüşüyor öykülerin sessiz evreninde. Elinde olanak bulunsa yazarlığını yeni baştan nasıl yapılandıracağını da gösterecek bize bu öykülerde yazar. Nitekim ilk öyküde, yirmi dört yıl öncenin romanından çıkagelen Betigül’le geçmişi, bugünü yeniden deşmeye çalışıyor roman yazarı Selim İleri. Böylelikle ilk öyküsünden başlayarak, bir yazarın, ancak karşı açı kurarak kendine dönük bakış geliştirebileceğini imliyor belki de. Üçlü öykünün ikincisi, “ışıltısı sönüp giden çocukluk”la “gençliğin merhametsiz zaferi”nin orta yerinde duruyor bir çalım. Kitabın sonunda yer alan üçüncüsünde bunları bütünlüyor içe işleyen bir SAYFA 28 ÇOCUKLUĞUNU “GÖZETLEYEN ÇOCUK”... Selim İleri, Fotoğrafı Sana Gönderiyorum’da kendine bakışını “ben”, “o” özneleriyle koşut geliştirirken geçtiği hüzünler tüneline bizi de buyur ediyor. Öykü yazmaya niyetlenen çocuk, öyküyü yazdıran onca öğenin yönlendirişinde böyle başlıyor işe, “ben”le “o”nun bileşkesinde. Bir gözetleme elbette bu. Çocuk, artık kaçınılmaz biçimde bir “gözetleyici”dir (22). Selim İleri’nin yazarlık tutumuna da sinmiş gibi geliyor bana bu. Gerçekten de İleri, karışmaz kahramanlarına, hiçbir koşulda… Renkler, değişkenlikleri, arkaik anlam alanları, simgeci yansıtmalarıyla Selim İleri için birer vazgeçilmez. Elbet çiçek, doğa, ötesinde tüm varlıklar da böyle giriyor yazarın algı alanına. Onun öykülerindeki renkler, kokular, sesler bu nedenle canlı hep. Ne var ki böylesine canlı, hatta kahredici ölçüde neşeli görünseler de işin doğrusu acıtıcı, yakıcı bir koro oluşturuyor yalnızca. Bunun için şu satırlara bir göz atmak yeterli bence: “Sabahları kalkınca sonbahara bakıyordum, yalnızca sonbahara. Usul usul ilerliyordu. Arka bahçelerdeki yaprakdökümü, bir sabah yağmur, bir başka sabah ölgün güneş…” (66) Sonra şu tümce: “Yaz güneşinin ışığı, yaz rengi, yaz kokusu.” (78) Herkesin sessizlikle, renksizlikle, kokusuzlukla özürlü olduğu tekdüze yaşanılan bu evrene sesle, renkle, kokuyla bakan; gördüklerini anbean dönüştürüp çoğaltan çocuğun, orta yaşa gelmiş bir yazarın bütün bunları yeniden var edişi sonrasındaki bakışından, bakış bütünlüğünden oluşuyor bu öyküler. Bu yüzden kendisi dışındaki tüm evren, tam bir suskunluk içinde aslında; evrende varlığı oluşlandıran, oluşmuşu devindiren, yorumlayıp bütünleyen bir birliğin içinde bunları yeniden yeniden kurguluyor o. Selim İleri, bize bu öyküleriyle tüm özyaşamı kadar, fırtınaları, çeşitli serüvenleriyle yazınsal yaşamını da önümüze seriyor. Kapıyı aralamıyor, ardına dek açıyor. Kitabı okumak evet, müthiş acıtıcı, yakıcı, kavurucu geldi bana, ama bunu okurken kırk yıldır ürünleriyle yaşamımızı nadaslayıp ekinleyen Selim İleri’yi çok daha dolaysız tanıdım diyebilirim. Gerçekten de bu öykülerde, yaş almışlığın kahredici hüznü içinde, geçmişteki çocuğun kurduğu, kuramadığı öykülere el atıyor bir kez daha İleri. Çocukluğunu acıtıcı biçimde dürtüp kanatırken, aslında bunu yeniden oluşturmaya girişiyor denebilir. Böylelikle çok farklı bir çocuk çıkıyor karşımıza. Artık bu, yazarın çocukluğu değil, kurgulanmış gerçeklikten pay alan bir çocukluktur sonuçta! Çocukluğun hep “sevgisiz kışları”yla geçmiş, mevsimi olmayan evler… Anne baba, abla çocuk. Hüzün veren bu evlerin, birbirine değmeyi başaramamış dört kahramanı. Elbet biliyoruz, bunlar Selim İleri’nin çocukluğu. Ama ilginç olan şu: onun yaşamöyküsünü değil de yazarın öykülerini okuyoruz biz. Yüreğimiz titriyor! CUMHURİYET