Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
? ve geçmekte olan milyarlarca insanın parmak izi birbirinden farklıdır örneğin, her insanın biricikliğine ilişkin bir işarettir bence. Bu ontolojik yalnızlık insanı anlamaya çalışan düşünce sistemlerinde de kendini ortaya koyuyor. Kutsal kitaplar her ne kadar bizi yalnız olmadığımıza inandırmaya çalışsa da ki yalnız olmadığımızı düşünmemizi sağlayan tek şey tanrının yanımızda olduğunu bilmemizdircennet ve cehennem kavramlarını oluştururken, yaptıklarımızın sonucu olarak bu iki mekândan birine ailemizle, çocuklarımızla, eşimiz dostumuzla birlikte gideceğimizi söylemiyor. Aksine, bize ödül veya cezayı gösterirken, yalnız olduğumuzu, varlığımızın sorumluluğunun kendimize ait olduğunu vurguluyor. BEKLEMEK ÇAĞI... Öykülerinizin ortak özelliklerinden birisi bana kalırsa, zamanla/geçmişle hesaplaşmaya gitmesi kahramanlarınızın, ne dersiniz? Gelecek yaşanmadı ki daha, hesaplaştığımız her şey geçmişte duruyor. Ama bu durum geçmişi öne çıkarmıyor bence, bizi yapan şeylerin geçmişten geldiğini gösteriyor sadece. İnsan geçmiş biriktiren bir varlık, gençken birikimimiz zayıftır ve genç olmanın gereği olarak yüzümüz geleceğe dönüktür. Gençlik, yaşadıklarımızın üstüne düşünmek değil, beklemek çağı. Yaşlandıkça edindiğimiz hayat tecrübesi, her küçük ümitten büyük beklentiler yaratmamıza, doğal bir şekilde engel oluyor. Yepyeni olaylarla karşı karşıya kalsak bile genellikle bu filmi görmüş oluyoruz. Gençlerin ümitleri, yaşlıların anıları var. Ancak olgunluk, gençlik ile yaşlılık arasındaki dönem, kişi hangi düşünsel düzeyde olursa olsun, zaman fikrinin ağırlık kazanmasına, kuvvetlenmesine yol açıyor bence. Gençlikte hiç olan zaman, yaşlılıkta ömürle sınırlanıyor ve bitiyor olması düşüncesi kimi zaman bir panik duygusu yaratıyor. Orta yaş ise, soyut ve derinden hissedilen kavramlarla ister istemez hesaplaşma yaşadığımız, hesaplaşmasak bile, varlığının iyi kötü farkına vardığımız bir dönem. "Günde üç öğün yemek yiyorsunuzarabanızı kapalı garaja koyuyorsunuzhafif kitaplar okuyorsunuzçileden çıkmıyorsunuzintihara teşebbüs etmiyorsunuzsinemaya ayrı ayrı gidiyorsunuzhep aynı saate yatıyorsunuz…" Yani tüm bunlar aşkı bitirir sonucu çıkıyor ortaya, çok yerinde bir tespitin bu halleri üzerine konuşalım biraz da… Aşk bir ajitasyon halidir, sıradışı bir süreçtir, ama sorun şu ki, sürekli ajite bir halde yaşayamayız. Dolayısıyla aşk önünde sonunda biter. Hayatımızda aşk olduğu zaman ruhen yükseliriz, dolayısıyla bu ajite halin uzun sürmesini, kimyamızda yarattığı değişikliklerin verdiği hazları daha çok tatmayı isteriz. İstediğimiz şey bir kavram olarak aşk değil, bu ajite halin yarattığı değişimleri tekrar yaşamaktır. Aşk üstüne üretilmiş klişeler düşünce dünyamızdaki zenginliğe işaret etmez, aksine, aşkın klişe hallerine vurgu yaparak klişeyi yeniden üretir. Sorun çoğunlukla aşkta değil, bitişindedir üstelik. Büyük sarsıntıların izdüşümleri de kuvvetli olur, bu nedenle derin yaralarla biten aşkların hikâyesi kuvvetlidir. Ancak, benim Kibir’de sözünü ettiğim aşkı mahveden unsurlar, bu ajite olma haline uygun düşmeyen, onu sıradışı CUMHURİYET KİTAP SAYI bir hal değil, aksine bir sıradanlık olarak gösteren, dolayısıyla aşkı var bile kılmayan unsurlardır. Oysa ne demişti Cemal Süreya? "Aşklar da bakım istiyor öğrenemedin gitti." Günümüz insanı aşkla gereğinden fazla meşgul oluyor bence. Hayatı sığlaştıkça, tüketme kapasitesi arttığı halde, zihnen yoksullaştıkça, etkisini çok çabuk gördüğü şeyleri örneğin aşkı daha çok istiyor, şok etkisi yapan ilaçlar gibi. Aşk kavramsal olarak çok zayıfladı oysa. Yılların ürettiği klişeler ve yeni düzenin maddi bir hayatı işaret eden "olmazsa olmaz"ları Ferhat ile Şirin, Romeo ve Jülyet hikâyelerinin hâlâ yaşanabileceğine inanmamıza imkân vermiyor artık. Şurdan da belli: Günümüzde temel malzeme olarak hikâyeyi kullanan endüstriler, sinema, televizyon, popüler edebiyat vs. hayatın tekdüzeleşmesi, kategorize edilmesi nedeniyle, kitleleri sarsacak aşk hikâyeleri yaratmak konusunda zorluk çekiyor. Unutmak kimi yerde bizi yakalıyor!.. Buna kimi zaman ‘olağan’ sebep oluyor, kimi zaman düzen… Sanırım unuttuğumuzu sandığımız şeyler gün oluyor çıkıyor karşımıza ve acıya sevk ediyor bizi, hesaplaşmaya… Bence unutmak egomuzun mükemmel bir şekilde işleyen savunma mekanizmalarından biri. Unutmayı başaramasak yaşayamayız. Doğuşumuzla birlikte bir varlık olmayı, yaşamaya uyum sağlamayı öğreniyoruz. Bu çok zorlu bir çaba, tam da insan olmak demek. Psikoloji biliminin de gösterdiği gibi, egomuz acıyla baş etmek için çeşitli yollar arar. Bunlardan biri yansıtma, acılarımızla başkaları üstünden hesaplaşmadır, bunun için kin tutarız örneğin, kin tutmak unutmanın tersidir. Ama bu, sürekli bir gerginlik hali anlamına gelir, yorucudur, büyük bir enerji gerektirir. Oysa unutmak, sükuneti beraberinde getirir, çünkü ruhumuz bu dünya üzerinde "huzur" arar. Öte yandan unutmak sürekli olamaz, çünkü hiçbir şeyi unutmayız aslında, bastırırız, bilincimizin gerisine iteriz. Unuttuğumuz şeyle bir gün hesaplaşıyorsak, ya bastırmak çözüm olmaktan çıkmıştır artık, bastıramayacak hale gelmişizdir ya da güçlenmişizdir, unutmak istediğimiz şeyle hesaplaşabilecek duruma gelmişizdir. Unuttuğumuz şeyle de tesadüfen karşılaşmayız, karşılaşmışsak bir nedeni vardır, bilincimizin gerisine çekilerek egomuzu koruyan unsurlar, karşılaşma zamanının geldiğine karar vermiştir, bu nedenle hatırlarız. SANCILI DÖNEMLER Halâs’ta özgürlük teması beni etkiliyor, içeride özgür olma halini nasıl değerlendirir, o sancılı dönemleri yakından tanıyan Ayfer Tunç? Kastettiğinizi sandığım o sancılı dönemleri yakından yaşamadım ben. 12 Eylül’de 16 yaşındaydım. Hiç "içeri" girme ? Aşk bir ajitasyon halidir, sıradışı bir süreçtir, ama sorun şu ki, sürekli ajite bir halde yaşayamayız. Dolayısıyla aşk önünde sonunda biter. Hayatımızda aşk olduğu zaman ruhen yükseliriz, dolayısıyla bu ajite halin uzun sürmesini, kimyamızda yarattığı değişikliklerin verdiği hazları daha çok tatmayı isteriz. İstediğimiz şey bir kavram olarak aşk değil, bu ajite halin yarattığı değişimleri tekrar yaşamaktır. 844 SAYFA 5