23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Anı, donmuş, ütülenip kalıplanarak rafa kaldırılmış ya da ambalaja alınmış değil, enikonu dönüştürülmüş yaşamöykülerine dayalı bir yazınsal tür bana göre. Diyeceğim, ben yazmaya niyetlenmesem de anılarını kaleme almış yazarları ilgiyle okuyorum yine de. nılarımı yazmayı düşünmedim. Doğrusu düşünmüyorum da. Ama hiç mi hiç düşünmediğim anlamına gelmemeli bu. Geçmiş yıllar içinde, özellikle yirmilerimde, biraz da otuzlarımda, anılarını kaleme almış yazarlarımıza bakar bakar imrenir, ileri yaşlara vardığımda anılarımı kesinlikle kaleme alacağımı kesinlerdim kendi kendime. Çünkü bu anıları okumak hoşuma giderdi. Hem yazınımızda görece örtük kalmış köşelere düşen loş ışıkta olup bitenleri yeniden kurgulamaya girişmek mutlandırırdı beni hem de okuduklarımdan yazınsal tatlar alır, ötesinde yararlanırdım da bunlardan. Çünkü anı, donmuş, ütülenip kalıplanarak rafa kaldırılmış ya da ambalaja alınmış değil, enikonu dönüştürülmüş yaşamöykülerine dayalı bir yazınsal tür bana göre. Diyeceğim, ben yazmaya niyetlenmesem de anılarını kaleme almış yazarları ilgiyle okuyorum yine de. Peki ben niye yanaşmıyorum buna? Ne bileyim, yaş kırkı bulunca iyice tavsadı anı yazma isteğim, gittikçe kopmaya başladım hatta bu düşünceden. Hele kazasız belasız elliye de ulaşınca hepten vazgeçtim bundan. Niye yazacaktım ki anılarımı? Bunları öykülerimde, romanlarımda, oyunlarımda dönüştürümlere uğratıp kullanmıyor muydum? Anılarım arasından, ulaşacağı tutanak (belge) değeri bağlamında belki yazmam gereken bir ikisi çıkacaktır diye düşünürken ben, Münevver Oğan geçmesin mi günün birinde önüme? Benimle söyleşi yapacakmış... Ama uzayıp gitti söyleşiler, sonra sonra diziye bile dönüştü. “M.Sadık Aslankara Kitabı” yapacağım demesin mi bir de? Münevver Oğan’a koşul koydum; yaşıyorsam, yetmişine varmadan yayımlamayacaktı bunları. Gerçi ilk söyleşilerini yayımlamakta sabırsız davranmadı değil, ne ki bir başlangıçtı bunlar, ama geneli için koşulum sürüyor, sürecek de... M. Sadık ASLANKARA Kitaplar Adası A Tanıklığın tutanak değeri Yazıncıların işinin tutanakçılık değil, tanıklık olduğu söylenegelir öteden beri, ne ki tanıklığın, birazcık da olsa içinde tutanakçılık barındırdığı görmezden gelinir nedense. Sanat, olanı biteni zabıt kâtipliği yaparcasına yazıya geçmek değil elbette. Görünen olayların, ilişkilerin düpedüz aktarımı hiç değil! Dönüştürümsüz, soyutlamasız, kurgulamasız sanat mı olur? Her ne ise sanat, tanıklığın ötesinde bir tutanakçılık da gerektirmiyor mu peki? Sanat yapıtı, sonuçta çağının tanıklığı kadar tutanakçılığı da! Kaldı ki düz, sıradan anı kitapları bile bu yönde örneklenebilir. Sözgelimi Zakire Büyükfırat, Kuzguncuk /Bellâ Vista /Hoşçakal (Sone, 2005) adlı anı kitabında tanık olduğu kadar bir tür tutanak da tutuyor: “Ev sahiplerimiz, hiç evlenmemiş iki kız kardeşti.” “Katina Teyze Eleni Teyze’nin ablası...” “...Annem matmazelleri tanıdığında sekiz, dokuz yaşlarındaymış. .../Sol yanımızdaki evin sahipleri Ermeniydiler. Evin üst katında ev sahipleri madam Araksiler, alt katta Rum Kiryaziler otururdu.” “Madam Araksilerin öbür bölümünde alt kattaki kiracıları Amcabey, karısı Feyziyanım Teyze...” “Papaz Todori balıkçıdır. Nasıl papaz olmuştur, bilmiyorum, Papaz Amca akşamcıdır.” “...Kuyudan sepet içersinde buz gibi rakıları çekip, babamla Papaz Amca’nın demlendiği masa...” (13 vd.) Bunların, önümüze bırakılmış tutanak olmadığı düşünülebilir mi? Demek sırası geldiğinde tutanakçılık da değer taşıyabiliyor. Zakire Büyükfırat’ın yazınsal sav taşımadan kaleme aldığı anı kitabı için böyle bir öne sürüş kimseyi rahatsız etmeyebilir belki, ne ki yazıncılarla ilişkilendirildiğinde tutanakçılık, rahatsızlığa yol açabilir. İki farklı örneğe göz atmaya ne dersiniz? İki kuşaktaşın, oyun yazarı Refik Erduran’la şair Berin Taşan’ın anı kitapları acaba nasıl bir ilişkileniş sergiliyor bu konuda? ELE AVUCA SIĞMAZ ÇOCUK ADAM: REFİK ERDURAN Refik Erduran, anı kitabı İblisler, Azizler, Kadınlar (Dünya, 2005) adını taşıyan anı kitabında bir yanıt getiriyor sanki bu konuda. Zaten Erduran, bir alt başlık da koymuş kitabına: “Bir Tuhaf Adamın Anıları”. Bana sorarsanız Erduran, tanıklığın ötesinde tutanakçılığa gereksinim duyuyor anılarında. Yahya Kemal’den Robert Kolej’e, Nâzım Hikmet’ten tiyatro serüvenlerine neredeyse tüm yaşamı, böylesi bir tutanakçılığı gereksiniyor çünkü. Tanıklıkta bunun bir dönüştürüm, soyutlayım yansıttığı öngörülüyor da tutanakçılığa geldiğinde sıra, bunun olaylara bağlı kalınarak yapılan sanatsız iş olduğu düşünülüyor hemence. Bu kaygı gereksiz. Tanık da tutanakçı da özne, öyleyse her ikisinin bakışı da öznel. Belki tanıklıkta olayları aktarırken rüyadakiler gibi süslemeden kaçınılamayış, hatta buna eğimli oluş belirginleşiyor. Tutanakçılıkta ise bir kazayı anlatırcasına, can alıcı yanlar aktarılmak isteniyor en kısa yoldan. Buna göre tanıklıkta tanığın kendisinin yani öznenin belirginleştiği, tutanakçılıkta ise öznenin enikonu geride tutulup olayın vurgulandığı, yani belgenin, belge dilinin öne çıkarıldığı düşünülebilir. Eksiklik olarak alınmamalı bence bu. Yazıncı, ne kadar geri planda kalırsa kalsın, tutanakçılığı, kimliğini çok net, üstelik ayrıntı zenginliğiyle ortaya koyacaktır onun. Refik Erduran, anılarını aktarırken nefes kesici bir maratona çıkarıyor bizi. Gerçekten de debisi yüksek, burgaçları baş döndürücü hızda bir yaşam bu, Erduran’ın vurgusuyla “Bir Tuhaf Adamın” yaşamı anlatılanlar... “Eskiden İstanbul’da insanlar gerçekten daha mı terbiyeliydi? Ben öyle bir şey hatırlamıyorum. Sanırım terbiye belirtisi diye sayılıp dökülen şeylerin çoğu tenhalığın sonuçlarıydı.” (32); “Yahya Kemal’in... fiziksel çirkinliklerden çok ruhsal kalınlıkları vardı.” (Yazar somut örnek veriyor, 34); “Hasan Âli Yücel de ... fiziksel anlamda incelik örneği sayılmazdı. ...Ama dünyanın en zarif ruhlu, en düşünceli, en efendi insanlarından biriydi.” (36) Sözgelimi Robert Koleji yıllarını da yine bir tutanakçı tutumuyla aktarıyor Erduran, elbette bir tutanakçının öznelliğiyle. Sözgelimi Nedim Gürsel, Sağ Salim Kavuşsak’ta (Doğan, 2004) yatılı okuduğu Galatasaray Lisesi günlerini aktarırken tanık gibi davranır. Kendisi vardır, ama bu kendisi oluş içeriden bakmasını getirir onun, yani ötekiler, kendi dışındakiler yoktur, daha açığı birer figürandır yalnızca. Erduran ise kendi kolejini dıştan anlatabiliyor, bunun sonucunda anlattığı kişiler figüran olmaktan çıkıp etli canlı birer insana, ya da karaktere, kahramana dönüşebiliyor. Örneğin Bülent Ecevit’in o yıllarıyla ilgili aktarımına ne dersiniz? “Keşke Bülent Ecevit de Robert Kolej’in sağladığı fırsatlardan yararlanırken okul başyazarlığının yanı sıra okul başbakanlığını da denemiş olsaydı! Neleri çok iyi yapabildiğini gördüğü kadar, neleri o kadar iyi yapamayacağını da anlasaydı.” 44) Refik Erduran’ın anılarında Nâzım Hikmet doğal olarak özel, ayrı bir yer tutuyor. Onu yurtdışına çıkarış sürecinde yaşadıkları ayrıntıları aktarırken şairin nahif tutumuna değgin saptaması da önemli bence: “...Nâzım Ağabey’le konuştum. /Türkiye’den uzaklaşmalısınız, dedim. /Pasaport verirler mi bana, diye gülümsedi acı acı. /Ben de gülümsedim. Hatta sesle güldüm galiba. /Neydi bu bizim milletteki belge tutkusu? Müthiş devrimci, azgın düzen düşmanı, yamyam komonist diye bilinen şu ağabeyim bile kaderini damgalı, pullu, imzalı bir kâğıt parçasına bağlı görüyordu!” (62) CUMHURİYETİ ANITLAŞTIRAN ŞAİR: BERİN TAŞAN Berin Taşan, anı kitabına Bir Tanığım Kalsın (Ümit, 2005) adını vermiş. Yaptığı tutanakçılığı bizim de görmemizi, sonuçta bizim de tanıklığımızı istiyor denebilir. Erduran, oyun yazarlığını bir an olsun bırakmasa da, bizi gazeteciliğinin rüzgârıyla uçuruyordu daha çok. Taşan’sa şair yüreğinin eşliğinde savcılığını dayanak yapıyor kendine. Berin Taşan, “kimsesizlerin kimsesi” olmak üzere savcılık TANIKLIKTAN TUTANAKÇILIĞA.... Dil Derneği’nce yayımlanan Türkçe Sözlük (ikinci basım, 2005) “tanık” sözcüğünün karşılığında, “gördüğünü ve bildiğini anlatan, bilgi veren kimse”, “tanıklık” için de “tanık olma durumu ya da tanığın yaptığı iş” açılımını getiriyor. “Tutanak” ise, “1. Meclis, mahkeme gibi yerlerde söylenen sözlerin, olduğu gibi yazıya geçirilmesi”, “tutanakçı”, “tutanak yazan kimse”, “tutanakçılık” “tutanakçının işi” demek. SAYFA 30 mesleğinde karar kılmıştır: “Kim bu kimsesizleri güçlüye karşı, haksıza karşı koruyacak, hakkını savunacak? Kimsesizlerin kimsesi kim olacak? Mustafa Kemal Atatürk o onurlu görevi Cumhuriyet Savcılarına vermiş. ...Diyor ki: “...Türkiye Cumhuriyeti’nde kimsesiz bir birey yoktur. Cumhuriyet böyle bir varsayımı asla kabul etmez. En güçsüz ve en kimsesizlerin yardımcısı ve destekçisi devlet ve onun temsilcisi bulunan savcılardır.’ (...)/ ...Kararımı verdim, ben Cumhuriyet Savcısı olacağım.” (15) Saydam mı saydam, ama bir o kadar da kunt bir yaşamöyküsünden içeri adım atıyorsunuz böylece. Çiçeği burnunda bir savcı yardımcısı olarak İzmir’deyken doğrudan yaşadığı 67 Eylül olayları, Demokrat Partililerin hedefi haline gelişi, Şiran’a sürülüşü, yeniden İzmir’e dönüşü, İzmir’de bu kez de 27 Mayıs sabahını karşılayışı... Ardı sıra yaşadığı Sinop günleri, Sinop Kalesi, sürgünlerinden Sabahattin Ali, başka yazıncılar... Sözgelimi 67 Eylül olaylarında, çapulcuların arasına karışmıştır Taşan rastlantıyla, soruşturmasını çapul olayının içinden ama büyük nesnellikle anlatıp tutanağa geçirir. Oysa diyelim, Selim İleri, Anılar; Issız ve Yağmurlu’da (üçüncü basım, Doğan, 2002) 67 Eylül olaylarını çocukluğunun öznel bakışıyla aktarır. Taşan’sa bunu an an tutanağa geçirmiş gibidir: “Kordon’da yürümek olanaksız. İzmir’deki mevcut emniyet güçleri, askeri birliklerin yardımı olmadan bu gözü dönmüş kalabalığı dağıtamaz. Kara tarafına park etmiş bir otomobili ters çevirip, sürükleyerek denize attılar. Kalabalık arasındaki konuşmalardan Fuar’daki Yunan Pavyonu’nun yakıldığını öğrendim. Vakit gece yarısını geçiyordu. Daha korkunç olaylar da olabilirdi. Başsavcıya bilgi vermek, adli yönden yapılacak işleri saptamak için zaman yitirmeden Adliye’ye döndüm.” (27) Berin Taşan, bu tutanakları, şiirleriyle destekliyor. Bu da elbette ayrı bir hava kazandırıyor Bir Tanığım Kalsın’a. Şiran’dayken yazıp Pazar Postası dergisinde yayımladığı yazılar, öteki dergi, gazetelerdeki yazıları da eşlik ediyor ayrıca buna. Anıları için kaynakça gösterip alıntı aktarmaktan da geri durmuyor bu arada yazar. Her iki anı toplamı da birer özyaşamöyküsü olduğu kadar toplumsal, hatta toplumbilimsel tutanakların sunulduğu birer kitap olarak alınabilir. Dikkati çeken bir yan da denize kıyı kentler arasında yapılan vapur yolculukları. Taşan ya da Erduran bir yerden öte yere yolculuğa mı çıkıyor, atlayıveriyor vapura, olup bitiyor. Bütün bunlar, yazarların, tanıklık kadar arada tutanakçılık yapmak zorunda olduğunu da anımsatıyor bize. Eğer arada bir anılarımı kaleme almaya girişirsem bir iki satırcıkla, bunu işin bu boyutunu göz önünde tutarak yapacağım ben. Nitekim “Kitaplar Adası”nda anılarıma uzandığım bölümceleri bu amaçla kaleme alıyorum zaten, tutanak olsun diye... Erduran’la Taşan’ın anılarından birer parmak bal çalmakla yetindim bu yazıda, gerisi size kalmış. Ama Refik Erduran da Berin Taşan da iyi ki birer tutanakçı gibi davranmışlar. İkisi de aynı tarihte (1928) dünyaya gelen, anı kitaplarını aynı tarihte (Nisan 2005) yayımlayan bu yazarları okuyun diyeceğim, ruhunuz açık denizde fırtınalar yaşasın... ? KİTAP SAYI 839 CUMHURİYET
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle