22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? şair Uğur Aktaş’ı zevkle okumamın nedeni de biçemlerinin yabansı lezzetidir. Hatta Uğur Aktaş, ilkel sanatın gücü üstüne bir yazı kaleme almıştı. Ama tümüyle hamlığa yaslanan bir yazı âlemi düşlemiyorum elbette. Yoksa mağara yazılarından öteye gidemezsin. Yazı zaten uygar bir şey. Özünde iktidar var. Yazı yazmak bir anlamda iktidara yeltenmektir. Yeri geldikçe yazıya yabanlığın lezzetini katmak hiç fena olmaz. Rus balet Nurayev, Londra Kraliyet Sahnesi’nde dans ettikten sonra, ertesi gün gazetelere şöyle bir başlık düşmüş: "Misafir odasına vahşi bir hayvan girdi." Demek istediğim işte bu. Ben itiraf edeyim ki; gerçekten de hayvan olmak isterdim.. İnsan olarak şu bilince sahip olmak bana her zaman son derece acı bir bilgi, bir azap bilgisi olarak görünmüştür. Hadi hayvan olamadım, hiç olmazsa o Kızılderili gibi olmayı da isterdim ya da Asya steplerinde at süren rüzgar rüzgâr bir insan, ona da fitim. TİKSİNMEK... Ama bu dediğinden hayvanların azap bilgisinden bihaber olduğu sonucu çıkıyor. Bunu bilemeyiz. Hem hepimiz fantastik birer hayvanız aslında. Bu en çok tiksinti duyarken ortaya çıkıyor. Tiksinmek, sanıldığı gibi insancıl bir duyum değildir. Ayıplamak, yargılamak, küçümsemek, insana dair davranışlardır. Ama tiksinmek, hayvanla aramızdaki ortaklıktır. Kötü, iğrenç bir koku alınca suratımızın aldığı şekli anımsa. Ne kadar masum, yalansız… Güzellik kaygısından, gösterişten, toplumsal kodlamalardan ne kadar bağımsız bir ifadedir o. Kendimize hakim olamadığımız müthiş bir boşluk anıdır. İşte bu tür boşluklarda buluruz kendi hayvanımızı. Yazarken hayvanlaşmak derken böyle bir boşluğun içinde durmaktan söz ediyorum. Fark ettim ki, afallamak, dehşete kapılmak, tiksinmek, şehvet, bir an için de olsa, beni dilin ve dünyanın bütün verilerinden arındırıyor. Böylece daha bağımsız hissediyorum. Sen dahil sevdiğim birçok yazar ve şairde de görüyorum bunu. Hamlığı, kusuru, doludizgin öfkeyi sansürlemeden veriyorlar elimize. O zaman yazı, som haline ulaşıyor. Böyle düşününce, gerçek hayattan mecaz yaratarak çocuklarına ad veren o Kızılderiliyle ki öyle biri artık yaşamıyor senin aranda hiçbir fark göremiyorum şimdi. Yabansılığı sadece bir lezzet olarak da düşünmüyorum aslında ben. Yazı yeterince ideolojik de bir şeydir… İnsanın el attığı hemen her şey ideolojiktir.. Medeni olmak denen "nane" sebebiyle de ideolojiktir. İnsanoğlu medeniyet yaratmak için yola çıktığından bu yana binlerce yıl geçti, ama geldiğimiz yerdeki bu medeniyetten memnun değilim ki ben! Ben sadece ve sadece tabiata bakmak ve ona inanmak isterdim, mümkün olsaydı!.. Bu çağla aramda bir sorun varsa, bu noktada düğümlenir.. çözemem de bunu, bunu da biliyorum. Senin mesela bu yaşadığımız çağla bir derdin var mıdır, varsa nedir, öğrenmek isterim? Sadece ve sadece tabiata bakmak… Bu da bir ideoloji tabii. Doğaya yaklaştıkça insana da yaklaşıyorsun. Yaprağın ya da ne bileyim ovanın gözüyle insana bakmaya yelteniyorsun. Altında müthiş bir saflık iddiası yatıyor. Ama ben saflığa değil saflaşmaya inanıyorum. Bir bakıma ovalaşmak, dağlaşmak, nehirleşmek gibi. Kaldı ki doğada da mahvoluş, zalimlik, soyu sürdürme, kardeş kıskançlığı gibi şeyler vardır. Bu doğal, kaynağını tümüyle yaban bir âlemden alan olgulara, insan deneyimiyle adlandırmakta çıkıyor sorun. National Geographic’te çok yapıyorlar bunu. Timsah için ‘Vahşi Katil’ diyorlar örneğin. Öldürmek İçin Tasarlanmış Olanlar, Filin İntikamı, Gecenin Canavarları, Yamyam Maymunlar, daha neler neler… Sanki onlar da insan gibi benzer suçlar işliyor, zevk için öldürüyor. Üstelik bir maymun grubuna insan adları veriyor, sonra iğrenç bir soapopera kurgusuyla o yarı insan kahramanların yaşamlarını izletiyorlar bize. Aslında alttan alta pornografi üretiliyor. Şimdi bu da bir ideoloji. Amerika’daki WASP’ların sömürgeci, ırkçı, aynılaştırıcı ideolojisi, hayvan hayatları üstünden olduğu gibi seyirciye dayatılıyor. Bir ceylan öldüğü için üzülüyorsun. Halbuki besleniyor aslan. Bu kadar basit. Sonuçta nereye baktıCUMHURİYET KİTAP SAYI ğın aslında o kadar önemli değil. Önemli olan ne kadar temiz baktığın. Aklın faşizmine kapılmadan görmeli dünyayı. Sözgelimi modern olmayan toplumlar ilkel olarak adlandırılıyorsa, Afrika’da bir kabilenin yarattığı uygarlık, bir tür uygarlık olarak nitelenmiyorsa, bu bakış faşist bir bakıştır. Yaşadığım çağla ilgili meseleye gelince, ben gerçekten zihinsel olarak Batılılaşmak falan istemiyorum. Akdeniz’in, Anadolu’nun, Mezopotamya’nın sunduğu kültürel olanaklarla zaten bir dünyalı gibi hissediyorum kendimi. Dünyalılığı, Batılılığa yeğlerim. Kendi yapmadığını yıkan, anlamadığını egzotikleştiren, âlimane kanaatleri yok sayan, zaten bir küre olan dünyada küreselleşmeden söz eden o sömürgeci ikiyüzlülüğün bir parçası olmaya zorluyorlar bizi. Hem de sömürülen parçası... Küreselleşmek postmodern bir yalandır. Papalık, Londra ve Beyaz Saray üçgeninden yönetiliyoruz şimdi. Elbette değişmeliyiz. Ama değişim kişisel deneyimle öğrenilir. Değişim önerisi içerden gelmelidir. Oysa hep halkından korkan, yurttaşlarının anayasal haklarını hiçe sayan Yücel Aşkın olayı iktidarları getiriyoruz başımıza. 12 yaşındaki çocuktan korkup kurşunluyorlar! En kötüsü kimse şaşırmıyor artık. Oysa şaşkınlık, soru üretir, insanı zalimliğe karşı korur. Şaşırmadıkça kötülük olağanlaşıyor. Duyularımız hızla köreliyor. Farkında mısın, bu arada herkes sürgün, herkes mülteci, göçmen, herkes melez. Ama mülteci olmadan mülteciliğe, sürgün olmadan sürgünlüğe yelteniyorlar. İçine sığınabilecekleri kimlikler dikiyorlar kendilerine. Melezim derken, asil soy kavramının altını çizdiklerini hiç önemsemeden… Benim bu çağla sorunum, yerliliğim… Yerliliğimi, babaannemin masallarını, Aleviliğimi, kadınlığımı, bir erkeği kendi yordamımla özgürce sevişimi, babamın dü rüstlüğünü, arkadaşlarıma duyduğum sadakati, ortasınıf ahlakımı avuçlarımda dipdiri tutmak için, üstüme abanan birörneklik tehdidine karşı savunmaya uğraşıyorum. Benim yerime düşünen bir lider, ne yiyeceğime karar veren bir hekim, benim yerime vicdan taşıyan bir din büyüğü, benim yerime yurdumu koruyacak bir ‘vatansever’ istemiyorum. KARNI AĞRIYANLAR KLANI... Sende, tarif etmeye pek de dilimin dönmediği bir şey vardı. Neydi neydi neydi derken, buldum aslında. Sayıları çok da fazla olmayan bir klana aitsin sen. Karnı ağrıyanlar klanına. Cemil Meriç bahsederdi: "Avrupa’da söz bir izah cehdi, bir deliller resmigeçidi, istidlaller arasında bir çatışma, kaynaştırmaz ayırır. Asya’da kelam, sonsuz makamları olan bir beste. Avrupa zekânın vatanı, Asya gönlün.".. Şöyle bağlayayım isterim: Kalbin bilgisi üflenmedikçe yazıya yazı tamamlanmış değildir bana göre. Buradan bakınca sen neler söyleyeceksin. Yukarıda açtığın bahsi biraz daha derine indirmek istedim. Cemil Meriç’ten yaptığın alıntı muhteşem. Tek sözcük ekleyemem üstüne. Sözünü ettiğin kalbin bilgisi tam da kelamla buluyor karşılığını. Ama başından söyleyeyim, aklı ancak faşistleştiği zaman dışlıyorum. Yoksa Batı’dan gelen roman sanatıyla uğraşmakla büyük bir çelişkiye düşmüş olurum. Senle aramızdaki fark budur belki. Sen şairsin, olağanüstü zengin bir kaynağın başında duruyorsun. Bense Batı’dan gelen yazınsal bir türe, kulağın aklını, gözün aklını, elin aklını ve kalbin bilgisini ekleyerek onu ele almaya çabalıyorum. Kulağın ve gözün ve elin ve göbeğin de bir belleği vardır. Kısacası benim tarafımda, türlü akılların sentezlenmesi kaçınılmazdır. İnsanlara ru huna baktırmaya yeltenen ve insanın ruhuna dokunmak isteyen biri olarak, kalbi en yukarı koyup göğsümden düşünerek yazdım bu romanı. Türlü duygulanmalardan söz etmiyorum tabiî. Kalp bozguncudur, istikrarı bozar. Oldu olalı özgürdür; sahibine özgürlüğü fısıldar. Özgündür; tektipleşmeye itiraz eder. Boşluğu dinleyerek, lineer zamanı boyutlandırabilir. Ve en önemlisi dünyayı mecazdan okur. Bu yüzden, Yere Düşen Dualar’ı yazarken, kalbi, hatta iki kalbi olan bir roman yazmaya çabaladım. Çünkü bana göre kalpsiz bir roman, yarı ölü romandır. ? Yere Düşen Dualar/ Sema Kaygusuz/ Doğan Kitap/ 336 s. Mistik bir büyüme romanı: Yere Düşen Dualar ? Handan İNCİ ir öykücünün ilk romanı her zaman tedirginlikle okunur. Hele öyküde çok başarılı bir yazarsa. Sema Kaygusuz’un romanını bu duyguyla okumaya başladım. Daha ilk sayfalarda Kaygusuz’un etkileyici biçemiyle okuma zevkinin doruklarındaydım. Ama bir roman için ancak son sayfasına geldiğinizde fikir sahibi olabilirsiniz; bütünü kavradığınızda. İtiraf etmeliyim ki okumaya başlamadan önce kitabın ara başlık ve bölümlerine bir göz atmış, acaba yan yana akıp giden öykü ırmaklarıyla mı karşılaşacağım diye endişeye kapılmıştım. Bitirdiğimde ise şaşırtıcı inceliklerle kurgulanmış, derinlemesine işlenmiş bir roman vardı elimde. Bütün bu öyküler düşündüğüm gibi bir kesilmeye değil, daha çok anlatının gizli dikişlerle birbirine eklenip bütünleşmesine hizmet ediyor, ortaya "tam" ve usta işi bir roman çıkarıyordu. Kaygusuz’un romanı önce şekil olarak dikkat çekici. Birbiriyle ilgisiz gibi görünen iki bölümden oluşuyor. Öyle ki her bölüm tek başına da "iyi bir roman" dedirtebilir size. Ama birinci bölümle ikinci bölüm arasındaki bağlantıların izlendiği bir okumada roman mükemmel bir bütünlüğe ve doyuruculuğa kavuşuyor. Birinci bölümde, kendi içinde yerine oturan, ama çok da derin anlam yüklemediğiniz cümlelerin aslında nasıl zengin çağrışımları olduğunu ikinci bölümdeki yansımalarında görüyorsunuz. Bu yönüyle Yere Düşen Dualar bizden döngüsel bir okuma tarzı bekliyor. Baştan sona okunup bitirilecek bir roman değil bu. Birinci bölümün tadı asıl ikinci bölümden sonra çıkarılıyor. Bu yapı romanın içeriğine de tam tamına denk düşmüş. Roman insanlığın birbirinde yinelenen hikâyeleri üzerine kurulu. Bir yandan insan tekinin büyüme macerasını, bir yandan da ölümsüzlüğün, ucu açık akıp giden bir hayatın korkunçluğunu anlatıyor. Doğa, hem kendini yineleyen hem de her yineleyişte yeniden doğuşu yaşatan döngüselliğini ancak ölümle gerçekleştirebilir çünkü. Bu yönüyle roman ölüme, onun "varoluşu şiddetle duyumsatan" üzüntüsüne bir kaside aynı zamanda. Romanda anlatılan hikâyeler de birbirini yaratan ve tekrarlayan bu yapıyı verir. Annebaba ve çocuk hikâyelerinden oluşan üç daire birbirine geçmiştir. Kudsi Karaca ile anne babasının, Leylan ile anne babasının, Yâşur ile anne babasının hikâyeleridir bunlar. Her biri diğerinde yaşamayı sürdüren hayatlar... Yazarın dediği gibi matruşkalar gibi birbirimizin içindeyiz: "Yok B sa karanlığa mı doğuyoruz? Başkasının yansısından ibaret varlığımızı kanıksamakla mı geçiyor ömrümüz? İç içe geçen matruşkaların hazin yalnızlığı hiç çıkmayacak mı bağrımızdan? (...) Her şey olması gerektiği gibiydi belki. Bütün düzenek aynı. Evrendeki herkesin içeriği birbirine benzeş. Herkesin üstbenliği bir öncekine bağlantılı... Ortak bir hikâyeyi yineleye yineleye gömüyorduk birbirimizi." BÜYÜME SANCISI Yere Düşen Dualar, insanlığın varoluşundan bu yana yinelenen bir yolculuğun romanı: Kendini aramak, büyümek, evrenin hakikatine ermek ve tamamlanmak... Romanda bu temalar kendi gerçekliğini ve varoluşunun anlamını arayan iki çocuğun yaşadığı büyüme sancısında işlenir: Büyümek kederli. Şiddet dolu. “Büyümek”. Romanın ekseninde, yolculuğu annebaba yüzünden yarım kalmış çocuklar var. Terk eden annelerin açtığı boşluklar, babayla hesaplaşmasını tamamlayamayan, büyüyemeyen çocuk, baba kıyıcılığı... Bu yönüyle psikanalitik incelemelere de çok zengin bir malzeme sunuyor roman. Romanın birinci bölümü bir adada geçer. İkinci bölüm ise ormanda ve yollarda. İlkinde kendi gerçeğinin sırrını babasından sökmeye çalışan bir kızın, ikincisinde ise annesiyle birlikte çıktığı uzun ve acılı bir yolculukta hem büyümeye hem de kayıp baba yurduna ulaşmaya çalışan oğulun hikâyesi anlatılır. Romanın birinci bölümündeki görece somutluğa karşı, ikinci bölümde zaman belirsizdir. Bu yönüyle birinci bölüm hayatı, ikincisi ise efsaneyi imler. Zaten "her efsanenin bugünün metaforu olduğunu" da artık biliyoruz. Sadece zamanda değil, anlatının dilinde ve hikâyenin kendisinde de efsaneye yaslanır ikinci bölüm. Bu bölümü, Leylan ve babasının falı olarak da okumak mümkün. Zaten yazar da birinci bölümde yer verdiği bir fal yorumunda tam da bunu yapıyor, ikinci bölümde olup bitecekleri fal diliyle sezdiriyor bize. Kaygusuz, romanına "ada", "dağ", "orman" gibi çağrışımları son derece kuvvetli ve edebiyatta çok işlendiği için de tehlikeli mekânlar seçmiş. Bu mekânların hem yüzyıllar içinde birikmiş çağrışım gücünden yararlanıyor hem de onlara yeni bir içerik kazandırıyor. Bir ada hikâyesi olan birinci bölümde, adanın denize gömülmüşlüğü ve ada insanını saran bungunluk anlatının kat kat yığılmasıyla duyumsatılır. Bir de "üzüm"le... Bu mitolojik meyve, durağanlığın içinde mayalanan, sabırla olgunlaşan ? 838 SAYFA 5
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle