Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Ahmet Necdet'ten soneler Günümüzde sone türünde şiir yazan şairlerimizden Ahmet Necdet de, tıpkı Baudelaire gibi kesin ve katı kalıplara meraklı şairlerimizden olup daha önce ölçüye bağlı, haiku, tanka, gazel, tuyuğ, mani, hoyrat, tasavvuf ve divan şiiri formlarına uygun şiirler yazmıştır. ? Ulus FATİH amanlar boyunca, yeryüzünde kimi gerçeklikler; gemi azıya almış dogmalara, bilgiden ve onun efendiliğinden oluşan kimi gelişmelerde, tümel anlamda birer anokranizmaya dönüşmüştür. Örneğin Sokrates'in 'Bir şey biliyorum o da hiçbir şey bilmediğimdir' deyişindeki çıkarım, bize bilginin sonsuzluğu ve acun karşısında insanın üstlenegeldiği hoşgörülü tavır, saygınlığın ağır bastığı bir ululama gibi gelir, oysa tam tersidir, aforistik bir söz olarak, Atina'daki düzene ve politik insaniliğe başkaldıran Sokrates, bu düşüncesini, gelişmelere ve yerleşik tüm yargılara olan protestosunu dile getirmek adına, anarşizan bir dille; ve var olan bilgiyle oluşan kültüre radikal bir karşı çıkış adına, erke karşı; "Bir şey biliyorum o da hiçbir şey bilmediğimdir" diye haykırabilmiş ve gerçekte, kurulu düzene ilişkin bir bildirge (manifesto) olan ve akropolü sarsan bu deyi, yazık ki Sokrates'in ölümle biten yolculuğunda ilkinsil doneyi oluşturmuştur. Öyle ki, gençleri kötü yola sürüklemekle ve düzeni 'dinamitlemekle' suçlanan Sokrates, baldıran içerek, ölümünü kendi eliyle gerçekleştirmek gibi, ezim açısından trajik (kast dolu), benlik köreltici bir cezaya çarptırılmış ve yarattığı coşkuyu 'özünde' yok ederek, bedensel değil, 'ruhsal ölümü' amaçlanmış, gerçelliğin dramatik yanıda, Atina ahalisinin cismani değil, daha kalıcı olan ruhani korkuya kapılması sağlanarak erk karşıtı oluntunun, bir anlamda bitimsiz ölümü gerçekleştirilmiştir. Bunun gibi; temeli, zamanın ve toplumsal yaşamın diyalektik anlamda atılımcıilerici; ama onun olabilecek en tutucu öğeleriyle sürüp giden yaşamımızda, benzeş örnekler pek çoktur, örneğin İslam bu denli kaderci midir... Hz. Ömer veba salgınının olduğu bir yerde kuşatmadan kaçınarak ordusunu geri çekerken; ya Ömer, Allah'ın alınyazısından mı kaçıyorsun diyen komutanına "kaçmıyorum bir alınyazısından diğerine geçiyorum" diyebilmiştir. Burada kaderciliğe (fatalizm) karşı son derece incelikli bir yanıt ve sağgörülü yaklaşım olmasına karşın, bu konudaki İslami gelişim (Gazali'nin düşünce gereksiz, her şey ilahi kuvvete bağlıdır, vb gibi), ne yazık ki Hz Ömer'in çok gerisinde kalabilmiştir. Bu o dönemin yapısı içinde üretilmiş ussal ve zorunlu bir tavırken günümüzde benzer konularda inaksı bir yaklaşım, peygamberi ve onun derin, çözümleyici SAYFA 6 Yokluğunla Çoğalarak görüşlerini yadsımak, hatta karşı çıkmaktan öte bir anlam içerebilir mi... Çağın gereği reformlar gerçekleştiren, kabilesinin önderi peygamberin görü ve tutuları günümüzde inağa dönüşmüş, ilerici yapısı tam bir bozuma uğrayarak belirttiğimiz yanılsamaları da içeren söylem ve sunumlarda kullanılmıştır. İşte bir 'güzdüşün' yadsınmasıyla yüzyılların tabularına dönüşen bir oluşum. Yine peygamber, olağan yaşamını sürdüren kadınların, o dönemin yoksulluğundan ötürü bedeniyle yaşamını kazanan kadınlardan kolaylıkla ayırt edilmesini sağlamak için örtünmelerini, ötesi düzgün giyinmelerini buyurmuş, daracık kabile yaşamında bir çözüme yolaçan bu anlayış yüzyılların akışında yine bir inağa dönüşerek, İslamın kendi içinde ve dış dünyaya karşı sürekli çatışmaya ve olumsuzlanmasına yol açmıştır. Dogmatizme (doğduğu gibi, gelişmemiş) ve sözün ruhundan soyunup, çarpıtılmasına yol açan benzer gelişimler çağımızdada sürüp gitmektedir. SONE TÜRÜ Sone (sonnet), Fransızca bir sözcük olup iki dörtlük, iki üçlükten oluşmuş ondört dizelik bir şiir türüymüş. Provencelı troubadour'ların (halk ozanı) buluşu olduğu sanılan sone 13 ve14. yüzyıllarda İtalya'da yaygınlaşmış ve özellikle Petrarca tarafından başarılı örnekleri verilmiş. 16. yüzyılda SaintGelais ve Marot tarafından Fransa'ya sokulmuş olan sone 17. yüzyılda ve sonrası kaplumbağa yürüyüşlü dandyler ve kibar çevrelerde çok tutulmuş ve bir ara gözden düşmesine karşın romantik dönemde yeniden ortaya çıkarak "kesin ve katı kalıplara meraklı şairlerin" (Gautier, Baudelaire, Parnasyenler, Verlaine, Mallarme, Regnier) beğenisini kazanmış, bununla birlikte bazı şairler sonenin yapısını değiştirmekten geri kalmamışlardır. Türk edebiyatında sone 1896'da Fransız yazınının etkisinde kalan Edebiyatı cedide şairlerince (C.Şahabettin, T.Fikret) ve onların yolunu izleyen Fecri ati şairlerince (C.S.Erozan, H.F. Ozansoy) ve günümüzdede İ.Berk, O.Rıfat ve de şimdi görüleceği üzere A.Necdet tarafından denenmiş ve sone türünde yapıtlar verilmiştir. Sone; aşk ve romantizme yönelik şiir gibi algılanmış İngiltere'de Shakespeare, Shelley, Byron, Alman şiirinde Heine, Schiller ve Goethe'de bu yolda denemeler yapmış, esim çağırmışlardır. Günümüzde sone türünde şiir yazan şairlerimizden Ahmet Necdet'de, tıpkı Baudelaire gibi kesin ve katı kalıplara meraklı şairlerimizden olup, daha önce ölçüye bağlı, haiku, tanka, gazel, tuyuğ, mani, hoyrat, tasavvuf ve divan şiiri formlarına uygun şiirler yazmış, bunlardan bazılarını bir süre deneyip geliştirerek bu yolda yapıtlar vermiştir. Geleneğe bağlı şiir tarzını seçen şairimiz bu gönül oyununu sürdürerek, şiirler üretmekte olup verimliliğini artırmaktadır. Çağımıza göre ölçüye bağlı, serbest dizelerin egemen olmadığı şiir bir anlamda öncekine (klasik olana) bağlılık gibi gözükse de, derinlere inildiğinde işin ne Z denli zor olduğu anlaşılmakta olup, çağdaş ya da modern olan ya da klasik veya gelenekçi sayabileceğimiz şiirlerin benzerlik ve ayrımlarından öte, sonuçta şiirin niteliği ve kalıcılığı sorunsalının her şeyden ağır bastığını görmekteyiz. Sonuçta şair seçimini klasik olandan yana yapmış olabilir ama onu çağcıl bir dille yenileyebiliyor mu, sorun buradadır... Aragon ve Endülüs güvercini Lorca'nın da gazel yazdığını, tüm Batı dünyasının yazındaki Levhi Mahfuz'u olan İlyada'nın İzmirli Homer tarafından, Settül Bahir (Çanakkale) topraklarından devşirilip biçimlendiğini belirtelim. Yunus Emre'deki felsefenin, Divan edebiyatındaki sonsuz oyunlar, eğretileme ve biçemlerin herkesten önce Avrupa şiirine de kaynaklık edip esin verebileceğini göz önünde bulundurarak yaşamımızı sürdürelim. Çünkü İlyada'yı baştacı yapan, öbürünü de yapacaktır ve bu durumda bizlere ise bir çift söz kalıyor: 'O mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler...' DİL KAVGASI Biz Osmanlı kültürüne sahip çıkmazken, bin yıllık camilere tecim evleri açarken, onun diline sahip çıkmaya kalkıyoruz, Avrupa'da hiçbir ülke bizi Latinceden uzak kalmak geri bıraktı demiyor, yaptıkları, Latince tüm yapıtları ana dillerine çevirmek, biz ise çevirmek zahmetine katlanmaktansa herkes Osmanlıca öğrensin istiyoruz, hem de Topkapı sarayındaki eşsiz parçaları onun bunun ayağına getirerek, kültüre saygısı olmayan anlayışın, dil kavgasıyla uygar'lık taslayabilmesi ne tuhaf... Ayrıca Romanofça, Habsburgça nasıl yoksa, tebasının dilinden esperanto oluşturan Osmanlı hanedanının bir dilinin olamayacağı çok açık, Osmanlı’da, Türkçe dahil pek çok dil vardı, yalnız Osmanlıca yoktu, o dillerin hepsi bugün gene var ve mağrur padişahcılarımızın Osmanlıcası ise gene yok... İlk bakışta kolay yazılırmış gibi gelen soneleri, öyleyse denememiz gerekir demeden önce bir mesel aktaralım: "Firavun, Nabukadnezar'ı ziyarete gelir. Kral ona bir labirent yaptırdığından, büyünün geometrisiyle çarpımlanmış labirentin içinde, insanın bir daha güneşin yüzünü göremediğinden sözeder. Hükümranlık duygusunun kibiriyle tutuşmuş firavun matematiğin sihriyle süslü, dolambaçların cirit attığı labirente girmekten çekinmez ve yazık ki gizenç dolu labirentin sapaklarında yolunu yitirir ve kraldan yardım dilenerek ancak yeryüzüne çıkabilir. Nabukadnesor bir sonraki yıl firavunun ziyaretine karşılık verdiğinde firavun bu kez hazırlıklıdır, çılgın ziyafetler ve karanlığın güneş açtığı nice söyleşilerden sonra bir gün develere binerek ıssız çöle açılırlar, çölün sonsuz beyazlığında bir noktaya gelirler ve firavun der ki: Babilli, benim labirentim bu, seni burada bırakıyorum, şaşırmaz ve eğer yolunu bulup geri dönebilirsen sen benden çok daha yücesin der..." (*) Meseldeki amaç şudur: Apaçıklık bazen kaotik görünenden çok daha büyük karmaşalar içerir!.. Bu bakımdan kolay diye yola çıktığımız olum bazen bizi uçurumlara sürüklerken, anlaşılmaz sanarak ürktüğümüz şeyde, kıvrımların tuhaflaştırdığı yılanın ok gibi açılımına benzer bir gündüz güzelliği içerir. (Arka bahçede ateş soluyan bir ejder yaşıyor dedim. Haydi göster, gösterebilir misin öyleyse dedi. Mahzen aralığından bahçeye çıktık... Duvara yaslanmış merdiven, boş boya kutuları ve dipte üç tekerlekli, tahta bir bisiklet vardı... Sarı yapraklar zemini örtmüş, bitkin görüntüye, daldaki kuş eşlik ediyor ve kulak verdiğinizde yalnızca paslı bir suyun şıkırtısı duyuluyordu... Ejder nerede dedi... İşte tam orada; ama söylemeyi unuttum o görünmez bir ejder... Gözlerinin pırıltısı kayboldu, yine de ayak izlerini görebilmek için yere un serebilirdik dediğini duydum!.. Yazık ki havada uçuyor o, yere indiğini pek sanmıyorum dedim. O halde alevi için kızıl ötesi alıcı kullanabiliriz dedi! Hemen alevinin ısısı da yok, görünür kılamayız onu dedim. Düşündü. O zaman sprey boya ile görünür kılalım dedi!.. Ah, özür dilerim; bu ejderin cismi de yok, ayrıca ısısız, görünmez, alev püskürten, havada uçan bir ejderle aslında hiç var olmayan bir ejder arasında ne fark olabilir ki dedim!.. Ve bir ejder hipotezi, denenmemiş savlar, çürütülemez önerme, ulaşımsız bağdaşıklıklar gibi laflar geveledim... Görünmez, alev soluyan bir ejder, dünyanın her yerinde bu savı ileri sürenler var!.. Un serip, izin sahte çıktığını ama parmağı yanıp; ejderin ateş püskürttüğünü inançla söyleyenler çıkabiliyor... Geçen gün eski eşyalarla mahzene iniyordum ki; önümü keserek bir şeyler söylemeye çalıştı... Kısa kesip ejder yok dedim!.. Kıpkırmızı bir suratla baktı, gözlerini karartarak, dişleri arasından: O senin görebileceğin bir şey değil dedi!.. 'Yine de; saf bir us garip şeylere inanmaktan haz alır, yalın ve anlaşılır şeylere yüz vermez, çünkü onlara herkes inanır dedim...' ) (**) Veda etmeden önce, sone olmayan ama soneler kadar içli bir şiir de biz sunalım: "Bu bahçe / bu nemli toprak / bu yasemen kokusu / bu mehtaplı gece / parıldamakta devam edecek / ben basıp gidince de / Çünkü o / ben gelmeden / ben geldikten sonra da / bana bağlı olmadan vardı / ve bende bu aslın sureti çıktı sadece / Ayrılık yaklaşıyor her gün biraz daha / güzelim dünya elveda / ve merhaba kâinat" (***) Gerçekte her insan bir sevilenim, şiirsi bir duyarlığın içindedir, çünkü güzelliklerin olmadığı bir yaşam neye yarar. Gelecekte mürekkep balıkları ormanlarda dolaşacakmış. 'Dönülmez akşamın ufkundayız, artık çok geç' demeden önce, elinizi çabuk tutun ve bir yaşama sahip olabilecek denli, bahtınız açık olsun... ? * J.L.Borges, ** U.Fatih, ***N. Hikmet Yokluğunla Çoğalarak / Soneler / Ahmet Necdet / Artshop Yayınları/ 55 s. KİTAP SAYI 862 CUMHURİYET