Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
MİMARİYE BAKMAK TV’de yayımlanan Philip Johnson röportajını bir tür hayretle izledim: Türkiye’de bu küçük görüntü kutusu öylesine düzeysiz bir içeriğe doğru kaydı, kaydırıldı ki, NTV gibi nitelikli bir televizyon kanalının bile insanı iyi bir işle şaşırttığını söyleyebiliyorum. Tabii asıl hayret etme nedenim, röportajın üstüne üstlük yerli bir yapım olmasıydı; programı Enis geç açtığım için ekipte kimler var öğrenemedim. Öte yandan, röportajın dörtdörtlük bir iş olduğu izlenimini de doğurmak istemem: Philip Johnson’u gidip bulmak, o müthiş Cam Ev’in (1949) içinde ve çevresinde uzun uzadıya dolaşmak yabana atılası çaba değil hiç şüphesiz; gene de, yaşlı kurdun efsanesinin baharatlı yakası böyle esgeçilmemeliydi: Amerika’da bir faşist parti kurmaya yeltenecek ölçüde Hitler hayranı oluşu, Lincoln Center ya da ATT Building gibi anıtsal çalışmalarında Mussolini döneminin estetiğini çağrıştıran bir yaklaşım sergilemesi bir biçimde konu edilmeliydi röportajda: Mimarı Politikadan, politikalarından soymak uğraşını indirgemek olur. Bilen bilir ama, eklemeliyim: Philip Johnson’u da, başka bir mimarı da böylesi bir perspektifle yaralamak değil benim tasam o yöne sapmak, öbür uçta bir indirgeme işlemi doğurur: Mimari politikayla, politikalarıyla mahkum etmek sanat’ını okumayı engeller. Oysa, sözgelimi Philip Johnson örneğinde, mimarlık hep sanat kertesinde tutulmuştur. Asıl söylemek istediğim başka: Yapı Sanatı’nı, tek tek her çağın temel yapılarını, bir mimarın serüvenini, karşılaştırmalı yapı değerlendirmelerini kuşatmanın en sağlam, sağlıklı, akıllı yolu Kamera’dan geçiyor, bunu bir kez daha anladım. Mimari üçboyutlu bakışı şart koşuyor; oylumlar, işlevler, estetik düzenleme iç içe geçiyor onda. Şüphesiz çıplak göz gibisi yok. İnsanın gövdesiyle, duyularıyla bire bir temas kurması yapılar ve çevreleriyle, ilişkilerin en sahicisi. Ne ki, sınırlı sayıda meraklının altından kalkabileceği yatırım bu: Büyük olanaklar gerektirdiği için. Kameraların bize yol göstermesi ülküsel ara çözüm: Erişebildiklerimize erişiriz, erişebilemediklerimize onlar taşır, götürür bakışımızı. Sinema, mimariye daha sık sokulmayı denemeliydi, olmadı. Greenaway’i, Mimarın Karnı’nı düşünüyorum da, yönetmen perspektifiyle yapılarla söyleşiler kurulmasından yüce deneyimlerin kapısı açılabilirdi diye hayıflanıyorum. Antonioni’den Kubrick’e, Kurosawa’dan Herzog’a, inşa sorumluluğunu üst düzeyde hissetmiş sinemacıların gözünden Mies van der Rohe, Ledoux ya da Postacı Cheval’i izlemek kim istemezdi?Televizyon, belgesel damar sayıca daha fazla açılım sağlamayı başarmıştır. Gene de yeterli, erişilmesi kolay yapımlar değil çoğu. Mimarlık öğrencilerinin ne’yi, ne’leri, ne kadar, nasıl görebildiklerini bir bilseniz, köşenize büzüşürdünüz. karaladın?Bunun yanıtını bir tek Louis Kahn biliyordu. N YENİDEN BAKMAK Claudel masamın üstünde Bir ‘durum’dan mı söz ediyorum? Belli bir yaştan sonra, daha çok bir tür ‘ritüel’ demek gerekir buna: Otuz yılı aşkın bir süredir tanıma çabası verdiğiniz, dönem dönem içli dışlı olmak için emek harcadığınız bir yapıtla ilişkinizi tazeleme isteği, dürtüsü devreye giriyor, yerinizden kalkıp raflara yöneliyor, kitaplığınızdaki ciltleri nicedir bekledikleri yuvalarından çıkarıyor, masanıza dönüyorsunuz. Bazen bir iki saat, bazan bir iki gün süren bu ‘yoklama’yı sık sık gerçekleştiriyorum. Masamın üstünde Cemil Meriç, Turgut Uyar, Hegel ya da Paul Muldoon. Bazen bir konu ya da izlek peşindeyken, farklı yazarların kitaplarını masaya taşımama yol açan birkaç metin. Her ‘yoklama’, bir yandan da yüzleşme tazelemesi. Son buluşmadan bu yana kaç yıl geçmiş; arada, yapıt, bendeki yerine iyice oturmuş mu, yoksa muğlaklaşarak bir başka yere doğru harekete mi geçmiş? Kendim yapamadığım için hayıflandığım bir şeyi Kitap Evi’nin görünmeyen kahramanına yaptırtıyorum: Oluşturduğu kütüphanenin pek çok kitabını zaman içinde, okurken, işliyor işlemiş. Ne anlıyorum işlemekten? Her kitabın arkasına ek sayfalar yapıştırarak okuma notları düşmeyi. Ekim 1973, Ocak 1979, Mart 1987, Ağustos 1993, Eylül 2002 diye tarih de düşerek. Claudel neden masamın üstünde? Açıkçası, en sevdiğim gerekçeyle: Somut, ele avuca gelir bir nedeni yok bunun. ‘Şeytan dürttü’, kalktım yerimden. Kitaplığımda on iki Claudel buldum (dahası da olabilir!), herbiriyle farklı derecelerde temas kurdum. Beş Büyük Dal, Savaş Boyu Yazılmış Şiirler, Şiir Sanatı, Doğuyu Tanıma, Şiir Üzerine Düşünceler asıl bu beş kitaba yoğunlaştım. Oyunlarına hiç sokulmadım (yaklaşık iki yıl önceydi, benzeri bir tazeleme işlemini Claudel’in tiyatrosu üzerine yapmıştım); günlüğünü bugüne dek bir türlü edinemedim; yazışmalarından, bir tek Massignon’la olanı kitaplığımda. Şiirindeki soluğa bir defa daha hayran kaldım: O burgu gibi dönen girdapsı mısra düzeni, düzyazı şiire kattığı boyut kalemtraş etkisi uyandırıyor üzerimde, kendimi kalem sivriltirken yakalıyorum. Şiir Sanatı’nı okumamış okuru başlık yanıltabilir, koyu bir keşiş hesaplaşması getirir o kitap: Hayat ve Dünya karşısında. Sofuyu önceleyen ermiş. Son dönem Claudel’ine hiç yaklaşamadım. Şiir üzerine denemelerinde gözlemim şu: Valéry’den çok daha yakıcı, derin saptamalar yapıyor. Modernlerin Gecesi’ni yazarken, Hamlet çıkışlı yorumlarını es geçmiş olmam yanılgıların büyüğü olmuş: İgitur okuması tek kelimeyle dağlayıcı.Vermeer’in "İnci Küpeli Kız"ı üzerine beş ay önce başlayıp kenara ittiğim denemeyi harlayan iki kıvılcım doğurdu Claudel’e dönüşüm.Yıkandım, arındım, yüklendim. ? Haftanın Kitabı: Karar Anı/Henri Cartier Bresson/YGS Yayınları/160 s. BATUR Pervasız Pertavsız Bakmaya, yeniden bakmaya dair yaklaşmışlardır. My Architect’de daha hafif bir çarpıtmayla karşı karşıyayız: Louis Kahn’ı aile bağlamına fazlasıyla çekerek indirgeyen bir "belgesel" bu. Yaratıcı kişiyi yaşamından, kişilik özelliklerinden, zaaflarından, küçüklüklerinden soyarak değerlendirmeyi şart koşmuyorum. Bir adamın evli ve çocuk sahibiyken, iki kadınla daha ilişki kurmuş olması çok sıradışı bir durum sayılmaz sonuçta. Bir berberse o adam, bir sigortacı ya da tüccarsa, kimsenin aklına belgesel film yapmak gelmez. Burada, hareket noktasında, XX. yüzyılın ikinci yarısına damga vurmuş bir avuç mimardan birisi yer alıyor bana kalırsa, özel yaşamına hak ettiği kadar yer ayırmak daha yerinde bir seçim olurdu filmi gerçekleştiren kişinin oğlu olması bunu pek değiştirmiyor gözümde. Bir başka çözüm de, Louis Kahn’ı yalnızca kaybolmuş bir baba olarak öykülemek, onun mimar kimliğine hiç yanaşmamak olurdu: Nathaniel Kahn, seyrek görebildiği, doğru dürüst tanıma olanağını bulamadığı babası öldüğünde 11 yaşındaymış: My Architect’in yerine My Daddy kısacası. Louis Kahn, son yarım yüzyılın gerçekten de sıkı figürlerinin başında geliyor, mimarlık alanında. Yapıtlarıyla olduğu kadar görüşleri, gözüpek yanı ile de etkili olmuş. Bangladeş’teki parlamento kompleksinde doruğuna ulaşmış bir anıtsal girişim onunkisi. Büyük yapıları tam anlamıyla soluk kesiyor, antik çağın simge yapılarıyla boy ölçüşme cüretine tanık oluyoruz onlarda. Yaptıklarında da, yaşamında da tragedya esintileri var. Oğul, buna karşılık, kendi dramına kilitlenip kalmış. My Architect bir tür terapötik yüzleşme çabası sayılabilir belki, ama Oedipus harekete geçememiş içinde Nathaniel Kahn’ın: Laïos’u Sfenks’le karıştırmış besbelli, onun için de soruyu yanlış yere yöneltiyor filminde: Baba, neden ölmeden tam önce kimlik kâğıdındaki adresi BENİM MİMARIM DEĞİL BENİM BABAM My Architect’i "patetik bir belgesel" olarak nitelediysem, burada Louis Kahn’ı değil, filmin yönetmeni Nathaniel Kahn’ı işaretliyordum: Gayrımeşru oğulun kendisini meşrulaştırma çabasını yansıtıyor film, büyük mimar, yapıtıyla birlikte geri planı oluşturuyor topu topu. Bu sorun bunca ağır basmasaydı, pekâlâ önemli bir kılcal damar halinde filme içleşebilirdi ayrıca: Mimarın arkasındaki insanın can alıcı bir boyutunu taşıyor yaşamındaki üç kadın ve bu üç kadından birer çocuk sahibi olması. Gelgelelim, yapıtın özelliklerini belirleyen ana etmenlerin arasında göremeyiz bu durumu olsa olsa, ruhçözümsel bir okuma, yorum gizilgücüyle, bir ışık tutacak olursa söz konusu bağlantıya, o zaman dikkat kesilebiliriz. Yaratıcı kişilere yakınlarının isteyerek ya da istemeyerek yaptıkları kötülüklerin upuzun bir çetelesi çıkarılabilir: Nietzsche’nin kızkardeşinden Tolstoy’un eşine. Kimileri kayıtsızlıkları ve savruklukları nedeniyle (sözgelimi kalan yapıtlarını korumayı başaramayarak), kimileri Louis Kahn, Yale aşırı yetki kullanarak (yapıtı ya da yaÜniversitesi sanat ratıcı kişinin imgesini bozuşturarak, galerisi, 195054. iğdiş etmeye kalkışarak) bu sonuca Philip Jhonson, Glass Hause, New Canaan, 1949. CUMHURİYET KİTAP SAYI 838 SAYFA 15