Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Ahmet Ümit'le 'Kavim'i konuştuk ‘Bu topraklardaki kültürel zenginliğin farkına varılmasını istedim’ Nemrut’un mekân olduğu bir roman geldi Ahmet Ümit’ten: ‘Kavim’. Bir Ahmet Ümit klasiği aslında bu roman. Geçmişle günümüzün iç içe geçtiği bir yapısı var romanın. Buna bir de akıcı dili eklediğinizde, keyifle okunan bir eser çıkıyor ortaya! Polisiye mi? O her zamanki yerinde, asal merkezde durup, olayları örüyor! Ahmet Ümit, bu romanında daha çok, sahip olduğumuz kültürel değerleri bize hatırlatmak istiyor! Süryaniler, Arap Yahudileri, Kürtlerin kahraman olduğu bu roman için Ümit’in söylediği şu söz özetliyor romanı bir bakıma: "Oysa bu ülkeyi sevmek, bu ülkeyi tarihiyle, içinde yaşayan farklı kavimlerle, farklı halklarla, farklı kültürlerle sevmek demektir." Ahmet Ümit’le bu romanını konuştuk. ? Erdem ÖZTOP evgili Ahmet Ümit, söyleşimize şöyle başlamak istiyorum, 9 Mart 2006’daki Cumhuriyet Kitap’ta Selçuk Altun’un notlarından birini aktarayım size; P.D. James şöyle der: "Polisiye öyküler katilin değil düzenin sağlanmasının peşindedir." Nasıl bir yorum getirirsiniz, James’in bu sözüne? 1929 Amerika’daki büyük bunalımdan sonraki dönem için geçerli olabilecek bir söz bu. Yahut, klasik polisiye dönemi için geçerli olacak bir söz. Çünkü polisiye roman aslında Poe’nun yazdığı Mor Sokağı Cinayeti ile başladı diyoruz ama değil; polisiye roman Tevrat’la birlikte başlamıştır. Tevrat’ta HabilKabil cinayeti ile başlamıştır. Dolayısıyla polisiye romanı böyle klişelere indirgemek doğru de Peki öyleyse, yeni romanınız için kullanılan, "cinayetle gerçekleşen adalet, adalet değildir" sözünü nereye koyalım? Hem insanlık tarihi boyunca, hem de günümüzde çok yaygın olarak görüyoruz bunu. Normal burjuva demokrasilerinde insanlar kendi haklarını hukuk yoluyla devlete teslim ederler. Devlet de bizim haklarımızı korur. Ama Türkiye’de bu söz konusu değil! Bunun yerine artık insanlar mafya ve birtakım silahlı gruplara haklarını devrediyorlar. Hatta kendileri silahlanarak bu haklarını bizzat kendileri savunmaya başlıyorlar. Son günlerde neredeyse her ilde yapılan çete oparasyonları bu söylediklerimi çok iyi anlatıyor. Ama sadece gündelik yaşamda değil, aynı zamanda televizyon dizilerinde de, örneğin Kurtlar Vadisi’nde insanlar kendi adaletlerini kendileri, cinayetle gerçekleştiriyorlar. Bu anlayış ne yazık ki Türkiye’de adeta meşru bir anlayış haline geldi. Bunun altına baktığınız zaman da hukuksuzluğu görünsünüz. Ama bazı insanlar için hukukun hiçbir önemi yoktur. Onlar için kendi milliyetçi düşünceleri önemlidir. Milliyetçi olmak onlara her türlü saldırganlığı, barbarlığı yapma hakkını veriyor. ‘Ben Türk’üm, diğerleri benden değil, onları yok edebilirim, çünkü onlar da bizi öldürmek istiyorlar’a kadar uzanabilen bir mantık var burada. Oysa bu anlayış, ülkenin çok çeşitli, çok farklı kültürel yapısıyla çelişmektedir. Biz bu topraklarda yaşayan insanlar Türküz, İslam dinini seçmiş olabiliriz ama öteki kültürleri görmezden geldiğimizde, inkâr ettiğimizde yalıtlanmaya mahkumuz. Sadece böyle baktığımızda biz, evrensel/insani bireyler olmaktan çok uzağa düşeriz. Çünkü bu topraklarda Türkiye Cumhuriyeti’nden önce Osmanlı İmparatorluğu var, ondan da önce Roma İmparatorluğu, Hititler, Frigyalılar var… Dolayısıyla biz bütün bunların mirasçısıyız. Ama aynı zamanda Türküz, Müslümanız; bununla da gurur duyuyoruz. Nasıl bir İngiliz, İngiliz olmaktan gurur duyuyorsa, ben de Türk olmaktan gurur duyuyorum elbette. Babam inanmış bir Müslümandı. Ona en az Hıristiyanlar, en az Budistler, en az Yahudiler kadar saygı duyuyorum, çünkü o dinlerden bir tanesi de İslamiyet. İşte böyle bir bakış açısı geliştirmemiz gerekiyor. Evet ben Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım, ama aynı zamanda Osmanlıyım, aynı zamanda Doğu Romalıyım, Hititliyim, Frigyalıyım… Çünkü onların kullandığı kültürü bugün hâlâ kullanıyorum, Anadolu’da onların gelenekleri hâlâ devam ediyor. Dinler birdenbire ortaya çıkmadı; Hıristiyanlık’taki kutsal üçleme aslında Hititler’de var; Baba Tanrı (Teşup), Ana Tanrıça (Hepat), Oğul Tanrı (Şaruma). Günah çıkartma da Hititler’de vardır. Hititler’in kullandığı teknikleri bugün hâlâ kullanıyoruz. Hititler’in bulduğu sazı hâlâ çalıyoruz. Şu anda Osmanlı Sarayı dediğimiz Topkapı Sarayı, Doğu Roma Sarayı üzerinde oturuyor. Bir zamanlar bu topraklarda Apollon Işığın Tanrısı’ydı, bugün Ayasofya’ya girdiğinizde İsa’nın elindeki İncil’in üzeKİTAP SAYI S ğildir. Polisiyenin çeşitli dönemlerinde böyle önermeler sunulabilir. Hatta bir ara Amerikalılar, polisiye roman yazmanın 10 kuralı gibi şeyler de ortaya attılar, bunlar aslında, polisiye romanın küçük görüldüğü, aynı zamanda polisiye romanın kavranmadığı döneme ait sözler ve tanımlardır. Bence polisiye roman tam tersine, suçu anlattığı için, sistemi çok iyi bir şekilde eleştirebilen, olanaklara sahip olan bir türdür. Belki de edebiyat türleri içinde en fazla sistemi eleştirmeye yatkın olan türdür. Çünkü suçu anlatır. Suçu incelediğimizde, bireyle toplum arasındaki çatışmayı görürüz. Bütün yazarlar muhalif ve aykırı olmak durumundadır, sadece politik aykırılık söz konusu değil tabii, aynı zamanda gündelik hayata karşı da aykırı bir tavır takınmak gerekir. Yazar suçu tanımlarken, öyle bir noktadan bakabilir ki, bu tümüyle devrimci bir bakış açısı olabilir. Çünkü suç belirsiz olan bir şeydir. Konuyu biraz güncellersek, bakınız Kenan Evren çıkıyor, hâlâ diyor ki, "ben bu ülkede darbe yaptım, yine yaparım." Asıl suç bu şekilde işleniyor. Bu sözü ABD’de, Fransa’da, Yunanistan’da söyleseler adamı hapse atarlar. Fakat biz atamıyoruz işte! Ama 20 sene sonra belki de "bu adam suçluydu, çünkü anayasayı silah zoruyla ortadan kaldırdı," diyebileceğiz. Suç böyle belirsiz bir şey. O nedenle, suçu ele alan polisiye roman yazarları, çok sağlam/aykırı/muhalif metinler üretebilirler ki, Latin Amerika’da, Fransa’da, İspanya’da böyle yazarların olduğunu biliyoruz. Hatta son dönemde biliyorsun, Meksika’da Zapatista lideri Subcomandante Marcos, ünlü polisiyeci Taibo II ile ortaklaşa Huzursuz Ölüler (Agora Kitaplığı, 2006) diye bir roman yazdılar. ORTAK BAŞLIK Taibo II’nin romanları genelde, siyasi polisiye alt başlığı altında yayımlandı, oysa siz siyasi polisiye türde yazsanız da bunu alt başlıklara bölmeden direkt polisiye ortak başlığında sunuyorsunuz okura… Benim için fark eden hiçbir şey yok, ama bakınız Gülün Adı’na, o da siyasi bir kitap, aynı zamanda da felsefi. Keza, Suç ve Ceza; o da politik, diğer taraftan da felsefi bir metin. Ben de metinlerimi sınırlamıyorum. Birtakım insanlar, polisiye roman revaçta olunca, çıkıp konuşuyorlar, alıntılar yapıyorlar. Bunlar polisiye romana dair derin açıklamalar değil. Bu türden açıklamalar körlerin fili tarifine benziyor. ? SAYFA 4 CUMHURİYET 840