05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? aldatır” diyen düşünürü bir kez daha haklı çıkarır. Üniversiteden mezun olur. İş aramaktadır. Dönemin Milli Eğitim Bakanı olan Tahsin Banguoğlu onun üniversiteden hocasıdır. İş için başvurur. Yanıt, beklemesi yönündedir. Sonunda işten umudunu keser, ekmek parası için değişik işlerde çalışırak geçirir zamanlarını. Bu arada İstanbul’da Yurtlar Müdürlüğü’ne de başvurur. Talebi uygun bulunup, yönetim memurluğunda işe alınır. Göreve 1950 yılının ekim ayında başlar. İlk görev yeri Çarşı Kapı Öğrenci Yurdu’dur. Buradaki çalışmaları beğenilmiş olacak ki, birçok yurdun kuruluşunda görev alır. Çarşı Kapı’dan sonra Yıldız Teknik Okulu Yurdu’na gönderilir. Kısa bir süreliğine Denizcilik Yurdu’na, sonra da Kadırga Öğrenci Yurdu’na atanır. Bu dönem, Enver Gökçe’nin yaşamının en düzenli ve en önemli dönemidir, ama 1951 yılı ekim ayı Büyük Tevkifat’ın başladığı dönemdir de aynı zamanda. Gazete haberlerinde, Sevim Tarı adında bir kadının, Paris’e giderken yakalandığı yazar. Daha sonra bu haber dayanak gösterilerek tutuklamalar (tevkifat) başlatılır. Enver Gökçe de birkaç öğrenciyle birlikte eylülde tutuklanır. Kadırga Öğrenci Yurdu’nda görevlidir, bu sıra. Önceden yurt binasında kaldığı odanın, didik didik arandığına tanık olur. Bu olaydan bir hafta sonra da kendisi alınır. Dönemin devrimci ve demokrat düşünceli gençleri teker teker tutuklanıp İstanbul 1. Şube’ye getirilirler. Büyük Tevkifat için bütün hazırlıklar tamamlanmıştır. Asıl büyük darbe, TKP Tevkifatı olarak da bildiğimiz, “1951’in Büyük Gözaltı” olayı başlar. Bu gözaltında alışılmışın dışında, birçok yıldırma yöntemi uygulanır. Tabutluklar, falakalar ve her türlü insanlık dışı işlemden geri durulmaz. Sonuçta yüz altmış sekiz insan askeri mahkemede yargılanır. Hepsi de cezalandırılır. O güne ilişkin şöyle diyor Enver Gökçe: “Ben savunmamı kendim yaptım. Hatırladığıma göre o zaman çok iyi bir savunma hazırlamıştım. Yapılan isnatları reddettim. Bazı arkadaşlarımla olan temaslarımın kanuni olduğunu, gizli bir örgüt tarafından yönetilmediğimi iddia ettim. Fakat kale alınmadı. Ben savunmamın özünde Marksizmi istediğimi beyan etmiştim. Mahkeme bildiğini okudu. Sonuçta yedi seneye mahkum edildim. Ayrıca bu cezanın üçte bir bölümlük kısmı kadar da sürgün cezam vardı. Böylece mahkeme sonuçlandı ve herkesi cezaevlerine dağıttılar.” İlk alındıkları yer, İstanbul 1. Şube, sonra Harbiye Cezaevi, yeniden İstanbul 1. Şube ve Yıldız’daki Güvercinlik adı verilen eski bir binada tutuklu kalırlar. Buranın diğer bir adı da tabutluktur. Böylece iki yıl 1.Şube, bir yıl da... İllerin cezaevleri statüsüne göre bütün Türkiye hapishanelerine dağıtılırlar. Son parti Adana Cezaevi’ne gönderilir. Enver Gökçe ile birlikte, Zeki Baştımar, Mihri Belli, Şevki Akşit, Adana’ya kadar parmaklarından ve ellerinden kelepçeli olarak götürülüp siyasi koğuşa yerleştirilirler. Yedi yıl Adana’da tutuklu kalırlar. Adana Cezaevi’nden sürgüne gönderilirler. Çorum’un Sungurlu kasabasına sürgünü çıkar. Her gün Sungurlu’nun bir karakolunda, eskilerin demesiyle “ispatı vücut” ederler ve kendilerini gösterip imza atarlar. Kalacak ne yerleri ne de işleri vardır. Deyim yerindeyse işleri Allah’a kalmıştır. Sürgün böyle sürüp gider. Neden sonra oradan başka bir yere ‘iş bulabilirim’ umuduyla, Sungurlu mahkemesiCUMHURİYET KİTAP SAYI ne başvurarak Ankara’ya naklini ister E. Gökçe. Böylece sürgünün geri kalan bölümünü de Ankara’da geçirecektir. Hapis yıllarına ve şiire ilişkin şunları diyor: “Hapishanede herkes kendine göre bir işle meşgul olurdu. Günlük hapishane hayatının dışında benim işim gene sanat oldu. Şiirle uğraşıyordum.Bu arada benim önemli yapıtlarımdan birisi olan ‘Yusuf ile Balaban’ı yazmaya başladım. O devrelerde böyle bir şiir çalışması yapacağım belliydi. Birtakım sıkıntılar başlamıştı ve şiirin ilk mısraları dökülmeye başladı. ‘Ve; zaman akar, zaman geçer, / Zaman zindan içinde.’ dizeleriyle başlayan şiir kafamda şekillenmeye başladı. Ve sonuçta otuz şiirlik bir destanı kısa bir müddet içinde, zannederim bir ay içinde bitirmiş oldum. Destan böylece tamamlanmış oldu. Ben de rahatlamıştım ama, asıl iş bu parçaların dışarıya çıkarılmasıydı. Neticede o işi de başardım. Destan sağ salim dışarıya çıktı. Fakat daha sonra aynı titizlik destanın saklanmasında gösterilemedi. Ve eser tamamen bugün elimden çıktı. Kayboldu. Bugün destanın elimde kalan parçaları arasında sonradan, Başlangıç, Uy Kirpi Kız Kirpi, Bu Balaban’ın Dünyadan Göçtüğüdür ve Kirtim Kirt adlı son bölüm kalmıştır.” Burada şunun altını çizmek gerek: Enver Gökçe, uzun yıllar yattığı hapishanede, şiirsel ağırlığı olan, toplumsalcı Türk şiirine yeni bir ses, yeni bir soluk getiren şiirinin, kaybolup gitmesine ne kadar üzülmüş olsa da, bir yanıyla da sevinmiştir bana göre. Çünkü o, komünist düşünceye inanmış biriydi. Sanat yapıtı da olsa yarattığı, inanmış bir komünistte “mülküyet” hırsı asla ve asla olmamalıdır. Çünkü inandığı düşünce ona, yarattığı sanat yapıtının kaynağını unutmamasını da öğretmiştir. Yani halkını, halkının türkülerini, ezgilerini, masallarını, hikâyelerini, destanlarını, manilerini... Bunların hepsi şiirlerinin kaynağıdır ve halkından aldığının bilincindedir ve halkına geri vermesinin de. Şiirlerinin peşine düşmemiştir hiç. Onun için önemli olan şey, şiirlerinin bir yerlerde halkıyla buluşup görüş gününedoğmuş olmasına inanmasıdır, bana sorarsanız peşine düşmeyişinin nedeni budur derim. KOŞTURARAK YAŞAMAK... Hayatı koşturarak yaşayan şairimiz, komünizme inanmış olmasının ötesinde, yaşadığı gibi düşünen, düşündüğü gibi yaşayan ve söyleyen bir halk ozanıydı. Belki az ürün verdi. Doğrudur. Daha çok ürün verebilirdi de. Bu da kabul edilebilir. Ancak Enver Gökçe ve kuşağı, inandığı değerlerin peşinde koşturmayı daha çok yakıştırmıştır kendilerine. Şu da önemli: Kendi hayatlarını, doğru bir düşünce uğrunda, halk dalkavukluğuna kalkışmadan, halk adına ortaya koyanların, hem düşüncelerini hem de hayatlarını koşturarak yaşamalarından daha doğal ne olabilir ki? Bundan ötürü düşüncelerini koşturup, düşüncelerinin peşinden koşarken; gözaltılar, hapisler, işkenceler, sürgünler, prangalar görüp yaşadılar. Hayat boyu çekmek zorunda kaldığı o illetlik romatizma, hücrelerde geçen yıllarının bir kalıtıdır onda. Onun sanata ve sanatçıya bakışını hepimiz bilmekteyiz. Bu anlamda, onun anlayışına da denk geleceğini bildiğim düşüncelerimi şöyle özetlemek istiyorum: İnsan sosyal bir varlıktır. Sanat toplumsal bir çabasıdır insanın. Toplumsal bir çevrede doğar. Toplumsal etkiler yaratarak bulunduğu ortama, çevreye ve toplumsal yapının bütün unsurlarına baskılar yaparak, var olan yapıyı değişime zorlar. ? 878 SAYFA 9
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle