05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Ortalığı kaplayan spekülatif kitap furyasına karşı, ülkemizi tarihsel bağlamda anlamak ve sağlıklı bir sorgulama düzeyi açısından Doğan Avcıoğlu ihmal edilmemesi gereken bir kaynak örneği oluşturmaktadır. Erdoğan AYDIN Kritik D oğan Avcıoğlu, Türkiye’de Kemalist kulvarın yetiştirdiği en önemli aydınlardan biri. 60’lı yıllar aydınlarının belirleyeni olan Türkiye’yi sosyo ekonomik anlamda değiştirmek misyonunun da en tipik temsilcilerinden. "Asıl önemli olan(ın) dünyayı değiştirmek" (Marx, 11. Tez) olduğu gerçeğini kendine bir hayat düsturu yapmış olan Avcıoğlu, aynı zamanda oldukça verimli bir aydın. Kendi çizgisinde sürdürdüğü örgütsel faaliyet ve süreğen yayınlar yanında 10’un üzerinde ve hepsi de geçmişimizi anlamakta üstünden atlanılamaz kaynaklar oluşturan kitaplar üretmiş bir yazar. Tekin Yayınları’nca basılan Türkiye’nin Düzeni (2 cilt, 1969 Yunus Nadi Armağanı), Milli Kurtuluş Tarihi (3 cilt), Türklerin Tarihi (5 cilt) yayınlanmış çalışmalarının en önemlileri. Bu haftaki kritiğimi, benim için hep öğretici olmuş olan kitaplarından birincisine, Türkiye’nin Düzeni’ne ayırmak istiyorum. Her zaman olduğu gibi bu kritikte, daha çok sorun alanlarına işaret etmek istiyorum. Türkiye’nin Düzeni “çağının ilerisinde bir toplum düzeni” olduğu tezini yinelemesi bunun göstergesi. Özetle anti emperyalist bir mücadele stratejisinin meşruiyet dayanağını artırmaya yönelik bir gerekçelendirme ile karşı karşıyayız. Ancak Avcıoğlu, katılmadığınız noktalarda bile öğreten, ufkunuzu açan yazarlardan. Dolayısıyla gerekçelendirmelerini ondan okumanın ayrı bir değeri var. değil; aksine salt kendi ayrıcalıklarının peşinde olan merkez, halkını ezip sömürmenin yanında geri kalmanın ve emperyalizmle işbirliğin de asli unsuru olmuştur. MİLLİYETÇİLERİN TUTARSIZLIKLARI Yüzünü sosyalizme dönmüş bir milliyetçi aydın olarak Avcıoğlu, milliyetçi saflardaki tutarsızlık ve olumsuzluklara ilişkin teşhir edici bir tutum takınır. Çizilen bir dizi resmi abartıya karşın gerek Kurtuluş gerek Kuruluş dönemine dair sorun ve olumsuzluklarla da okuru yüzleştirir. Onun bu soğukkanlı yaklaşımı, gökten zembille inmeyen sonraki dönemin sorunlarını kavramak açısından da temel bir önem taşır. Bağımsızlık, cumhuriyet, laiklik gibi idealleri en küçük anlamda kendine sorun yapmayan, aksine bir dizi olumsuz çıkar adına kurtuluş mücadelesi içinde hasbelkader yer almış unsurların varlığına ve bunların neden olduğu sorunlara işaret eder. Esasen sonraki dönem ilerleme çabalarının da Yunan güçleriyle çarpışmaktan çok bu kesimlerle mücadele olarak şekillendiğini gösterir. Nesnel koşullardan kaynaklı olumsuzluklara karşı gerekli kararlılıkla tavır alınamadığını anlatır. İşçi haklarının kısıtlanması, burjuva yetiştirmek adına emeğin ve memleketin yağmalanması, Kurtuluş sürecinde yer almış pek çok kadronun bu talana katılımı, köylü ve emekçilere yönelik yaygın istismarları, devletçiliğin tutarlı ve kapsamlı bir şekilde uygulanmaması, kitlelerle ve onların çıkarlarıyla özdeşleşmek yerine egemen sınıflarla işlerin götürülmesini sorgular. Devrimin tıkanmasını bu nedenler temelinde irdeleyerek Kemalizm’i, bir düzen savunuculuğuna indirgeyenlere karşı geçmişi aşan pozitif bir enerji olarak yeniden üretmeye çalışır. Sınıf yerine meslek bölümlenmesiyle, eşit olmayanlar arasında ‘eşitlik’ kurularak, emeğin haklarının nasıl fiilen engellendiğini gösterir. Bu bağlamda “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış kitle” anlayışını eleştirir. Emeğin özgürce örgütlenip kendi haklarını savunması engellenince emekten yana kısmi yasaların da işe yaramayıp, emekçilerin, patronların insafına terk edilmesine işaret eder. 1936 İş Kanunu’nun zaten yetersiz olan güvencelerinin Dünya Savaşı koşullarında Milli Korunma Kanunu ile nasıl ekarte edildiğini gösterir. Keza Kurtuluş Savaşı başlarında yaygın sol eğilimin giderek tasfiye edildiğine işaret eder ve bu durumun sonraki dönemde Cumhuriyeti devrimci amaçlara karşı nasıl kötürümleştirip, komprador, toprak ağası ve işbirlikçi politikalara mahkum ettiğini gösterir. Devrimin Toprak Reformu konusundaki iradesizliğinin, onun devrimci soluğunu, toplumsal dayanağını tüketen bir faktöre dönüşümünü anlatır. İnönü’nün 1929’da büyük toprak sahiplerini savunucu yaklaşımını eleştirir. Sonraki yıllarda SENEDİ İTTİFAK NEYDİ? Devlet eksenli bir yorumla olaylara yaklaşması da, onun diğer sorun alanlarından biri. Bu kapsamda yükselen feodallerle Padişah arasında imzalanan 1808 Senedi İttifak anlaşmasını, “bir utanç belgesi” olarak niteliyor. Demokratik veya ilerici olmayan bir düzende, yerel feodallere karşı merkezi devleti destekleme hatasına düşmüş Avcıoğlu. Bu kapsamda anlaşmayı “eşkıyalığın meşrulaştırılması” olarak yargılıyor. Oysa 1215 Magna Carta (İngiltere) örneğinde de olduğu gibi Senedi İttifak’ı, âyan ile padişah arasında kamu hukuku kaidesi” (S. S. Onar) olarak ele almak daha makul görünüyor. Burada “eşkıya” ile bir uzlaşı olduğu doğru, ancak büyük despotun küçüklerle yapmak zorunda kaldığı uzlaşıdan giderek bir hukuk zemini ürediği de ortada. Kuşkusuz tarihte büyük despotun küçük eşkıyaya karşı desteklenebileceği durumlar da var; ama bu, onun halktan yana bir açılım yapmasına (örneğin toprakları köylülere bağışlayan bir açılım durumunda) veya en azından (Japonya, Rusya örneğinde olduğu gibi) kalkınma sorununu çözecek bir irade göstermesine bağlı. Oysa Osmanlıdaki durum böyle NİYE GERİ KALDIK? Türkiye’nin Düzeni, düzeni değiştirmenin ilk adımı olarak onu anlama ve tanımlama çabasının ürünü. Ne ki bir başka kitapta bulamayacağımız denli özgün ayrıntılar içeren Türkiye’nin Düzeni, neredeyse her olumsuzluğu emperyalizmle açıklamak gibi bir sorun alanına sahip. Osmanlının gerilemesi sorununun tartışıldığı bölümler bunun tipik göstergesi. Onun bu özelliği, Türkiye’nin kaderini değiştirmenin önündeki temel engelin belirginleştirilmesinin yansıması kuşkusuz. Ancak bu yaklaşım içten kaynaklı sorun alanlarının görülmesini engellediği gibi, emperyalizm sorununun çözümü halinde diğer sorunların da çözüleceği gibi bir yanılgıya da zemin hazırlayabiliyor. Avcıoğlu, 60’lı yıllarda çok popüler olan (Osmanlının, Asya tipi bir toplum mu yoksa Avrupa’daki feodal yapıdan bir “varyant” farkıyla “merkezi feodalizm” mi olduğu) tartışmasına, (kimi Marksistlerle birlikte), Osmanlı düzeninin feodal olduğu teziyle katılmış. Eğer bu tez doğruysa, (ki bence değil, bkz. Osmanlı Gerçeği, Cumhuriyet Kitapları) Osmanlının geri kalışında sosyo ekonomik yapısından kaynaklı bir sorun olmadığı, bütün sorumluluğun emperyalizme ait tezi de doğrulanmış olacak. Kuşkusuz emperyalist müdahale olmasaydı veya Japonya, Rusya örneklerindeki gibi engellenebilseydi, Osmanlının da giderek sanayileşmesi teorik olarak mümkündü. Ancak sorun tam da burada; yani bir müddet önce dünyanın egemen gücü olan Osmanlının nasıl oldu da giderek geri kaldığı ve bu değişimdeki sosyo ekonomik nedenlerin ne olduğunda düğümleniyor. Tartışmanın tümüyle güncel bir gereksinimin, Türkiye’nin niye geri kaldığı sorununun yanıtını vermek üzere yapıldığı, bu anlamda hem tarihçiler hem de geri kalmışlık sorununa çare arayan Kemalist ve Marksist kanatlarca ciddi bir şekilde tartışıldığı biliniyor. Avcıoğlu bu tartışmaya, Osmanlı devlet yapısının gelişmişlik düzeyi ve bizimle aidiyet ilişkisine dair de abartılı yorumlarla dahil oluyor. Örneğin resmi tarihçiliğin Osmanlıya dair, XVI. yy’da bilimsel ve teknolojik düzlemde SAYFA 26 reformdan yana tutum takınacaktır ama iş işten geçmiş olacaktır. Reform sorununun ilk defa 1934 yılında, yani devrimin soluğunu giderek tükettiği, rejimin egemen sınıflar doğrultusunda kendini restore ettiği bir dönemde gündeme getirilmesine karşı eleştirel bir tutum sergiler. 1945’teki son toprak reformu girişiminin de akamete uğraması ve 1946’da Hasan Ali Yücel’in tasfiyesiyle Köy Enstitülerinin iğdiş edilme süreciyle birlikte artık bir devir kapanmıştır. Temel altyapı sorunlarını çözme iradesi gösteremeyen bir devrimin çöküntüsü, toplumu ağalara, oradan da devrim karşıtı siyasetlere mahkum etmesi, yani bizzat kendi geleceğini karartması durumu ile karşı karşıyayız. Dönemin büyük toprak ağalarından Adnan Menderes, bu yabancılaşmanın üzerinden halkın umudu olarak iktidara yürüyecektir. Halkın önünü açmayan, özgürleştirmeyen, devrimleri altyapı alanına yaygınlaştırmayan devlet, bir müddet sonra iktidarı da, toprak ağaları ve bizzat kendi yarattığı kompradorlara teslim edecektir. Ancak onun da sorgulamalarının sınırı vardır ve milliyetçi yaklaşımı, örneğin Varlık Vergisi’ni gerçekçi bir şekilde ele almasını engeller. Bir yandan “Varlık Vergisi Faciası”nın sorumlularından İstanbul Defterdarı Faik Ökte’yi eleştirir, diğer yandan “prensip itibarıyla haklı olduğunu” belirtir. Bir yandan devletçilik, dahası sosyalizm fikriyle geçmişteki liberal, özel sektörcü politikaları eleştirir, diğer yandan özel sektörün sadece gayri Müslim olanlarına yönelik tasfiyeyi “haksız kazançların önünü almak” bağlamında hoşgörür. “Vergiyle dış ticaretin Türk ellere geçmesi isteği ise, radikal tedbirlere cesaret edilmeyip uygulamada haksızlıklar yaratan bir vergiye gidildiği için amacına ulaşmamıştır” gibi ifadeler kullanır. SORUN NEREDE? Avcıoğlu haklı olarak Türkiye’deki ezme ilişkilerinin memurhalk temelinde açıklanması şeklindeki liberal teze itiraz eder; bunun egemen sınıfların sömürü ve hegemonyasını meşrulaştırmaya hizmet ettiğini söylemektedir. Ne ki bu haklı itiraz, Demokrat Parti’ye yönelen toplumsal destekten başlayarak mevcut durumla yeterince yüzleşmeye yetmiyor. Halkın savrulması dahil giderek derinleşen tıkanma izlenen politikalardan bağımsız anlaşılamaz. Kendisinin de belirttiği gibi mütegallibenin halka karşı devleti arkasına aldığı, halkın ise her kritik aşamada devletin ve memurlarının baskı ve istismarlarını yaşadığı bir gerçeklik sözkonusu. Devletin güvencesinde palazlananların halkın tepkilerini yedekleyerek demokrasicilik oynaması da işin cabası. Devrimi sürdürebilmek, ona gerekli halk desteğini sağlayabilmek, bürokrasinin, egemen sınıfların çıkarları yerine halkın çıkarlarını savunan bir duruş sergilemesiyle mümkündü. Bizzat işaret ettiği yol vergisi bile halkın devrime yabancılaşması için yeterli nedendi. Amaç “demiryolu gibi haklı bir davayı gerçekleştirmek”; ama bunu “zengin fakir ayırmadan her yetişkin kişiden” eşit vergi almak gibi adaletsiz bir yöntemle yapılması kabul edilemez. Aynı şekilde öğretmen maaşı dahil ilkokul giderlerinin halktan toplanması da yoksul köylüleri eğitime, demiryoluna ve devrime karşı bir konuma getirmiş ve tabii devreye jandarma girmiştir. Devrimci bir Kemalist olarak Avcıoğlu, özellikle çıkarılması gereken sonuç bölümlerinde ikircikli tutumlara düşüyor. Ancak bu ve benzeri sorun alanlarına karşın Türkiye’nin Düzeni başta olmak üzere onun kitapları, güncelliğini koruyan, gerek ülkemizi tarihsel bağlamda anlamak gerekse de ileriye doğru değiştirmek açılarından işlevsel, değerli çalışmalar. Ortalığı kaplayan spekülatif kitap furyasına karşı gerçek bilgiler ve sağlıklı bir sorgulama düzeyi açısından Avcıoğlu ihmal edilmemesi gereken bir kaynak örneği oluşturmaktadır. ? KİTAP SAYI 878 Doğan AVCIOĞLU CUMHURİYET
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle