Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
? eskisinden daha çok "yazı" yazıyor insanlar. Ve her yazı da eğer dil ve aktör popülerleştirilirse bir yapıt sayılabilir. Yazma konusunda bir fikri, altyapısı ve tutkusu olmayan yazarların da başvurarak en kısa zamanda verim alacakları en yaygın konu aşk; kadınerkek ilişkileri. Klişesi en bol, otobiyografik öğelerden en çok yararlanılan ve basit önermelerin en zengin olduğu konu alanı. Bu kesitten bakarsak günümüzdeki roman artışına bir anlam verebiliriz belki de. Öte yandan diğer sanat ve mecralarda dikiş tutturamamış ya da onları yeterince saygın, prestijli bulmayan, ama bir şekilde dikiş tutturmuş kişilerin de yazarlığa soyunması, o dallardaki ünlerini yazdıkları kitabın satışı ve tanıtımında "yazarlık kariyerlerinin" hak etmediği ölçüde kullanmaları, yazar tarifi ve kaynağının değişmesinin en büyük etkenleri arasında sayılabilir. Bu aynen benim günlük hayatımı, yakın geçmişimi birtakım ezgiler eşliğinde stüdyoda mırıldanarak, şarkı söylediğimi sanarak bir müzik albümü yapmama benziyor. Enstrüman çalmadan, nota bilmeden, sesim olmadan, bir müzik albümü yapabileceğime dair güçlü bir özgüvenim varsa bu nereden geliyor? Yazarlık karşısında, başka altyapılardan gelen kişilerin yazmayı bir yazı eylemi olarak görmeleri sonucu da bu özgüven birdenbire gelişiyor. Çünkü yaşanılan popülerleşmenin sonucunda yazma yazıya, yazar da yazana indirgeniyor. ‘OTOMOBİL’ Az kalsın atlıyorduk, geçen seneydi yanılmıyorsam, ‘Otomobil’ adlı bir deneme kitabı yayımladınız. Bundan bahseder misiniz biraz? Otomobil, daha önce çeşitli otomobil dergilerinde, bir kitap bütünlüğünü gözeterek yazdığım denemelerden oluşuyor. Bu denemeler aslında çağdaş felsefe yazıları. Günümüz felsefesi daha çok iletişim odaklı sorunlarla uğraşıyor. Popüler filozoflar çıkmıyor değil; onlarsa dilde indirim peşindeler. Ben bu noktada İngiliz yazar Alain de Botton’u son derece ilginç bulduğumu söylemek isterim. Botton klasik felsefe ile popüler bilgi arasında çok güzel bir köprü. Bunun kanıtı da ülkemizde bütün kitaplarıyla çok satan listelerinde uzun süre kalması. Otomobil’e gelecek olursak, ben bu son derece popüler konunun en derin felsefi, fizik ve mekanik bileşenleriyle uğraştım; sosyolojik olarak toplumu otomobil merceğinden okumaya çalıştım. Otomobil olgusu, insanın değişme hızından, değişim ivmelenmesine taşıyan, yani hızın hızına taşıyan en önemli araç. Sinemayı, uçağı, televizyonu ve interneti de bu kapsamda rahatlıkla düşünebiliriz. İnternetle bilginin trigonometrisine ulaştık. Sinema, fotoğrafı idealize ederek, yazıya öykünerek henüz bilinmeyen bir görüntü dilini kullanıyor. Uçaksa, yolculuğu sadeleştirdi, ucuzlattı ve adrenalini arttırdı. Bunlar içinde en çok sınır taşımasına rağmen en çok serbest bırakılan ve hatta dünyadaki savaşları kontrol eden bir olguya dönüştü otomobil. Göründüğü kadar masum ve yavaş olmayan bu aracın yarattığı hiperekonomi, insanın özgürlük yollarında aşılması zor bir trafik yaratıyor. Julio Cortazar, bunu Güney Otoyolu adlı uzun öyküsünde çok güzel ele almış. Otomobil’de bu kitap üzerine bir yazı da var. Bu kitap, kitap bütünlüklü deneme yazılarımda ilk olmayacak. Arkasından bitirmek üzere olduğum Yazının Hyper Derecesi var. Yazının tarih ve yeni medyalar arasındaki ilişkileri üzerine yeni gözlemler diyebiliriz bu deneme kitabına. Gelin biraz da yeni romanınızı, ‘Yeni Sevgili’yi konuşalım. Denir ki, "‘Yeni Sevgili’ ölümünün onuncu yılında ‘Sevgili’nin yazarı Marguerite Duras’a gönül borcuCUMHURİYET KİTAP SAYI dur." Halil GökhanDuras ilişkisinden ve buna bağlı romanınızın Duras’a armağan edilmesine vesile olmasını anlatır mısınız… Marguerite Duras’ın Sevgili’sini ilk okuduğumda henüz o beni çok çarpan, şaşırtan yazı ve üslup sadeliğinin, ama aynı zamanda o karmaşık yanının kökenleri üzerine bir fikrim yoktu. Günümüzde tek başına bir anlam çatısı kuran, benzersiz bir yapıda anlaşılan yazar tipi yok olmak üzere. Her yazarı daha önce çiziktirmiş bir başka yazarla anlamamız, onu oraya göndermemiz ve geri getirmemiz gerekiyor. Ayna yazarlardan bahsediyorum. Yeni Sevgili’yi ilk kitabımdan ayıran en önemli unsur da bu sanıyorum. Sevgili’yi –aynısını değil günümüzde yeniden yazma denemesi olmasının ötesinde, Yeni Sevgili, kültürel saplantı ve kaprislerin ötesinde aynada kendime baktığımda çıplak olarak gördüğüm her şeyin bir itirafı. Bu cesareti de bana veren Marguerite Duras oldu. Duras bu kitabı yetmiş yaşında yazmıştı. Sevgili’nin otobiyografik tarafına bakacak olursak aşkın ve cinsel tutkunun Duras’ta 17’sinden 70’ine kadar değişmeyen bir olgu olarak kaldığını görüyoruz. Tek başına bir anlam çatısı kuran yazar tipine en iyi örnektir Marguerite Duras. Bu yönüyle kendi yapıtlarının evrimi içinde büyümeyi, gelişmeyi de reddeder yazdıkları. Tek ve ölümsüz bir konu vardır bu tip yazarlara göre: Ölümlü bir beden içinden benzerlerinin de içinde bulunduğu ölümsüz bir evrene bakmak. "Aşktan öte hayatın romanı" mıdır gerçekten ‘Yeni Sevgili’? Aşkın mahremiyetini neden hayata feda ediyorsunuz? Kahramanınız Ali Sabah, tükenişin son raddesine geldiğinden mi yoksa? Çağımızın geçmiş çağlara göre en önemli özelliği aşırı ile ortalama olanın aynı yerde, yan yana bulunmasıdır. Bu karmaşanın içinden sadece melezliklerle, yani aşırı iyimserlikle çıkmak mümkün görünmüyor. Eskiye göre artık kesişme noktalarıyla kendini ifade eden toplumlar karşısında gerçekten de ne yapabiliriz? Eskiden olduğu gibi hayatı hayat diye kestirip atamayız. Ve aşkı da aşk diye genellememeliyiz. Toplumların, insanların birbirlerine yaklaştığı bir dönemde mahremiyetler de ortaklaşa yaşanıyor. İnsanların birbirlerine yabancılaştığı, farklılaşarak kendini ifade etmeye çalıştığı ve kaçarak ya da yok ederek kendiliğini hissettiği bir çağ geride kaldı. Siyaset, iktidar ve iktisat, ardından toplumlar ilk kez bu kadar boyunduruksuz, yalnız ve görece özgürler birbirlerine yaklaşma konusunda. Gene de insanlar çok hızlı, insanlık çok yavaş yol alıyor. Bazen geriye, bazen yanlara… Bu çerçeveden baktığımızda hayatın aşkı değiştirdiğini, klişe aşklarla tekil aşk durumlarının yan yana durduğu bir hayatın ortasında aşktan çok âşığa bakmamız gerektiğini söylüyorum ben. Gazeteci yönü olan yazarlarımızın çoğu eserlerinde medyayı başat kahraman bellerler, sizde de olduğu gibi, neden olabilir sizce? Yaptığı işi sorgulama, meslek etiği gibi konular yüzünden medya kahramanlaştırılabilir. Yeni Sevgili’de yansıtılan medya düzeninden bahsediyorsanız eğer, romanın bu yönünü kahramanın mesleki inişçıkışları olarak da görebiliriz. Günümüzde hemen hemen bütün meslekler artık son derece elastikileşti. Yatay dikey olarak çalışanlar yoğun bir hareket halinde. Ortalama çalışmaları sanırım çok düştü. Emeklilik avantajları çalışanları pek ilgilendirmiyor gibi. Daha çok büyük şehir yaşantısında geçerli bu yeni durum, öyle sanıyorum ki. Ben, bağımsız çalışmaya başladığım yakın zamana kadar elektronik medyadan süreli yayınlara, gazetelere kadar birçok işe girip çıktım. Şu an sadece yabancı bir gazeteyle ilişkim sürüyor 862 Türkiye temsilciliği anlamında. O işim de gazetecilikten çok bir nevi editörlük. Medyaların yapı olarak yazı, görüntü, ses şeffaf olmaları, onların üzerinde çok fazla söylemin geliştirilmesine, eleştiri odağı olmalarına yol açıyor olabilir. Yani aslında medyalar, biraz da kendilerini kahraman yapmaktan haz alıyorlar. Varlık sebepleri bu hazzın devamlılığına bağlı aslında. Türk medyasının dünya medyalarından farkı da şu bence: Dünyada daha çok medyalardan söz edilirken ve medyalar kendi içinde özerk, özgün ve bağımsız yapılara bürünmüşken Türkiye’de tek bir terimle gazeteyi, süreli yayınları, televizyonu, radyoyu, interneti, hatta RTÜK’ü de anlatıyoruz: Medya. Medyaların yeri geldiğinde çok fazla "biz" demesinden de kaynaklanıyor olabilir bu az ve öz ifade. MEDYA KADINLAŞIYOR... Medyakadın ilişkisine değinilir kimi yerde… Medya kadınlaştırılıyor mu sizce? Eğer öyleyse, bunun sebebi nedir? Birileri kadınlaştırılmıyor elbette. Medya kadınlaşıyor. Kadınların, erkeklere tarihsel suç dosyaları armağan ederek iş, sanat ve medya dünyasında boy gösterdikleri son elli yılda bu kadınlaşmayı belirleyen temel faktörler şunlar bence: Kadının bir tüketici olarak güçlenmesi, bunun karşılığında kendi giderlerini karşılamak için çalışmak zorunda kalması. Kadının, iyi kazanç döngüsü içinde iyi eğitime de yer vermesi ve giderek kadınların ortalama eğitim düzeylerindeki artış. Bu artışla birlikte belirgin meslek kesimlerinin kadınlara terk edilmesi. Son olarak da tutucu aile yapısı içinde kadının özgürleşme amacıyla işe, medyaya ve sanata yönelmesini sayabiliriz. Ünlü bir medyacının şu sözünü hiç unutmuyorum: "Kadınlar çalışmasaydı, erkekler işe bile gelmezlerdi." Bazı mesleklerde artık neredeyse erkek hiç çalışmıyor, çalıştırılmıyor. Kiminde patronlar erkek, kimindeyse iyi kadın elemanın değerini bilen akıllı kadın patronlar ön planda. Kadınerkek tercihinin akılları karıştırdığı bir iş alanı olarak medyalarda da kadınların görsel medyalarda boy göstermesiyle bu medyaların kadınlaştırıldığını, başka bir anlamda erkeksizleştirildiğini söyleyebiliriz rahatlıkla. Biraz magazine kayarsak, kaçınılmaz şöhretmedya ilişkisinden hareketle eskiye oranla, iş, sanat ve medya dünya sındaki ünlü ve güçlü erkeklerin sevgililerini, karılarını, metreslerini, hatta aynı anda hepsini birden daha iyi tanıyoruz. Medyanın içinde ve medyatik konu olarak "medyanın kadınlaştırılması" her iki planda da aşırı derecede gayet güzel işliyor. Ekrandaki, "köşe"deki ve mikrofonun ucundaki medya çalışanının estetik değerleri ön plana çıktıkça, kadınlaşması kaçınılmaz. Bu genel durumu Yeni Sevgili’de kara mizah gözüyle vermeye çalıştım. Sadece medya değil, bütün işyerlerindeki kadın ve erkekler arasındaki ilişkilerin "feminize" bir ortama yerini bırakması; kibarlık, nezaket ve inceliklerin artışı, hatta geçerli tek davranış düzeninin bu olduğuna dair "satırarası" baskılar, bütün iş ve çalışma dünyasını kadınlaştırmıyor mu sanki? Kahramanımız Ali Sabah’ın günümüzde böylesine inişçıkışlar yaşamasında geçmiş; yani annebaba sendromu sebep olabilir mi? Elbette. Bir noktada babasının yaramazlıkları, oğlunun yanında olmayışı onu hak etmediği bir idole dönüştürmüş olabilir. Öyle ki Ali Sabah, karmaşık ilişkilerinde daha önce pek yaşamamış olmasına rağmen hiç zorlanmıyor; öte yandan da başında bir platonik aşk belası var. Sanırım bu yönü de annesinde bulduğu ölümsüz, bitmeyen aşk ve monogami özelliklerinden kaynaklanıyor. Çocukların hayatı, sonuçta anne ve babalarının arasında gidip gelen bir tenis topu değil midir? Ayrılık/Terk ediliş, Ali Sabah’ta intikam duygusu uyandırır, birçok kadınla duygudan yoksun ilişki yaşar! Neden? Acımasızca bir intikam bellemiyor mu kendisine? Ali Sabah, aslında karşılıksız bir aşkla sevdiği Lale ile bir ilişki yaşamıyor. Bu anlamda ayrılmıyorlar da; dolayısıyla ortada bir terk edilme durumu olmasa da bütün bunları Ali’nin hayalgücü kurguluyor. Yani birleşmişler ve ayrılmışlar gibi acı çekiyor. Bir şeye sahip olma isteğinin uzamasıyla zamanla ondan yoksun olma duygusuna dönüşmesi gibi… İşte tam da bu anda, tükenişin esiri oluyor Ali Sabah? Fakat tükenmiyor. Günlük hayata tutunuyor. Âşık olduğu kadını idealize ederek karışık ilişkilere, baş döndüren bir hayata tutunuyor. Aslında Lale’yi aramıyor da… Arıyormuş gibi yapıyor, aradığını düşünüyor. Bu eylemi özlüyor. Bulduğu andaki haz yitimini yaşamamak için arayış sürecine sevdalanıyor. Son derece karmaşık gibi, tam da bir hastalık tarifine benziyor, öyle değil mi? "Cam ekranlardan ruhlara "orgazm nakillerinin" yapıldığı bir hayat…" Ne zaman son bulur dersiniz böyle bir hayat ve huzura ereriz? Tatsız, kokusuztoz kokusu hariç bir cam ekranın çekim alanına girdiğimizde duyularımızı yitirmeye, yani onları daha az kullanmaya başlarız. Bizi insan olarak çoğaltan sanatları da bu cam ekran çoktan yutmuştur. İnsanın yapabildiği her şeyi kendisinde toplama arzusundadır cam ekran. Duyularımızı kaybedersek orgazm da olamayız. Ve bu orgazmı yine cam ekrandan talep etmeye başlarız. Cam ekran onu izlerken yanında mavi bir hap da almamızı öğütler. Buna o karar verir. Mavi hapı bize satar. Başka bir noktadan bakarsak bizi nasıl orgazm olacağımız konusunda görsel olarak da koşullar, cam ekran. Suyu, toprağı, rüzgârı ve ateşi taklit eden cam ekran, kozmik yalnızlığımızdan ileri gelen ve bizi kötü bir tüketiciye çevirmekle tehdit eden nevrozu da iyileştirir aynı zamanda. ? eoztop@aof.anadolu.edu.tr Yeni Sevgili/ Halil Gökhan/ Dharma Yayınevi/ 80 s. SAYFA 5 “Yazmaya ilk başlamamda babaya özenti var elbette” diyor Halil Gökhan.