02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Hikmet İlaydın kim? Divan şiirinin çağdaş yorumcuları da onu bilmez. O hep kendinin gerisinde durdu. Gösterişli çıkışlara özenmedi. Kendini daha iyi yetiştirmeye çalışan bir öğretmen olarak kaldı. debiyat Mekânları”ndan söz açılmışken bir zamanlar Ankara’da “Edebiyat Evleri” toplantılarımızdan da söz açacağıma değinmiştim. Dergilerin cıvıltılı aydınlığında, üzerinde durulması gereken öyle çok konu var ki, o özel toplantıları yazmak ertelenebilir, ama böyle özel ortamları unutulmaz kılan anılara değinmeden, oraya katılanları anmak yeterli olmaz. Söyleşilerin aydınlığında kimi edebiyatçıları kimi ozanları kendilerine özgü davranışlarıyla anlatmak gerek. Seyhan Erözçelik, yaşadığı “Edebiyat Kahveleri”nde, birbirine yakın dönemlerin yazarları ile ozanlarını anıyor (KİTAPLIK, “Il Mio Amarcord”, Şubat 2006). O anılarda belli kişilerin değişik ortamlara katıldığı da görülüyor. Nilgün Marmara bunlardan biri. Seyhan Erözçelik gibi ayrıntıların ozanı; kimi sözler, kimi davranışlarla o “Edebiyat Kahveleri”ni canlı kılmasını bilmeliydi. “Hisar Kahve”yi anlatırken; “ ‘Arıza’ kelimesi, Türkçe’nin dağarcığına anlam değiştirerek katılmıştır” sözü, Seyhan Erözçelik’in anılarında gizli kalıyor. Doğu ile Batı arasındaki sorunu değil, sorunları düşünmeye dalıyorsunuz. Demek ki Frédéric Dard’ın sözü de yalanmış. “Bir kadının en güzel 10 yılı 2830 yaşları arasındadır” diyordu. Nilgün Marmara 29 yaşında canına kıymamalıydı. Kahvelerdeki ışıltılı ozan kalabalığında onun yalnızlığı bilinmeliydi. Divan şiirinin usta yorumcusu Ferit Kam’ın, “Şimdi kendimden usandığım, en küçük derdim budur” dediği o “şizoit” usanmışlığı Nilgün Marmara’nın yitik kişiliğinde bulmalıydı. Mustafa Şerif ONARAN Dergilerden “E Edebiyat evlerinde divan şiiri DİVAN ŞİİRİNİ BİLMEK Hikmet İlaydın kim? Divan şiirinin çağdaş yorumcuları da onu bilmez. O hep kendinin gerisinde durdu. Gösterişli çıkışlara özenmedi. Kendini daha iyi yetiştirmeye çalışan bir öğretmen olarak kaldı. Hep şöyle alışılmış bir söz vardır: “Edebiyatımızda divan şiirini bilen üç kişi vardır, biri kesinlikle odur.” Hikmet İlaydın için de bu söz geçerlidir. Bize Sadi’nin “Bostan”ıyla “Gülistan”ını çevirmekle yetinmedi, çevirisi serüvenindeki doyumsuz yolculuğu da okurlarıyla paylaştı. Onun “rahlei tedris”inden geçmeden divan şiirindeki gizil gücü sezmek olanaksızdır. Divan şiirine yakınlığıyla bilinenler arasında Ankara’ya yola düşüp ona uğramayan olmazdı. Abdülbaki Gölpınarlı’nın öfkeli, Orhan Şaik Gökyay’ın alaycı, Fahir İz’in çelebi, Ahmet Ateş’in saygılı davranışları Hikmet İlaydın’ın önemini daha çok belli eder, bir çeşit “tekke” sayılırdı onun evi. Abdülbaki Gölpınarlı onun edebiyat fakültesinden hocasıydı. Gene de divan şiiriyle ilgili bir ayrıntıyı ona danışmadan edemezdi. Bir gün Gölpınarlı Hoca’ya takıldım: “Siz onun hocası değil misiniz? Onun size danışması gerekmez mi?” Abdülbaki Gölpınarlı gözlerini açarak, “Hikmet başka! O bizi çoktan geçti” demişti. Denk düştükçe, yazılarıma divan şiirinden beyitler koymayı severim. Eski Türk Dil Kurumu Yönetim Kurulu toplantılarından birinde Hasibe Mazıoğlu’yla yan yana oturuyoruz. Koca Ragıp Paşa’dan aldığım dizenin yanlış olduğunu, tamlama olması gerektiğini anımsatıyor. “Şecaat arzederken merd kıpti sirkattin söyler.” demiştim. “Merdi Kıpti” olacağını söylüyor. Oysa ben Hikmet İlaydın’a danışarak öyle yazmıştım. Aruz ölçüsü bozulmuyordu. Hikmet İlaydın demişti ki: “Koca Ragıp Paşa ‘tavır şairi’dir. O ‘merdi kıpti’ demez, ‘merd kıpti’ der.” Hasibe Mazıoğlu’ya bu açıklamayı yapınca, “Hikmet Bey öyle dediyse doğrudur, özür dilerim” demişti. Hasibe Mazıoğlu Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde Divan Edebiyatı profesörüydü. Hikmet İlaydın’sa sıradan bir öğretmen. DİVAN EDEBİYATI SÖYLEŞİLERİ Adını andığım eski edebiyatın ustaları Ankara’ya geldikçe, “Edebiyat Evleri” toplantılarında onları dinlemek, doyumsuz bir söyleşi ortamı oluştururdu. Bir divan şiiri antolojisinde sayılı ozan vardır. Oysa “şuara tezkireleri”nde yüzlerce divan ozanıyla karşılaşırsınız. Adı unutulmuş nice divan ozanından “mısraı berceste” denen damıtılmış dizeler görülür. Kimi zaman Hikmet İlaydın’a bir beyiti hangi ozanın yazdığını sorardık. “Divan şiirinde binlerce beyit var. Ozanını tam olarak bilemezsiniz. Ama biçemine bakılırsa falancanın olabilir” derdi. Biçeminden bir divan ozanını tanımak, ha deyince üstesinden gelinecek bir iş değildir. Halil Erdoğan Cengiz en özenli divan şiiri antolojilerinden birini hazırlamıştı. “Önsöz”ünde diyor ki: “Sayın Hikmet İlaydın gerçekten hocamız oldular, saatlerini ve günlerini bize ayırdılar, dinlediler, yol gösterdiler, bilmediklerimizi öğrettiler” (DİVAN ŞİİRİ ANTOLOJİSİ, Bilgi Yayınevi, 1983). “Edebiyat Evleri” toplantılarına katılanlar rasında Halil Erdoğan Cengiz ile Mehmet Deligönül de vardı. Özellikle Mehmet Deligönül divan şiiri beğenisi olan bir edebiyatçıydı. Kim derdi ki belleği silinip gidecek, ölüme doğru, kendini tanımadan yaşayacaktı! varmak için “metin şerhi”ni kolaylaştıran ön bilgiler yeterli olmaz. Osmanlı uygarlığının yaşama biçimini de tanımak gerekir. O yaşama biçiminden şiire sızan reçinenin tadına varamazsınız, fildişi kuleye çekilen ozanların ölü şiiri sayarsınız divan şiirini. Ne var ki biz, Osmanlı toplumundaki yaşamanın renklerini iyi bilmiyoruz. Nedim’in bir beytini anımsamakta yarar var: “Ayağın sakınarak basma aman sultanım Dökülen mey, kırılan şişeyi rindan olsun!” “Edebiyat Evleri” toplantılarında sorulurdu: “Sahi kadın mı, erkek mi? Kadınsa neden kadın, erkekse neden erkek.” Sultan’ın sakınmalı yürüyüşündeki uyum kadını ya da Nedim’in “meşreh”i erkeği çağrıştırabilir. Oysa XVIII. yüzyıl giyimkuşamını billmek gerekir. Kadın “zıpka” diye dar paçalı potur, “lata” diye kısa bir ceket; erkek, kenarları ponponlu, geniş etekli manto giyer. Mantonun etekleri savrulunca kadeh kırılıp mey dökülebilir. Demek ki saki erkek olmak gerekir. İçkili bir toplantıda sakinin kadın ya da erkek olması önemli sayılmayabilir. Önemli olan yaşama biçiminin bizi nasıl yönlendireceğidir. Kim bilir, belki eskilerden gelen bir davranışımız, kalıtsal bir özelliğimizi oluşturmuştur. O kalıtsal özellikleri kullanan Nazan Dani;ment, kendini XIII. yüzyıl ozanlarından biri gibi göstermiş, Rabia Batum takma adıyla rubailer yazmıştı. Nurullah Ataç’ın dilinden düşürmediği bir beyit vardı: “Gönül muhabbeti bir âdet eylemiş, yoksa Ne bende aşk, ne sende cemal kalmıştır!” Bu beyti Hataylı Akif diye bir divan ozanının yazdığı söylenirdi. Yıpranan ilişkileri böyle acımasızca eleştirmek bir divan ozanının inceliğine yakışır mıydı? Hem divan şiiri döneminde Hatay var mıydı? Biz o coğrafyayı Antakya olarak tanımıyor muyduk? Belki de “cemal aşkı” olarak nitelediğimiz o ilişki bir “soyut sevi” ilişkisidir. Kendini önemseyen sevgili geri çekilirken, ozana düşen yudum yudum kederlenmektir. GERİYE KİMLER KALDI? Bir zamanlar Ankara’da düzenlediğimiz “Edebiyat Evleri” toplantılarından geriye kimler kaldı? Emin Özdemir Türkçenin ayrıntılarındaki gizemi bilen bir yazardı. Adnan Binyazar biçem özelliği geliştirmenin ustası oldu. Nazmi Akıman hep incelikli bir insan olarak kaldı. Mehmet Aydın, Bayat çevresinin söz değerleriyle dilin gücüne yöneldi. Ama onlar divan şiirimizin biraz uzağına düştü. “Edebiyat Evleri” toplantılarına katılanların hepsi, bir halden bir hale geçer gibi, bu dünyadan göçtü. Şükrü Kurgan, Hikmet İlaydın’ın bacanağı olurdu. Eşi Meziyet’e, bacanağı İlaydın’a uzak yaşadı, sessizce öldü. Hikmet Dizdaroğlu divan şiirinin biçem oyunlarına takılıp kaldı, özüne giremedi. Muvaffak Sami Onat, bir Mevlevi dervişi gibi coşkulu bir insandı. Eskilerde kalan bir şiirle oyaladı kendini. Cahit Külebi, aruzun sesini tarta tarta; “Bir lütfu çok mürüvveti çok padişah idi Haki Efendi de.” dedi ama divan şiirinin tadına varamadı. Salah Birsel’den Suut Kemal Yetkin’e, Sabahattin Tahsin Teoman’dan Muhtar Körükçü’ye dek kimler geçmedi ki “Edebiyat Evleri”nden! Hikmet İlaydın’ın duvarında talikle yazılmış bir levhada Kelimi Amuli’nin bir beyti vardı. Hikmet Hoca onu şöyle çevirmişti: “Öyle çok çektim güzellerden cefa dünyada ki İstemem cennetlik olmak, hurilerden korkarım.” Ülkelerin kendini önemsemesi neye yarar! Zaman her şeyi silip süpürmüyor mu? ? Bu sayfayla iletişim kurabilmeniz için dergilerinizi ve kitaplarınızı aşağıdaki adrese gönderirseniz memnu?n oluruz. EDEBİYAT EVLERİ “Edebiyat Evleri” toplantılarını zamanında kaleme almalıydı. Önemli olan birkaç parıltılı söz değil, davranış özelliği gösteren edebiyatçların o ortamı canlı kılışıydı. Artık anılar yumağının usunu bulamazsınız. Biz de Yaşar Kemal gibi, “O iyi insanlar o güzel atlara bindiler, çekip gittiler” demek zorunda kalacağız. “Bize bir zevki tahattur kaldı” demek için bile anımsamanın tadına varmak gerekir. Oysa bellek unutkandır. Nice anılar geçmişin sisleri arasında yiter gider. Ankara’da, eskilerden gelen, edebiyat anlayışları, şiir beğenileri birbiriyle örtüşmeyen kimi edebiyatçıların, ayda bir evlerde yapılan toplantıları çoktan unutuldu. O eski edebiyatçılardan pek yaşayan da kalmadı artık. Ne divan şiirini çağdaş bir yorumla değerlendirmek, ne o güzel insanları anımsamak söz konusu. Oysa her edebiyatçı evinin kendine göre bir özelliği vardı. O evlerden birinin, Hikmet İlaydın’ın kapısını çalıp, orada eski anılara dalalım. Kapıdan girince sizi Mevlana’nın bir beyiti karşılar: “Goft ki divana ne i Layıkı in hane ne i.” Hikmet İlaydın bu dizeleri dilimize şöyle kazandırmıştı: “Madem ki deli değilsin Bu eve layık değilsin.” Edebiyatçıların sıra dışı insanlar olduğunu anımsatan bir söz. Siyasetçiye aldırmayan, “muhalif tavır” içinde kişiliğini koruyan, sıra dışı insanlardı onlar. SAYFA 28 DİVAN ŞİİRİNİN YORUMUNA VARMAK Divan şiiri bir gizli gömüdür, anlamına MUSTAFA ŞERİF ONARAN Hikmet İlaydın Hekimköy Sitesi 20. Sok. No: 8 06800 ÜmitköyAnk. Tel.: (0312) 235 91 11236 23 46 CUMHURİYET KİTAP SAYI 839
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle