27 Nisan 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

KISA KISA... KISA KISA... KISA KISA... Doğu Yakasında Yeni Bir Şey Yok ? Miyase İLKNUR ehmet Faraç, denince akla töre ve terör geliyor. Memleketi Urfa’da muhabirlik yaptığı yıllardan itibaren bölgede töreyi ve terörü besleyen bataklığın nasıl ortaya çıktığını, neden kurutulamadığını, iletişim devriminin yaşandığı bir dönemde insanların birbiriyle iletişim kurmasına hangi sosyal koşulların engel olduğunu yaptığı çarpıcı haber ve araştırmalarıyla ülke gündemine taşıdı. İlk kitabını 1998’de yayımlayan Faraç, artık ülkemizde yetkinliği tartışılmayan bir töre ve terör uzmanı. Bugüne kadar 7 kitabı yayınlanmış Mehmet Faraç’ın son kitabı “Doğu Yakasında Yeni Bir Şey Yok” adını taşıyor. Feodal yapının ve törenin kaçınılmaz sonucu olan kan davalarını, bazen bir asırdan fazla süren aşiretler arası bu ilkel hesaplaşmanın arka planını, kan davalarının hizmet ettiği kişi ve kurumları, arada telef olan ve her seferinde bedel ödemek zorunda kalan töre mağdurlarını sıradan bir üçüncü sayfa haberi olarak okuyup geçen bizlere öyle bir anlatımla sunuyor ki, bu toplumsal utançtan hissemize düşeni fazlasıyla alıyoruz. M çıkış noktası Güneydoğu. Ancak ümmetçi bir anlayışla aşiretçi anlayış bir arada barınabiliyor. Mehmet Faraç da kan gütmeyi yasaklayan dini yasalara karşın aşiret yasalarının kan almayı emrettiğine ve bu durumun dine uygunluğunu da kimsenin tartışmadığına dikkat çekiyor. Hatta kimi zaman kan davalarında ilk kıvılcımın dinsel bahanelerle çakıldığını örnekleyerek veriyor. TELEVİZYON SEYRETMEK!.. Diyarbakır’ın Güleçoba ve Hatuni köylüleri arasında “televizyon seyretmek günah mı, değil mi?” tartışması soncunda başlayan kan davası sonucunda 3 yıl gibi bir sürede 19 kişi öldürülüyor. Kurbanlardan dördü 6 Aralık 1996 günü Diyarbakır kent merkezindeki çatışmada yaşamını yitiriyordu. İletişim çağında birbirleriyle iletişim kurmak yerine silahlarını konuşturarak bir faciya yol açan iki köy halkı için Faraç diyor ki; “İnsanlar televizyon seyretmeyi başarabilseydi, iletişimsizlik belki de ölümler getirmeyecekti.” Ancak son yıllarda televizyon kanallarındaki dejenerasyon, yanlış ve eksik enformasyonun yol açtığı aile facialarına da değinmeden edemiyor. “İsotlu Western!” başlığını taşıyan bölümde ağalı, marabalı diziler ile güya aile sorunlarını ele alan kadın programlarını da haklı gerekçelerle eleştiriyor yazarımız. Aynı bölgenin çocukları olmamızdan kaynaklanan görüş birliği nedeniyle, Faraç’a “ağzına, kalemine sağlık” derken bu eleştirel yaklaşımlarına bu kısa yazıda az da olsa yer vermeden edemedik: “Bu dizilerin kırsaldaki aile kültürü üzerinde yarattığı travma sürerken, her gece Türkiye’de milyonlarca insan Güneydoğu’nun doğal atmosferinde ya da İstanbul’un yakın köylerindeki uyduruk mekânlarda çekilen; töreyi anlatırken sosyal gerçekleri katleden filmleri izliyordu. Kadının söz hakkının olmadığı Harran’ın göbeğinde, makyajlı, manikürlü mankenler gizemli kahramanlara dönüştürülüyor, Calamity Jane misali atlarla dolaşıyor, adam vuruyordu. Ekranlara taşra manzarasından, spagetti westernlerin isotlu, tuhaf versiyonları yansıtılıyordu!... Son model ciplerde caka satan, çevresinde kölelerin dolaştığı hanım ağalar, bellerinde tabancalarıyla her sözü infaz emri gibi sayılan çete reisleri gibi gösteriliyordu... Feodaliteyi kendi hayal dünyalarıyla senaryolaştıran, hilkat garibesi portreler yaratılıyordu... Harran’da, Urfa’da, Mardin’de, Hasankeyf’te, Gaziantep’te çekilen, bölgenin ve sosyolojinin hiçbir gerçeğine uymayan diziler, bilinçli ya da bilinçsiz kabuk tutmuş yaraları kaşımaktan öteye gitmiyordu!... Sonra tüm bu filmleri üretenler, medyanın her gün yerlere vurduğu aşiretçiliği ve onun kurallarını soylu bir yaşam biçimi, görkemli bir dünya gibi süsleyerek ekrana getiriyordu.” TÖRE VE KADIN Kan davaları en çok su, toprak ve kadın uğruna çıktığı Güneydoğu’da, töre mağduru kadınlar kan davalarının da mağduru olmaktan kendilerini kurtaramıyorlar. Kocası, oğlu ya da kardeşi kan davası uğruna öldürülen kadınlar kaybeden tarafın mağduru olurken, katilin yakını kadınlar da kaybeden tarafa diyet olarak sunularak kazanan tarafın mağduru oluyordu. Her durumda mağdur yine kadındı Güneydoğu’da. Mehmet Faraç’ın bu konudaki il ginç saptamasına katılmamak mümkün mü? “Genç kızlar birileri ölmesin diye başkalarına diyet olarak sunuluyor, ancak onlar yaşadıkları her günde binlerce kez ölüyorlardı!... Töre kanunlarının her maddesinde adeta idam edilen kadınlar, kanın durdurulmasında da kurtarıcı olarak kullanılıyordu. Aşiretlerin en güzel kızları, ‘Alın bizim namusumuz artık sizin namusunuz!... Akrabayız, kan güdemeyiz!..” denilerek karşı tarafa sunuluyordu. Şiddet bekâret kanında susturuluyor, kanlı çarşaflar, kanlı kefenlerle takas ediliyordu!...” Evet, kitabın adından da anlaşılıyor ki, yüzyıllar geçmesine karşın Doğu Yakasında Yeni Bir Şey Yok. Ancak Mehmet Faraç’ın kitabı okunduğunda insanlık tarihi kadar eski olan bu konuda yeni düşünceler, yeni tahliller, yeni yaklaşımlar olduğu görülecektir. ? Doğu Yakasında Yeni Bir Şey Yok/ Mehmet Faraç/ Dharma Yay./ 130 s. AĞA, SİYASETÇİ VE ŞIH... Kitabı okurken yıllar öncesine dönüyor, lise çağlarımızda okuduğumuz Bekir Yıldız’ı anımsıyoruz. Güneydoğu gerçeğini yıllar önce yazdığı öykülerle gözler önüne seren Bekir Yıldız’dan yıllar sonra yine o toprakların insanı Mehmet Faraç, bu kez yaşanmış hem de yakın zamanda yaşanmış gerçek öyküleri aktarıyor. Faraç, bu gerçek öyküleri aktarırken araya girerek sosyolojik tahlillere de yer veriyor. Bilişim çağında hala yörede kan davalarının sürmesini feodal yapının kırılamayışına, yoksulluğa ve törelere bağlayan yazar, bölgenin kalkınamamasının arkasında yatan üç ana nedeni de şöyle sıralıyor: Ağa, siyasetçi ve şıh... Kan davası konusu yıllarca Türk edebiyatı ve sineması tarafından belli aralıklarla işlenmiştir. O nedenle ‘bu konu ile ilgili bilinmeyen bir şey kalmadı’ denebilir? Ama bilinmeyen daha çok şey olduğunu “Doğu Yakasında Yeni Bir Şey Yok” kitabında görüyoruz. “Kan Tuzu” bunlardan bir tanesi. Kan parası, berdel gibi kavramları biliyorduk, “kan tuzu”nu da Faraç sayesinde öğrenmiş olduk. Kan tuzu cinayet anı ve sonrasında maktulün akraba ve oymağı katilin ve akrabalarının eşyasını yağma edilmesine denirmiş. “Yağma aşiretler diyetince bir haktır” diyen Faraç, tuzu kana set yapan anlayışı da şu sorularla yargılıyor: “Yaraya tuz basanlar acılarını yağmayla mı durdurmalıydı?... Bu acımasızlığa nefretle yanıt vermek çaresizlik miydi, intikam mıydı?...” Mezopotamya toprakları etnik ve inanç farklılıklarının dışında zengin ve yoksulluğun, töre ve terörün, ümmetçilikle aşiretçiliğin iç içe yaşadığı ilginç bir coğrafya. Kitapta bu paradokslara da dikkat çekiliyor. Kan davaları da bu paradoksun en belirgin örneği. Bölgede din insan yaşamında çok etkili. Türkiye’de binlerce müridi bulunan Mehmet Faraç belli başlı tarikatların da ilk SAYFA 34 Mardin’e güzelleme ? Feridun ANDAÇ ir kentin sizi içine alıp kuşatıcı kılanın ne olabileceğini düşündünüz mü hiç? Yaşanan kentlerle bırakılıp gidilenler, dönülenlerle ilk kez görülenler... Yüzünüzü hangisinden yana dönerseniz dönün bir kent mutlaka kendi ruhunu anlatan mekânsal dokusuyla gelip sizi sarmalar. Geçilen yol, bakılan yapılar, soluk alınan yerler... sonra karşınıza çıkan bir sokak, bir çarşı, bir kale o kenti anlatmaya başlamıştır bile... Diyarbakır’dan Mardin’e yönümü dönüp, bu “uç kent”e gitmenin ipiltisini içimde taşıdığımda; geçtiğim bütün yerlerin adını belleğime kazımıştım. B ların diline. Baktım el hünerinin, zamansızlığı anlatan becerisine... Zamanın dönüştüğü bir yerdeydim. Evet, Mardin’i bir başkasının anlatması gerekmiyordu. Kuruluşu Sümerlere uzanan kentin binlerce yıllık tarihsel dokusuna, insan/yaşam/kültür zenginliğini bir anda karşınıza çıkaran o görünüme bakmak, sonrasında da kentin bu tarihsel dokusunun korunduğu merkezi adımlamak gerekiyordu. Öyle yaptım. Gelip kapılarına ulaştığım kentin sırlı dokusuna doğru yolculuğa çıktım. Bir sokaktan ötekine, bir avludan diğerine geçerken kentin dönüştüğü zamanları düşündüm. Buraya uzanan yolların renginin nereden geldiğini gösteren mekânların anlattığı zamana döndüm. Dinlerin ve sözlerin kapısından girip eski çağların sesine ulaşabileceğim bir kentle yüzleşmenin getirdiği zamansız yolculuğumu adlandırabilecek suskunluğa büründüm. Bir kalekent görünümündeki Mardin’in en eski yerleşikleri Süryanilerle konuştum. Deyrüzzaferan Manastırı’na uzanan yol Lütfi Özgünaydın culuğumun beni çıkardığı seyrin izlerini saklımda tutarak kenti bir akşamüstü terk etmiştim. Dönünce yaşam yurduma, kente dair okumalara yönelmiştim. Uzak/yakın anlatılara, kentte yaşayanların yazdıklarına, gidip görenlerin yansıttıklarına... Bugün gelip beni bulan bir albümle, fotoğraf sanatçısı/yazar Lütfi Özgünaydın’ın Mardin (*) albümüyle yeniden bu sırlı kente döndüm. Asıl içsel yolculuğum Özgünaydın’ın çektiği fotoğraflarla başladı demeliyim. Ondaki yurt sevgisinin getirdiği aydınlık bilinç yolculuğunun taşıdığı birikimle yüzleşmek beni her dem sevindirmiş, zenginleştirmiştir. FOTOĞRAFLA YAZI Özgünaydın, yalnızca çektiği fotoğraflarla yetinmemiş, kente güzelleme niteliğinde denemeleriyle kitabını tümlemiş. Mardin’e yolumu düşürmeden, böyle bir kitapla ilk yolculuğumun başlamasını isterdim doğrusu. Kentin saklı yüzünü gösteren mekânların dokusuna baktıkça, bir kentin sizde bırakacağı izlerin neler olabileceğini de düşünüyorsunuz. Fotoğrafla yazının buluştuğu bu albümde Mardin’i bir kez daha yaşadığımı söylemeliyim. Onun bakışına ağanlardan bir kentin dokusunu, tarihsel kimliğinin rengini, ışığını bulursunuz. Görmenin diliyle konuşan, kenti anlamak düşüncesinin yollarına düşen birinin getirdikleriyle kenti solursunuz adeta. Fotoğrafın getirdiği tanıklığı ânın tespitinin ötesine geçiren bir duygululuk, bakışla donatan Özgünaydın; Mardin’e objektifinin ucuyla bakarken, bir kenti anlamanın bilincine de kapı aralıyor. Mekânın dilini kurmada bu duygulu bakışın izleri vardır. Zamanın taşıyıcı ışığını yakalayan bir gözün yansıtıcı bilinç olma özelliğini ustaca sergiler. Bakmakla görmek arasındaki yolculuğun Mardin kitabına yansıyan öyküsünü onun fotoğraflarından izleyip sözcüklerinden okumak ise bambaşka bir zenginlik getiriyor. Bir kente bakma, orayı anlama düşüncesini sizde pekiştiren bir yolculuk üstelik... Lütfi Özgünaydın’a eline sağlık diyorum. Yolların, kentlerin izlerini, renklerini, kokularını, binlerce yıllık tarihsel birikimini gün ışığına çıkaran uğraşının bir sonraki seyrinden bizlere neleri ileteceğini de merakla bekliyorum. ? *Lütfi Özgünaydın: Mardin: FotoğrafDeneme, 2006, Fotoğrafevi Yay., 118 s. Lütfi Özgünaydın/Kamil Özgünaydın/Burhan Özgünaydın: Taşın Dili Olsa... MardinMidyatHasankeyf, MAREV Yay. KİTAP SAYI “MARDİN’i GÖRMENİZ GEREKİR...” Minibüs şoförüyle sözü koyulaştırıp Mardin üzerine konuşmaya başladığımızda; “Mardin’i görmeniz gerekir, anlatılamaz,”demesinin anlamını kente adımımı attığımda daha iyi anlıyordum. Mardin, öyle söze yazıya gelecek kentlerden değil. Gidip görmeyi seçmişseniz, orada yaşamamışsanız bir kenti anlatmak öyle kolay değildir. Dıştan bakışın, gezginlik seyrinizin penceresinden bir bakıştır hepsi... Mardin’e gitmenin yolunu çok ötelerden başlatmış olmam; Adana, Gaziantep, Urfa, Diyarbakır’dan geçerek onun en uçtaki coğrafyasına adım atmam, adım adım bir seyrin başkalaşımını da karşıma çıkarmıştı. Giderek değişen toprağın rengini bütünleyen mekânların görünümü şaşırtıcı gelmişti. Issızlığın diliyle konuşarak kente ulaştım. O dağın yamacında, binlerce yıllık suskunun barınağı olarak karşınıza çıkan kentin kahverenginin neredeyse bütün tonlarını içeren rengi, güneşin saldığı ışıltıyla bambaşka seyirlere çıkmaya hazırlıyordu sizi. Bakışlarımı alamadım o parıltıdan. Kemerli sokaklardan geçtim, yamaçları tırmandım. Dar yollara saptım. Gölgede kalmış izlerin ardına düştüm. Dokundum taş ? CUMHURİYET 844
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle