06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Ölüm oruçları kuşkusuz, doğru mu yanlış mı, değer mi değmez mi, vb. nedenlerle tartışılabilir ve tartışılmalı. Ama bu tartışmanın unutturmasına izin verilmemesi gereken bir memleket gerçeği ile karşı karşıyayız, ki bu, en alttakilerin, İslamcı ve faşizan manipülasyonla veya korku ve siniklikle çürütülemeyen tepkilerinin tecrit ve katliamlarla ezildiği gerçeğidir. Erdoğan AYDIN Kritik S iz hiç parça parça ölmeyi bilir misiniz? Her gün daha çok hücrenizin ölerek, gövdenizde tatlı bir kaşınma duygusu yaratarak bir kire dönüşüp dökülmesini... Her gün derinizin kemiklerinize biraz daha yapışmasını ve buruşuk bir köseleye dönüşmesini bilir misiniz?.. 10. günden sonra kuru ekmek yeme hayalinin veya direncinizi kırmak üzere dolandırılan köfte arabasından yayılan kokunun dünyanın en doyumlu sevişmesinden daha büyük bir tada dönüştüğünü? Yanı başınızda bir arkadaşınızın 52. günde artık görme yetisini yitirmesini... Veya 55. günde bilincini yitiren bir arkadaşınızı hastaneye uğurlayıp 62. günde ölüm haberinin geri dönüşünü... Sizin hiç ölüm orucundan sonra artık yürüyemeyen veya bilinci hiç geri gelmeyen, veya on yıllık unutma aralığında kaldıkları için karısını ve çocuklarını unutan bir arkadaşınız oldu mu? Sevgili ülkemizin en sonuncu ölüm orucunda ölenlerin sayısı 122’ye ulaştı, duyuyor musunuz? Ağır bir hikâye ğı kolu başka bir şehirde köpeklerin önüne atan, ama asla pazarlık yapmayan ali kıran baş kesen bir keyfiyetle karşı karşıyayız. F tipi sorununun böylesi korkunç bir drama dönüşmesi de bundan kaynaklanmıyor mu zaten? YASAL CEZA DEĞİL TECRİT! F tipi cezaevi "oda"larının, nasıl "lüks bir yaşam" atmosferi sağlayacağına dair büyük bir dezenformasyona tabi tutulduğumuzu anımsayın. Bütün gazete ve televizyonların manipüle edilmiş unsurları üzerinden nasıl koşullandırıldığımızı, tüm amacın çocuklarımızı "örgütlerin elinden kurtarmaktan ibaret" olduğunu anlatan mizansenleri... Söz konusu sistemin Batı’nın burjuva demokrasilerinde uygulanan sistemin aynısı olduğuna dair uzman açıklamalarını... Toplumun çoğunluğu ideolojik olarak zaten teslim alınmış olduğundan bunlara inanmaya yatkındı. Olmayanlar ise geleneksel zorbalık yöntemleriyle ve bu kez çok daha ince dezonformasyon yöntemiyle etkisizleştirilerek F tipi hayata geçirildi. Oysa çok yalın bir gerçekle, devasa bir tecritle, büyük çoğunluğu 1822 yaşları arasında tutuklanmış çocukların, ağırlaştırılmış cezalarını kesintisiz olarak hücrelerde yaşama uygulamasıyla karşı karşıyaydık. Suçlu veya suçsuz, ama esas olarak siyasi oldukları için dayatılan bu uygulama, yıllarca bembeyaz duvarlarla kuşatılma, kapıdaki mazgaldan sürekli gözetlenebilme, istediği kitabı okuyamama, parası yoksa veya izin verilmiyorsa televizyon seyredememe, aydınlanma yerine denetim aracına dönüştürülen ampulün bile gardiyanca açılıp kapanması, inancını savunma inadı kırılamamışsa arkadaşlarıyla görüşememe, havalandırmaya tek başına çıkma veya her an görevlilerce dövülme olasılığıyla yaşamaktı F tipi cezaevi... Devletin kendisine karşı suç işleyeni içerde tutmanın ötesinde boyun eğdirmeye, kişiliksizleştirmeye yönelik bir cezalandırma sistemi F tipi. Batı’daki benzerlerinden ayrımla Türkiye’nin F tipi, gündüz toplu yaşanırken geceleri tek yatma ve tüm mahkumlara eşit uygulama olarak kurgulanmamış, tam tersine salt siyasilere uygulanan, 24 saat ve tüm ceza süresince kalınacak tipik bir hücre, yani ikinci bir cezalandırma yöntemi. Havalandırmaları tek tek hücrelere göre yapılmış olduğundan tam bir izolasyon amaçlanmaktadır. Ortak yaşam mekânları denilen spor salonu ve kütüphane ise tamamen idarenin keyfiyetine ve mahkumun teslim olmak, değerlerinden soyulmak anlamı taşıyan "iyi hali"ne bağlıdır. Yani F tipi, iddiaların aksine Batı standartlarından nitelik farkıyla mahkumun güvenlik kontrolünü değil, tecridini ve muhalif kimliğinin sindirilmesini amaçlamakta. Memleket bütününde uygulanan tek tipleştirme politikasının, kendisine fikren veya eylemle isyan etmiş insanlara katmerli bir şekilde uygulanabilmesinin mekânlarını yaratmaktır amaç. Dolayısıyla bu anlayışı hazmetmek, sadece cezaevlerinin zindanlaşmasını değil, toplum olarak yaşam standartlarımızın daha da kötüleşmesini kabullenmek demek. HİKÂYESİNİ ÖLEREK ANLATMAK Ece Temelkuran’ın "Ne Anlatayım Ben Sana" (Everest Yayınları) adlı kitabı, F tiplerinin uygulanma sürecini, Ölüm Oruçlarını ve bu sürece ilişkin yaklaşım ve insan manzaralarını anlatıyor. Ama nasıl anlatıyor!.. Vicdanı olduğuna inananların, ayna korkusu olmadığına inananların mutlaka ama mutlaka okuması gereken bir şekilde anlatıyor. Cezaevlerinde ne çok ama ne çok insanın nasıl ince bir vahşetle öldürüldüğünün ve aynı ince vahşetle ölüme zorlandıklarının yürek burkan hikâyesi bu... Cezaevlerini, muhaliflerin itlaf ve kullaştırma mekanizması olarak kullanan bir infaz sisteminin kamuoyuna şirin gösterme misyonu edinmiş bir basın politikasının... "Hayata Dönüş" gibi manipülatif isimler altında basın ve kimi yazarların da işbirliğiyle 32 kişinin öldürülüp yüzlercesinin ağır yaralandığı operasyonların, hâlâ süren tecridin, Ölüm Orucundaki kayıpların 122’ye vardığı korkunç gerçeğin... 1999’da Ulucanlar’da 10 tutuklunun katledilmesi ardından “vicdanım rahat" diyen demokratiksol (!) Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk’lerin, 96’da ancak 12 tutuklunun ölümü sonrasında uzlaşan, ama ALİ KIRAN BAŞ KESEN KEYFİYET Ölüm oruçları kuşkusuz, doğru mu yanlış mı, değer mi değmez mi, vb. nedenlerle tartışılabilir ve tartışılmalı. Ama bu tartışmanın unutturmasına izin verilmemesi gereken bir memleket gerçeği ile karşı karşıyayız, ki bu, en alttakilerin, İslamcı ve faşizan manipülasyonla veya korku ve siniklikle çürütülemeyen tepkilerinin tecrit ve katliamlarla ezildiği gerçeğidir. F tipi, işte bu tecrit politikasının, en alttakiler adına radikal muhalefet yürütenlere karşı uygulanan "çağdaş" yöntemi olarak gündeme gelmiştir. Bu yöntemin, cezaevlerini yıkıp yakarak, direnenleri gaz bombası ve kurşun yağmuruna tutarak hayata geçirilmesi kararlılığı da bunu gösteriyor. "Taviz verirsek yol olur" mantığı işleniyor. İnsanların haklarını ancak ölüm oruçlarıyla alabilecekleri bir yol bile egemenlere kabul edilemez geliyor. Mücadeleyle hak alınabilmesi yolu hep tıkalı tutulmaya, buna kalkanlara hep pahalıya ödettirilmeye çalışılıyor. Halkını yurttaş değil tebaa gören, en büyük katılığı kendine itiraz edene gösteren bir Osmanlı zihniyetiyle karşı karşıyayız. Bu bağlamda hak talebinde bulunan, siyasal alternatif örmeye çalışanlara hayat hep zindana döndürülmüştür bu topraklarda. Ceza süresinin, cezaevi koşullarının ve afların çeteciye, hortumcuya farklı siyasilere farklı nitelikte uygulanması da bunun yansıması. Yurttaşlara karşı işlenen suçları affeden ama kendisine karşı işlenen suçları asla affetmeyen, köleci dönemlere özgü tanrıların sonsuz kiniyle cezalandırma yoluna giden bir yönetim refleksi bu. Nitekim infaz hukuku da bu nitelikte olagelmiştir. Ulucanlar’da, Diyarbakır’da, Uşak’ta, Sağmalcılar’da tamamen fikri teslimiyet amacına yönelik olarak onlarca ölümlü operasyonlar uygulayan, koğuşlara dozerle girip kopardıSAYFA 20 sonra uzlaşmasını reddedip tutukluları dava eden İslamcı Adalet Bakanı Şevket Kazan’ların ve diğerlerinin... "Birçoğumuz, ben de dahil, bütün bunlar olurken, sırf bir örgütün yöntemlerini onaylamadığımız için, sırf isyan yöntemlerini beğenmediğimiz için bu meseleleri görmek istemedik" diye yazıyor Temelkuran. Yazdıklarını onaylamadıkları için kendisiyle görüşmediklerini, arkadaş olduğu anneleri kendisiyle görüştürmediklerini de ekliyor. Ama buna rağmen duygusal kırılmalarına teslim olmayarak, vicdanının, yurttaşlığının bilinciyle yazıyor. Yaşadığımız ortamı demokratikleştirmediğimiz, toplumu tebaalaştıran totaliter ortamı değiştiremediğimiz müddetçe sadece cezaevlerindekilerin değil, bir bütün olarak insanlığımızın ölümünün önüne geçemeyeceğimizi anımsatıyor. Ölüm Orucunun çok ağır bedeli bir yana, bizzat tecrit sorununu gölgelediğine işaret ediyor. Ama bu durumun ondan kaçmamızın bahanesi yapılamayacağına da... Tecridi konuşmaktan kaçtıkça insanlığımızdan da kaçtığımızı anlatıyor, Gökçe’nin şahsında bizlere. "Devlet birilerini döverken, dövülenler kendilerini öldürürken bizim dilimizi tutuşumuzun" kirletici anlamını anımsatıyor. Tecridi kaldırmak için duyarlılık diye haykırırken, çoğunluğun sandığının aksine tecridin, sadece cezaevlerindekilere değil, bir bütün olarak insanlığımıza, hak ve özgürlüklerimize, yurttaşlık haklarımıza yönelik olduğunu anımsatıyor. "Çoğumuz öfkemizle perdeledik bu hikâyenin peşini bırakışımızı. Yoksulluğun ve acının tepe noktasındaki bir memleket hikâyesi olarak ölüm orucuna artık hiç bakmayışımızı bir örgüte karşı duyduğumuz öfkeyle meşrulaştırdık. Ama insanlar ölüyordu işte. "Onlara dair, 19 Aralık 2001’deki ‘Hayata Dönüş’ operasyonu ile başlayan sansürü biz de hiç merak etmeyerek güçlendirdik bir parça. Bu memleketin bir hikâyesiydi ölüm oruçları, F Tipi cezaevlerine, hücre sistemine karşı yapılan direniş. Tek bir örgütün ‘yanlış’ direnişine bağlayıp meseleye arkamızı dönüp gittik. Örgütün hiç onaylamadığımız yöntemlerine rağmen ezilenlerden söz etmeye devam edemedik. Birinin aklına gelip de, ‘Ne diyorsunuz F tiplerine karşı yapılan ölüm oruçlarına?’ diye sorarsa, dudağımızı büküp ‘yaa.. şimdi.. yani..’ diye bir tereddüt içinde durduk hep. Kaç kişi sustuk biz, hani bu memleketin hikâyeleriyle son derece ilgiliydik?" diye vicdanımıza sesleniyor Temelkuran. TAŞ OLMAK! "Bu ağır bir hikâye –diye sürdürüyor konuşmasını, alacakaranlıkta bir yolculuk Gökçe. Sonunda kendini ağırlaşmış hissedebilirsin. Sonuna geldiğinde kucağında bir sürü hikâyeyle, ‘bütün bunları ne yapacağım?’ diyebilirsin. Unutma Gökçe, insanın acısını bir tek insan alır. O yüzden bu hikâye biter bitmez sen de kendine kucağındaki hikâyeleri anlatacak insanlar bulmalısın. Yoksa Gökçe, hikâyesini anlatamayan her insan gibi karanlıkta kalırsın Gökçe, taş olursun!" "En derin yara, yaranın hikâyesi duyulmadığında alınandır. En vahşi Vietnam, en kanlı Filistin, en kederli Lübnan, en kırık Diyarbakır, en yanık Sıvas, en ağıtlı Küçükarmutlu, en hazin Mamak, hikâyelerin anlatılmadığı yerlerde kurulur" diyor Ece. Vahşetin, kendi muhaliflerine karşı yalnızca ezici vahşetin konuştuğu, medyanın ise bunu meşrulaştırıcı misyon yüklendiği bir gerçeklikte bizi bu hikâyeleri konuşarak, unutturmayarak acılarımızı azaltmaya çağırıyor. Ece Temelkuran bizi insan sorumluluklarımıza çağırıyor!.. Kendimize ayna tutmaya, taşlaşmış yüreklerimizi ısıtmaya, kirlenmiş vicdanlarımızı temizlemeye... Bizi yurttaş olmaya, devletin kendi doğrularına boyun eğilen bir tebaalığı dayatamadığı koşullarda temel haklarımızla yaşamı savunmaya çağırıyor!..? KİTAP SAYI 862 Ece Temelkuran bizi insan sorumluluklarımıza çağırıyor!.. CUMHURİYET
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle