23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Sema Kaygusuz'la 'Yere Düşen Dualar'ı konuştuk ‘Kalbimi en yukarı koyup göğsümden düşünerek yazdım bu romanı’ duygusu, derdi görürüm. Ya da şöyle söyleyeyim; olumlu, senin evrenle uyumlu adanış dediğin şeyi bizler aslında daha ziyade yazıda görklü kılıyor olabilir miyiz? Gerçekte adanış aslında bunca kuvvetli midir? İnsan, büyük olasılıkla canlı, capcanlı hissetmek; var olmak; dünyanın insanı sersemleştiren ve herkesle aynılaştıran etkisinden sıyrılmak ve bunu, adandığı şey her neyse, onun suretinde dünyaya yansıtmak için adanır. Kendi varoluşunu özgünleştirecek hemen her şeye adayabilir kendini. Aklına gelebilecek herhangi bir şeye. Ama bizler, şimdiki zamanın içinde, çıplak gözle bakınca bu adanmışlığı fark edemeyiz. Bir başarı olarak parlamaz çünkü. Çarpıcı değildir. Güçlü değildir. ‘İyilik’ gibi hayranlık verici, ‘Tutku’ gibi görkemli değildir. Herhalde tutkuyla, adanmışlığı karıştırıyoruz birbirine. Tutkuda, ‘ben’ yüceliyor, öbüründeyse adanılan… Eser yani. Ortaya özgün bir eser çıkıyor. Ama bu eser, bizim alanımız içinde düşünürsek, yalnızca sanatta kanıtlanabiliyor. Bütün gücünü yazının ve söylencenin geçmişliğinden alıyor. Bence, şimdiki zamanın bütün adanmışları, birer hayalet denli görünmezdir. Sema Kaygusuz ile yaptığımız söyleşiye geçmeden önce ‘Yere Düşen Dualar’ ve bu söyleşi ile ilgili bir iki cümle kurmak isterim. "Roman" üstüne konuşacak biri olduğumu düşünmüyorum, şimdi de roman üstüne söz alacak değilim. Yine de gerçek edebiyatı özleyen bir okur olarak Sema’nın beni bunca çarpan, hayrete düşüren o bembeyaz kalbî dilinden bahsetmek isterim. İsterim ki; roman türünün bunca öne çıktığı, ivme kazandığı böyle bir zamanda roman türünde kalem oynatanlar Sema Kaygusuz’un diline baksınlar biraz. Biliyorum ki ‘Yere Düşen Dualar’, teknisyen yazarların hızla çoğaldığı bu ortama bırakılmış gerçek bir edebiyat eseri olarak, bir inci gibi ışıldayacak. Sema ile söyleşimiz bu sayfalarda okuduğunuzla sınırlı kalmayacak... Biz onunla uzun uzun söyleşmeyi istedik, karşılıklı. Başka bir yerde tekrar karşılaşacağız. SAYFA 4 YERYÜZÜ HALLERİ Geçenlerde seninle konuşurken, bir toplantıdaki konuşmana "Ben hayvan olmak istiyorum…" diye başladığından söz edip o konuşmayı kısaca özetlemiştin bana, çok hoşuma gitmişti yaklaşımın. Ben de Yeryüzü Halleri’ni yazdığım dönemde pek çok şey olmak istedimdi: At, karınca, salyangoz, dağ, ova, çöl, taş, buzul filan… Sanki, insan olmayayım da tek, yeryüzünde bildiğim başka ne varsa onlar olayım… Nedir hakikaten bazı insanların, tabiata bakarken tabiatın hamurunu kendinden saymak. Bu aslında bizim geleneğimizde çok da kuvvetli bir bakıştır. Ama modernliği arama macerasında handiyse unutulmuş, hatta redde varmıştır. Bu dolayda bir muhabbet açayım dedim. Anlat bakalım, niçin hayvan olmak istiyorsun? Yazıya tümüyle akıllı, uygar bir duruşla yaklaştığımda, duyularım içime akan sözcükleri karşılamakta tıknefes kalıyor. Ama ben, her betimleyişe, her hissedişe, sözcüğün getirdiği bütün olasılıklara layık olmak istiyorum. Hayvan olmak, derken yerkabuğundaki sarsıntıyı hisseden, çayırların arasında dolaşan tavşanın eflatun aurasını görebilen bir Kızılderili gibi yaşamayı kastetmiyorum elbette. Yazarken bazen ilkelleşmek istiyorum ben. Zaman zaman, yabani, dil bilmez, kendi dilini doğuran bir varlık olmaya yelteniyorum. Su sesinden, yaprak kokusundan yeni anlamlar çıkaran yaratıcı bir zekâ da değil aradığım; duyumsadığı her neyse duyumsadığı kadar titreyen bir şey olmak... İlkellik! Gördüğü her neyse ona yeni şeyler eklemeyen, bunun yanında sözcüğün gölgesini görebilen, ilkel, tam uygarlaşmamış bir yazar. Şimdi sen Yeryüzü Halleri’nden söz edince oturdum tekrar okudum. Bence gayet hayvanın tekisin sen. Faruk Duman da öyledir. Faytondaki püskülün savruluşuna kedi gözleriyle bakar o da. Yakaladığı saflık ve yalınlık, içindeki hayvanı serbest bırakmakla gerçekleşir. Murat Uyurkulak, "Ben Tol’u bir hayvan olarak yazdım," demişti. Kabasabalığı kastetse de hayvanlığın bütün ince görüşleri vardı kitabında. Yusuf Atılgan’ı, Leyla Erbil’i, Latife Tekin’i ve Hasan Ali Toptaş’ı, KİTAP SAYI ? Birhan KESKİN Ö nce sana şunu sorarak başlamak isterim. Bir roman yazdın, iki parça halinde. Ama her iki parça da bir yere oturuyor aslında... İnsan ruhunun geniş, ıssız, ağrılı ovasına... Ben romanı henüz yayımlanmadan okumuştum: çoktandır üstünde durduğum, düşündüğüm bir kavramla yatıp kalktım roman boyunca: Adanmışlık... Biraz açsana, adanmak nedir? İnsan kadar "acımasız" olan bir canlı nasıl adanabilir, neden adanma ihtiyacı duyar? Bir de şunu ekleyeyim, bu, ontolojik boyutu çok güçlü bir roman, çok da bakmaya meyletmediğimiz derinlikteki ağrılı sorularla sarmalıyorsun insanı… Adanmışlık, töreyi hiçe sayarak, ruhun tümüyle kendine kapandığı akıldışı bir yönelişle gerçekleşebiliyor ancak. Öte yandan, törenin ve aklın sınırlarına taşabilmek için töreyi de aklı da kerteriz almak gerekiyor. Çünkü adanmışlığı, tam anlamıyla bir ‘Adanmışlık’ olarak niteleyebilmek için dünyevî olmalıyız. Adanış ancak dünyevîlikte sınanabilir. Tam bu noktada, ‘adanmışlık’ sözcüğünü her zaman iyicil ve görkemli saymamalı. R. Wagner bütün ruhuyla ve besteleriyle âri Alman ırkına adamıştır kendini. Barış ve özgürlük için insan katletmek de, sıkı bir demagojiyle pekâlâ bir adanma olarak nitelenebilir. Çünkü bu eylem, gerçekten bütün özsuyunu dünyadan, senin de söylediğin gibi ‘acımasız’ insanın gerçekliğinden emiyor. Her adanış en az bir kurban veriyor… Böyle tersinleyerek düşününce, romanda hikâyelediğim adanma son derece tekil, bireysel, evrenle uyumlu bir eylem… Bu kitaptaki adanmış insanlar, önce kendilerini kurban veriyorlar. Kan dökülmese de gövde eksiliyor, eksildikçe zamanla olan uyumunu yitiriyor. Bana göre sahici bir adanış özyıkımdan geçer. Elbette, sürekli hüzünlenmekten veya mutlu hissetmekten sersemleşen kimi insanlardan söz etmiyorum. Adanmışlık, olsa olsa huzursuzların işidir. Yerkabuğundan tümüyle bağışık, çelik gibi bir iman gerektirir. İrade sivrilmiş, nefs bastırılmış, akıl yitirilmiştir. Kötücül, şeytani yanlar kırbaç acısıyla evcilleşmeye başlar. Adanmış, kendince yeni bir matematik boyut geliştirir. O boyutta kalmaya yemin eder. Mahvolur. Mahvoldukça saflaşır. Saflaştıkça hafifler ve yeni bir ağırlık edinir kendine. Terazide ölçülemeyen bir ağırlık… İnsan kendini niye adar Sema bir fikrin var mı, ya da şöyle, her insan adanmıyor zaten, bazılarımız adanıyor nedir bu adanmışların derdi? Ben hep bu meselede bir "efsane" ? CUMHURİYET 838
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle