22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? nü tetikleyen her türlü ekonomik israfa kadar ‘tasavvufun mütevaziliğine’ rağmen sürüp giden davranış kalıplarından söz ediliyor. ‘İtaat’ başlığı altında ise; ‘Türklerde iktidar teolojik gücün doğrudan yansımasıdır ve itaatin ibadet olarak somutlaştığı makamdır’ cümlesini doğrudan doğruya modern Türkiye’nin modern kurumlarındaki ilişki biçimlerine uyarlayabiliyoruz. Kaynağını eski kültür biçimlerinden alarak ‘asabiyyet’ düşüncesinde birleşen dost ve düşman kategorileri (dolayısıyla yağmalama hakkı, rekabet, düşmanlık ve kan bağını) bünyesinde birleştiren, anlaşılmaz kodlar, bu kez tasavvufun (Sabri Ülgener’in belirttiği gibi ‘kader içinde hoşça vakit geçirme’ ve ‘her günün kendi kısmetini içinde getirmesi’) mütevaziliğine bir de Osmanlı’nın gelişme döneminden aktarılan ve neredeyse kurumsal bir işlevi olan ‘Dairei Adalet’ sistemindeki ‘kapılanma mesleği’ eklendiğinde, günümüzdeki ‘itaat’ ilişkilerini anlamak hiç de güç olmuyor. VAROLMA NEDENİ ‘SÖZ’... Göka’nın ‘Söz’ konusundaki kültür analizinde değindiği gibi, günümüz Türkiye’sinde televizyon kanallarına, son dönemde üretilen sinema filmlerine bakıldığında durumun vehameti daha da iyi anlaşılabiliyor. Kitapta da uzun uzadıya ele alındığı gibi; varolma nedenini; yazma, düşünce üretme ve eleştirel bakmak yerine seyretme, ait olma ve konuşma/atışma kısacası ‘söz’ üzerine yaratmış bir toplum, doğal olarak televizyon kanallarında karşısına ne çıkıyorsa seyredecek, hatta tamamen özdeşleşebileceği programları tercih ederek, yaşadığı/o ana kadar yaşamış olduğu hayatın ‘onay’ görmesi karşısında, seviyesi rating’iyle ters orantılı programların değişmez bir üyesi/seyircisi olacaktır. ‘Sesin zamanla olan ilişkisi diğer duygulardan farklıdır. O ancak varlığını yitirirken işitilir…’ Bu cümle hem geleneksel alışkanlıkların anlaşılır kılınmasına ilişkin antropolojik bir anlama sahipken diğer yandan günümüz Türkiye’sine ait popülist yaklaşıma özgü bir duyguyu da barındırıyor. Erol Göka; ‘metinden yoksun bir sözlü kültürde bilmenin biricik yolunun hatırlamaktan geçtiğini ve bu nedenle ritme dayalı düşüncelerin kalıpsal ifadelerinin geçiştirildiğini’ belirtiyor. Daha da ötesi burada potlaç düşüncesiyle birlikte Huizinga’nın ‘oyun’ kavramına eşlik eden kalıpsal hegemonya, doğaldır ki söze dayalı olan öğrenme/eğitim pratiklerini de günümüze kadar taşıyor. Bu noktada Göka’nın baz aldığı önemli bir referans da Paul Connerton’un ‘Toplumlar Nasıl Anımsar?’ isimli çalışması. Üzerinde önemle durulan ‘öğrenme pratiği’ kalıpsal ve grup davranışı biçimlerini bilimsel/ kültürel göstergeleriyle ortaya koymuş olan bir toplumda, radikal bir öğrenme biçimini yaratamamıştır. ‘Sözlü gelenek’ (sözlü gelenekle birlikte anabileceğimiz potlaca ve grup davranışına ilişkin tüm özellikler) ister medya ortamındaki görsellikten çok sözel etkinin hüküm sürdüğü tek kanallı program çeşitlemelerinde, isterse büyük şehirlerin merkezlerinde yükselen sayısız özel dersaneyle aynı kapıya çıkabilecek sonuçların göstergelerini sunar. Bugün ‘çağdaş’ diye tanımlanabilecek çekirdek aile kapsamına giren oluşumlarda, çocukların ‘kendilerine rağmen’, ‘amansız’ bir programla yüklenildiği görülmekte. Bu ‘yeni heves’e, ‘özel üniversiteler’de katılabilir. Türkiye insanının ‘ait olma’ ihtiyacına endekslenen ‘ekonomik sarfiyat’; bu yöndeki ilerlemeye ışık tutan politikalar, ‘gösteriş ve şatafat düşkünlüğü’ maddesinden bağımsız tutularak, bilimsel bir amaca hizmet ettiği gerekçesiyle ne kadar açıklanabiliyor? ‘Batı Dışı Modernleşme’ denilen yaklaşımın kuramsal yanı son derece akılcı önermeler içeriyor. Ancak Batı’ya ve kendimize rağmen içinde bulunduğumuz bu batı dışı atmosferde işler hiç de kuramsal boyutlarda ilerlemiyor. ‘Pratik’ denilen ve karşısında neredeyse ‘çaresiz’ kalınan bir durum mevcut. Çareler sunuluyor ancak zihniyetin direngen yapısını yavaş yavaş ortadan kaldırabilecek ya da en azından böylesi bir mevcudiyeti kabul etsek bile bunu akla yakın bir duruma getirebilmek konusundan başlamak gerekiyor herhalde. Her alanda; eğitim, sağlık, sosyal hizmetler, barınma, sanat ve benzeri üretimlerde, özümsemeye ve önemsemeye çalıştığımız ancak yarı geçirgen oluşumlarla biçimsel ve içsel deformasyona uğradığımız bu alanları şeklen Batı’ya göre değil ama ‘akla yakın’ duruma getirsek..Herhalde sorun teşkil eden bir çok olumsuzluk da böylece ortadan kalkacak, kalkmış olacak.. Hiç bir değişimin kısa vadeli süreçlere endeksli olmadığını biliyoruz. Ancak bu değişimin en akılcı biçimde nerden başlayacağını öngörmek de değişime ilişkin bir başlangıç olabilir. Erol Göka, bu değişimi işaret ediyor. ? (*)DEÜGSF SinemaTV Bölümü dilek.tunali@deu.edu.tr Türk Grup Davranışı / Erol Göka/Aşina Kitaplar, 2006Ankara/271 s. Toplumların nasıl ve neden değiştikleri değil, neden değişmeden aynı kaldıkları’na ilişkin sorunsal Göka’ya göre daha fazla önem taşıyor. Bu nedenle kitabın başlığı olan '‘Türk Grup Davranışı', ‘kazılarda elde edilen verilerden daha önemli’. CUMHURİYET KİTAP SAYI 840 SAYFA 11
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle