02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Enis BATUR Pervasız Pertavsız İlgiye, ilişkilendirmeye dair TOMRİS UYAR MODERNİST Mİ SORUŞTURMASINA GECİKMİŞ BİR YANIT ir yazarı "şahsen" tanımışsanız, ölümünden sonra hakkında görüşlerinizi yazmaya kalkıştığınızda, yanıbaşınızda, omuzunuzun arkasında bir yerde bitiverir, işinizi zorlaştırır. Tomris Uyar’la, insan ilişkisi çerçevesinde, baştan uca itişip kakıştık hep, bazan tatlı tatlı, bazan buruk, dalaşmadan edemedik. Karakterinin pek çok özelliği vardı tabii, bunlardan biri de, zaman zaman kekre boyutlar da aldığını düşündüğüm ironik edâsıydı. Ondan olsa gerek, şimdi, burnumun dibine sokulmuş, dalgasını geçiyordur gibi geliyor bana: "Neymiş, modernist miymiş, hadi buradan buyur bakalım, anlat kimlerle komşuymuşum". Şaka bir yana, Tomris Uyar modernist midir bilemem ama, Yusuf Atılgan ya da Oğuz Atay (Bilge Karasu ya da Sevim Burak) ile yan yana anılmaktan gocunmazdı sanırım. Aynı yerde apayrı nitelikleriyle duran pek çok yazarımızdan birkaçı. Benim gözümde, ince ve derin bir yazıdır Tomris Uyar’ınki. Yakından tanıdığı şairlerin "ayar"ı görülür öykülerinde. Bir etkilenmeden söz etmiyorum (ki karşılıklı olmuş olsa gerektir, neden ((nasıl)) olmasın), bir duyarlık ortaklığından, bir de benzeş dil/ifade kaygısından dem vuruyorum. Ama şimdi, sıkı durun, yazın ortamımıza yeni bir ‘tarihsel kategori’ sunacağım: Tomris Uyar, bir II. Yeni öykücüsüdür. Yalnızca izlekleriyle değil, poetika anlayışlarıyla da, kendilerini beslemiş I. Yeni hikâyecilerinden (özellikle Sait Faik ve MSE’den) ayrılmış bir kuşağın güçlü bir temsilcisi. Kişilerinin dünyasına dalgıç gibi giren, ara sıra vurgunu bile göze alan yazarlardır bunlar. Stilistik açıdan, hem yapı kurma sanatında daha karmaşık geometrilere başvurmuş, hem de, sözdizimi bağlamında cüretkâr girişimlerde bulunmuşlardır. Demin adı geçenlere Vüs’at O. Bener’i, İshak’ın yazarını, Leylâ Erbil’i, Ötegeçe’nin Tahsin Yücel’ini ve Füruzan’ı da eklemek isterim. Tomris Uyar’ın özgün ses tonunda, Anglosakson yazınından çekip çıkardığı, ama hiçbir yabancı tını efektine yenilmediği bir farklılık vardı. Bence, öykülerinde büyük, yaralayıcı filmler çekti (bereket sinemamızın eline bugüne dek düşmedi, yarının yönetmenlerini bekleme şansı oldu). Günümüz öykücülerini etkilemiş midir? Buna olumlu yanıt verebilmek için bir III. Yeni öykücü kuşağını görmek gerekirdi, ki orada Ayfer Tunç, Sadık Yalsızuçanlar ve Nilüfer Güngörmüş dışında ben o ayarda hikâyeci tanımıyorum. Neden kıs kıs gülüyorsun, Tomris? B okunur). Ve iyi olanı, okunmaz. Pek çok isim takılmıştır bu duruma, biri de yazarla kamunun boşanmış olmasıdır". Bu boşanma ne zaman gerçekleşti? Bana sorulursa, kamu okumaya başlar başlamaz! Öyle sanıyorum ki, Eugène Sue’nün tefrika romanlarına dek geri dönebiliriz takvimlerde. Paulhan’a, şu soruyu yöneltmek isterdim: Bir boşanmayı söz konusu edebilmek için evliliğin yürürlüğe girmiş olması gerekirdi: Kamuyla yazar arasında, herhangi bir dönemde, herhangi bir coğrafyada evlilik gerçekleşmiş miydi?Bunun olması, yazarın kamunun hizasında durmasına bağlıdır. Eugène Sue’den günümüze, aynı hizaya geldiklerinde, yazarı yazardan saymayı kim aklından geçirdi? Geçen hafta, televizyonda hızlı bir soruşturmayı izledim: Yoldan geçen farklı yaş gruplarından, toplumsal kesimlerden çok sayıda insana "hangi romanları" okudukları sorulduğunda, aralarından "isim hatırlayan" çıkmadı. Bir cumartesi gecesi, büyük caddelerden akan seli çeyrek saat gözlemlemek, iyi ki boşanmışız, dahası, iyi ki evliliğe hiç yanaşmamışız, demek için yeterli görünüyor bana. İyi edebiyatı yücelterek yetiştim ben, gençliğimde. Sonradan, iyi edebiyatın kaçınılmaz olduğuna vardım. İyi edebiyatın varlığından büsbütün habersiz kamuyu suçlamak aklımdan geçmez: İlgi alanları, kaygı yelpazesi, zihniyeti ve duyarlılık katsayısı farklıdır. Paulhan bir arabuluculuk hevesine kapılmış sayılmazdı. Neresinden bakılsa, gene de, aranın neden bozulmuş olduğunu sorgularken, bunda yazarın ve yazının payını, biraz da şeytanın avukatlığına soyunarak kurcalamış. Bir işe yaramış mıdır yazdıkları?Aklıbaşında hiçbir yazar, yazdıklarının bu anlamda işe yarayacağını düşünmemiştir. layamıyorum: Şiirle ilgili olmadığım için belki de. Gelgelelim, bir iki ayrıntıya değinmekte yarar görüyorum gene de: Sözgelimi "ithaf" konusunda. Ahmet Oktay’la çeyrek yüzyıllık bir sıkı dostluk ilişkimiz var, o şiirini ya da bir başkasını (örneğin Çamlıca Tepeleriyle ilgili bir şiirini) bana adaması için özel bir "ilgi ilişkisi" şart koşulmalı mıdır? (Rahmetli Metin Akbaş, "Beşir Fuad ki" adlı şiirini hangi "ilgi"sel gerekçeyle Fethi Naci’ye adamıştı?). Şart koşulacaksa, onun da küçük bir açıklaması getirilebilir tabii: Benim 1979’da yazdığım ve ilk basımı 1981’de yapılan Kandil kitabımda yer alan bir şiirim, "; Beşir Fuad, yanlış kardeşim benim" dizesiyle biten "Yanlış Mesel", dar bir edebiyat çevresinde kendi çapında yankı bırakmış, Gösteri dergisinde Rauf Mutluay’ın koca bir yazısına konu olmuş, Fethi Naci’den Ahmet Oktay’a çok sayıda yazar ve şairin üzerinde durduğu bir şiir haline geldiği için olsa gerek, Beşir Fuad’ın "Mektuplar"ının (Arba Yayınları, 1989) arka kapağında onu kullanmıştı C. Parkan Özturan. Ama siz buna "ilgi" diyorsanız o başka: Ben bunun farklı bir kelimeyle anılmasından yanayım. İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ Düşünce, inanç ve ifade özgürlüğü çerçevesinde yazılıp söylenenleri buruk bir gülümseme eşliğinde okuyor, dinliyorum: Herkes öylesine kendi haklarına, özgürlük anlayışının sınırlarına kilitlenmiş durumda ki. Reiser’in 1974 yılı ürünlerinden oluşan albümünü, yeniden, uzunca bir aradan sonra katederken bir kez daha konuya döndüm. Gaddar bir çizer, safkan bir kara mizah ustası olduğu bilinir Reiser’in. Gene de, ilk bakışta, çizginin, özellikle de güncele odaklanmış yapıtların uçucu yanları ağır basıyor olsa gerektir, diye düşünmeden edemeyiz. Tam otuz yıl geçmiş aradan. O yıl Fransa’da, Paris’teydim ben de; sanırım en çok bundan, olayları yerliyerine koymakta güçlük çekmiyorum bugün de: 1974’te 22 yaşındaydım, Charlie Hebdo’nun peşin müşterilerinden biri olarak. Reiser, eski cumhurbaşkanını "osuran bir ceset", yenisini "tıkabasa bok dolu bir külotlu çorap" kılığında çiziyordu. Ülkesinin en büyük dini lideri, bir gazeteciye şu soruyu soruyordu telâşla: "Komünistlerin, iktidara gelince rahibelerin apışlarındaki kılları tek tek yolacakları doğru mu?". Politikacılar, işadamları, küçük esnaf, memur ya da çiftçi, Reiser’in ustura gibi çalışan kaleminden kurtulabilecek hiç kimse yoktu. Yerlilerden yorgun düştüğünde yabancıları (özellikle Franco’yu), hatta turistleri, yakası açılmadık yaklaşımlarla saf dışı bırakırdı. Bugün, Türkiye’de, düşünce ve ifade özgürlüğünü savunur gözüken yetkililer ve yetkisizler, kendi tabularının böylesine köktenci biçimde eleştirilmesini akıllarından bile geçirmiyorlar. Kutsal inançları, örf ve âdetleri, devlet ve vatan kavramları, aile kurumu, cinsellik alanı, ordu sözkonusu edildiğinde "o kadar da değil" diyeceklerini adımız gibi biliyoruz. Kafalarında, bütün "manevi değer"lerin dokunulmazlığı var (aslında "maddi değer"lerinin de dokunulmazlığı olduğunu görüyoruz), kendi çizdikleri, çizecekleri bir daire içinde geçerlilik taşıyor düşünce, inanç ve ifade özgürlükleri. "Bizim toplumumuzun kendine özgü tarihsel koşullarını" göz önüne alan bir sözüm ona özgürlük tanımı bu. Öyle bir çerçeveyle karşı karşıyayız ki özünde, İnsan Hakları kriterleri bile işlemez o zırha. Yasayla sıkıştıramıyorsanız gerçek bir özgürlükçüyü, onu yolun ortasında vuruverirsiniz. Türkiye’de Yetke, hukukun elini kolunu bağladığı durumlarda derin gölgesini işe koşmaya alışmıştır. Sıkıysa devlet başkanına, başbakana, bir orgenerale ya da tarikat liderine Reiser gibi bakın. Gözlerinizi oyacaklardır. ? İLGİ Mİ, NE İLGİSİ? Bir yerde, yakınlarımdan birinin dileğini kıramayarak katıldığım sohbet toplantısında karşılaştığım, genç ve ‘hızlı’ bir öğrencinin tepkisini aktarmıştım: "Siz, geçen gece televizyonda Walter Benjamin’den söz ediyordunuz, dinledim neden, hangi hakla Benjamin’le ilgileniyorsunuz?". Soruya verdiğim karşılığı, yazdıklarımı baştan beri izlemiş bir okurum pek beğenmişti: "İlgi mi, ne ilgisi?" demiştim genç yargıca: "Siz buna ilgi mi diyorsunuz?". Sanırım, yazdıklarımı okumayan biri için bu yanıtın da uzun boylu bir anlamı olmayacaktır. Ne yapalım ki, yazarlar, kendilerini okumayanları değil de okuyanları göz önünde tutmak durumunda kalırlar daha çok. Okumayanların gerekçeleri vardır, hiçbirine ses çıkarmak aklımdan geçmez açıkçası. Hem okumaz, hem de büyüklenirlerse, Benjamin örneğindeki gibi onları hafifçe dürtmek iyi olur. Yasakmeyve dergisinin 9. sayısında, Salih Bolat’ın "Eleştirel Okuma" başlığı altında, o başlıkla pek de uyumlu sayılamayacak bir yazısında aşağıdaki satırları okuyunca anımsadım WB olayını:"İlginç olan şu ki, Ahmet Oktay da Yol Üstündeki Semender adlı kitabında Beşir Fuad’a ilgi duyuyor ve kitabında aynı adlı (sic!) bir şiire yer veriyor. Ama Ahmet Oktay’ın şiirini Hayati Baki’nin şiirinden ayıran iki önemli nokta var: Birincisi, Oktay’ın şiirindeki Beşir Fuad, şairane (sic!) bir yaklaşımla kavranmaya çalışılıyor, ikincisi; Oktay’ın şiiri Enis Batur’a adanmış... Ahmet Oktay’ın, söz konusu şiirini niçin Enis Batur’a adadığını anlamak bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Enis Batur’un, Beşir Fuad’la entelektüel bir ilgiden başka ne ilgisi olabilir?"Anlaşılan, bu "ilgi" meselesiyle başım dertte. Düşündükçe çıkaramıyorum ayrıca: Benim Benjamin’le, Beşir Fuad’la ne ilgim olabilir?Bereket, Salih Bolat, "entelektüel" bir ilgim olabileceğini söylüyor Beşir Fuad’la. Acaba, Beşir Fuad’ın yeniyazıda yayıncısı olmama bağlanabilir mi bu? Bilemiyorum, çünkü bazı paragrafları ikişer defa okuyorum, Bolat’ın genel olarak ne dediğini an KAMU VE EDEBİYAT Yirmi beş yıl aradan sonra, Jean Paulhan’a döndüm büyük bir şüpheci. Sahaflarda bulmuştum "Bütün Eserleri’ni, İstanbul’da; ne arıyordu o beş cilt burada, anlamamıştım. Yeniden Les Fleurs de Tarbes’a ve Clef"e döndüm; başka bütünlüklere de göz attım. Türkçede hiç tanınmıyor Paulhan. Düşünen edebiyat, bizim örf ve âdetlerimize aykırıdır, çevrilmemesini doğal buluyorum. Kaldı ki, böyle örneklerde, ciddi bağlam sorunları öne çıkıyor: Paulhan’ı yerli yerine koymak için, Valéry ile Blanchot arası pek çok metni ulaşılır kılmak gerekir gerekir mi, daha doğrusu gerekli midir, emin de değilim ayrıca: Düşünmeden edebiyat yapılan bir ortamda. Paulhan, sanırım uç örnek: Ataç bile okumamış onu; oysa, bayıldığı Alain’den çok Paulhan’a yakın bir konumdaydı. Öte yandan, Paulhan’ın Fransa’nın edebiyat dünyasına, benim Türkiye’nin edebiyat dünyasına baktığım gibi eğildiğini unutmamalıyım. "Tarbes Çiçekleri"nin çıkış eğretilemesi programı veriyor: Çiçekli bahçeye elinde çiçekle girilmesi yasaktır. (Bahçeden çaldıkları çiçekleri dışarıdan getirdikleri savını peşin peşin çürütmek için bu uyarı girişe asılmıştır). Oysa yazar, tam tersini savunur: Bırakın bahçeye ellerinde çiçek buketiyle girebilsinler, ki buradan çiçek çalmaları gerekmesin. "Herkes biliyor ki", diyor Paulhan: "Günümüzde iki tür edebiyat vardır: Kötü olan, düpedüz okunaksızdır (çok SAYFA 14 CUMHURİYET KİTAP SAYI 839
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle