05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? Yerine daha gelişkin, ortaya atıldığı yer ve zamanla (çağıyla) örtüşen bir değişme ve gelişme çizgisi izler. İçinden çıktığı yapıyı değiştirip dönüştürdüğü gibi, toplumsal yapının kendisinden etkilenerek, içyapı dönüşümlerini de aynı sağlamlıkta gerçekleştirir. Toplumu önceden bu değişim ve dönüşüme hazırlar. Kişiye ufuk zenginliğini kazandırdığı gibi, toplumu daha çağdaş, daha canlı ve çağın gerekleriyle donatır, yetkinleştirir. Dünyaya, insana ve olaylara çok boyutlu bakmayı öğretir. Çağın duyuş, düşünüş biçimlerini insana sunar. Nitelik olarak insanı geliştirir. Bilimsel dünyanın, laik ve çağdaş düşünmenin yollarını öğretir. Geleceğe hazırlar. Felsefe yakınlaştırır. İnsandaki merak duygusunu bilimsel kuşkuculuğa dönüştürerek, onu, yarının düşünen, araştıran, sorgulayan insanı yapar. Cumhuriyet Kuşağı ve ardından gelen 1940 Kuşağı bu süreci bilinçle kavramış ve yaşamları pahasına aydınlanma düşüncesinin savaşımını vermişlerdir. Biz biraz da, ne birazı, çokça da bu kuşak ve sonrası kuşakların verdikleri onurlu savaşımların ürünüyüz bugün… SÜRGÜN YILLARI Yusuf ile Balaban Destanı, içerde, dışarda birçok arkadaşının eline geçmiş, okunmuştur. Destanı Ahmed Arif de okumuştur. Hapishanede günlük çalışmaları arasında Fransızca önemli bir yer tutar. Orhan Suda ranza arkadaşıdır. Dil konusunda kendisinden çok yararlandığını anlatır. Aynı dönemde edebiyatla uğraşan Hilmi Akın, Arif Ünal (Ahmed Arif) ve ayrıca saz çalışmalarına devam eden Ruhi Su ve Devlet Tiyatrosu’ndan Ulvi Uraz (o dönemde vefat etmiş) ve Kemal Bekir gibi ünlü sanat adamları da hapishanededir. Şükran Kurdakul da tutuklananlar arasında ve buradadır. O yıllara ilişkin şunları yazıyor: “Süleyman Ege ile İstanbul sokaklarını, Beyazıt’ı karış karış her gün gezer dolaşırdık. Adnan Menderes’e karşı yürütülen miting ve gösterileri izlerdik. İşte tam bu sırada yani 2829 Nisan’da Beyazıt’ta birtakım gösteriler yapıldı. Aynı gün de Turan Emeksiz’in öldüğü yahut da ertesi gün Beyazıt Meydanı hıncahınç doluydu. ‘Turan Emeksiz’ adlı şiirim bu devrede yazılmıştır. Bu gösteriler her gün devam ediyordu. Bizler de birkaç işçi arkadaşla habire Beyazıt Meydanı’nın etrafında dolanıp duruyorduk. Bir gün evimden alınarak götürüldüm. Olaylardan korkan eski yöneticiler ve Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı bir liste yapmış. Bu listede adımız vardı. Tutuklandık. Bizim kendi istediğimiz bir yere ama sıkıyönetim dışında herhangi bir bölgeye gitmemiz teklifi yapıldı. Ben o zaman, kendi memleketim diye, bildiğim ülke diye ve bunca uzun süren hapislik ve sürgünden sonra biraz nefes alırım diye Erzincan’ı seçmiştim. Zaten Ankara, İstanbul ve İzmir dışında bir yer seçmemiz gerekiyordu. Böylece Erzincan’a gitmeye karar verdim. Uzun bir yolculuktan sonra Erzincan’a geldim. Birkaç günüm şurda burda gözaltında tutularak geçti. Yollarda bir değişiklik olmadığı için, köyüme çok zahmetli gelebildim” diye yazar, hapiste yattığı yıllara ve sürgün edilişine ilişkin anlattıklarında. 1999 yılı ağustosunda Erzincan’daydım. Ordan Eğin’e ve daha sonra da, Enver Gökçe ile ilgili araştırma yapmak üzere doğduğu (Çit) köy’e gittim. Gördüklerim ve yaşadıklarıma ilişkin gözlemlerimi, 19. ölüm yıldönümünde, 22 Kasım 1999 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan yazımda anlatmıştım kısaca. Şunu fark ettim: 1950’li yıllarda, sürgün cezasını çekSAYFA 10 mek için Erzincan’a gelişi ve köyüne gidişinde nasıl zorluk yaşamışsa Enver Gökçe, ben de ondan kırk yıl sonra, Erzincan’dan köyüne gidişimde benzer zorlukları yaşadım. Aradan kırk yıl geçmiş olmasına karşın, pek değişen bir şey olmamıştı çünkü. Arabayla yolculuk yaptığımız halde, Eğin’e varışımız ve köyüne gidişim, 56 saati bulmuştu. Enver Gökçe’nin o dönemde neler yaşadığını, çok daha iyi duyumsadım o sıra. Hele doğduğu evinde gördüklerimse, büyük bir hayal kırıklığıydı benim için. Daha da ilginci, köyünde, Dutluca’da ve Eğin’de kaç kişiye sorduysam, ya tanımadılar ya da oralı olmadılar. Hatta Enver Gökçe adını duyduklarında, tepkileri görülmeye değerdi. Eğin’in yetiştirdiği o ünlü fotoğraf ustası ve gazetecisi bile oralı olmamıştı, kendisine Enver Gökçe ile ilgili bir araştırma yapmaya geldiğimi söylediğimde. Vefasızlığın böylesi de olur mu dedirten türdendi, görüp yaşadıklarım. Şimdilerde evinin müze yapılmak istendiğini öğrendim, değerli şair dost ve ağabeyim Hasan Hüseyin Yalvaç’tan. Geç de olsa, sevindirici bir haber bu benim için. Eğer evi müzeye dönüştürülürse, müzenin ilk eşyası bendeki ayakkabıları olacaktır, hiç kuşkusuz. Dönemin kültür bakanı Fikri Sağlar’ın danışmanlarının köyüne gittiğini, evini müze yapacaklarına dair bir çalışmanın başlatıldığını, ta o zamanlar duymuştum. Ama o gün bugündür bir ses çıkmadı, bu girişimden. Sürgün cezasının geri kalan bölümünü köyünde ve beldesinde geçirmek üzere memleketine gelir. Köyünden birkaç kişi bu işe pek sevinmez, ancak halkı tarafından iyi karşılandığını söyler kendisi. 27 Mayıs devrimi de eli kulağındadır. Ha yapıldı ha yapılacak. Devrimin gelişi az da olsa yaşamına bir rahatlık getirmiştir. leri de gitmiş olmama rağmen, İstanbul’u pek tanımıyordum. Yerleştim. Hatta Menekşe’den bir ev de tuttum. Birçok çalışmam olacaktı. Çevirileri de hızlandırmıştım. Ant dergisiyle de bir ara ilişkim oldu. Bir spor dergisinde de düzeltmen olarak çalışıyordum. Bu dönemde en önemli iş diyebileceğim çalışmam, Meydan Larus’taki çalışmamdır. Bu işi bana Yaşar Kemal bulmuştu. Yaşar Kemal eski bir dosttu. Çevresi de şimdi genişti. Bu iş beni çok rahatlattı. Bu iş kısa sürdü. Sakıncalılığımızdan dolayı dergiyle ilişiğimiz kesildi. Bu kararı o zaman bana derginin önemli bir yönetmeni olan Günay Akarsu isimli arkadaş tebliğ etti. İstanbul’da çocuk yayınları yapan bir yayınevi vardı. Bu yayınevinin Dünya Masal ve Efsaneleri adlı bir dizisi vardı. Çin, Hint, Eski Mısır gibi dünya uluslarının masal efsane koleksiyonlarını çevirdim. Yedi sekiz kitap tutuyordu. Basılmak üzere hazırlıklar yapılmıştı. Ekonomik sıkıntılar baş gösterince, kendi köyüme yerleşmem gerekiyordu. İstanbul’a veda ederek kendi köyüme yerleştim. Kitapların basılıp basıl ye’de çeşitli sanat görüşleri var olmuştur. Bilhassa endüalist sanat biçimine karşı ve toplumcu yanı olan cereyanlar bu devrede etkili olmuştur. Gayet tabii olarak bu toplumcu yanı kuvvetli olan akımın içindeydim. Ve içinde olacağım. Hani eski bir söz vardır: İnsan nasıl yaşarsa öyle düşünür. Bu çok doğrudur. Yani düşüncesini, yani bilincini onun sosyal hayatı, sosyal pratiği belirler. İnsana kendi çevresinde olan ilişkiler gene diyalektik bir bakışla açıklanabilir. Sanat ise daha karmaşık bir olaylar zinciridir. İyi, başarılı bir eseri meydana getirebilmek için önce sosyal bir içerik, sonra da estetik bir kılıf zorunludur. Sosyal içeriği ve estetik yönü kuvvetli eserler ancak başarılı olur. Ben büyük sanatçılarda bu içeriğin ve estetik yanın kuvvetli olduğunu görmüşümdür. Örneğin, Nâzım’da ve Neruda’da bu sosyal ve estetik yönler bir bütün halinde ortaya konmuştur. Güzel ve kuvvetli olmak buradan gelmektedir. Bir sanatçının doğru, devrimci bir yönde bir şeyler verebilmesi için, pratik ve teori arasındaki işbirliğini daima göz önünde tutması gerekir. Dünyayı ve olayları ancak diyalektik metodun ışığında kavrayıp yorumlayabiliriz. Sanatta, bilinçle duyarlık arasında tam bir uyum olmalıdır. Ne salt bilinç ne salt duyarlık tek başına yeterli değildir. Bir sanat eserinden, devrimci sanattan söz ettiğimizde, devrimci bir görüş açısından hareket ediyoruz. Yani dünyamızı insanca yaşanacak bir hale getirmek için şiiri ve sanatı sosyopolitik bir mücadelenin tanımlayıcı araçları olarak görüyoruz. 27 MAYIS... “27 Mayıs devrimi başladı. Köyün radyosundan devrimin yapıldığı okundu. Menderes’in de yakalandığı... Bundan sonradır ki, şuraya buraya sürülen arkadaşlar da özgürlüklerimize kavuşmuştuk. Böylece ikinci sürgün de bitince hayat kavgasının içinde kaldık. Eskiden beri tanıdığım Fethi Giray bir günlük gazete çıkarmaya başlayınca ben de iş için müracaat ettim. O zamanlar için küçük bir parayla gazetenin düzeltmenlik görevine başladım. Bu gazete küçük tirajlı bir reklam gazetesiydi. Bir ara İsmail Gençtürk isimli genç bir delikanlı da bize yardımcı olarak yanıma verildi. İsmail Gençtürk’ün her haliyle bir memleket çocuğu olduğu belliydi. Biz onunla altı ay kadar beraber çalıştık. Nihayet gazete 1963 yılına doğru kapandı. Bu arada bozulan sağlığımın tedavisi için kaplıcalara gittim. Haymana, Kızılcahamam ilçelerindeki kaplıcalardan şifa aradım. Gazete kapanınca yeniden işsiz kaldık. Pablo Neruda çevirilerini sürdürüyordum. Neruda bilindiği gibi dünyanın en büyük şairlerinden birisidir. Şiirle uğraşmam dolayısıyla Neruda’ya eğilimim gün geçtikçe artıyordu. Neruda çarpıcı ve büyük bir ozandır. Dünyayı ve insanları seven birisi. Başından da büyük olaylar geçmiştir. Gizli yaşadığı, sürgünde kaldığı yıllar olmuştur. Büyüklüğü biraz da buradan gelmektedir. Benim ona ilgim de bu bazı yakınlıklarımızdandır. İstanbul’a gittim. Daha önce Enver Gökçe, komünizme inanmış olmasının ötesinde, yaşadığı gibi düşünen, düşündüğü gibi yaşayan ve söyleyen bir halk ozanıydı. madığı konusunda bilgi alamıyorum. Bir kazık daha atılıyor bize.” Gökçe yeniden köyüne döner ve yerleşir. Her yıl kış aylarında köyünde, yazları da Ankara ve İstanbul gibi büyük kentlerdedir. Şiir üzerine çalışmalarına ve çevirilere de devam etmektedir. Olgunluk dönemidir artık. Yazımı kendisinin sanata ve sanatçıya ilişkin görüşüyle bitirmek istiyorum. “Ben sınıf edebiyatı yapıyorum. Türk halkının hayatın her dönemde aktif olan, güzel olan, büyük olan bu halkın sanatını yapmaya çalışıyorum.Bence sanat her şeyden önce bu sınıfın yaşam kavgasındaki gücünü kudretini ortaya koymasındadır.1940 yılına gelinen zamanlarda Türki NAMUS YETMEZ... Baştan bakıldığında asıl mesele, insanın görüşlerinde kararlı olmasını meydana getirmiştir. Sadece namuslu olmak da yetmez. Sonuna kadar hem namuslu hem de sapına kadar bilinçli olmak şarttır. Gerçek sanatçı, pazarlıkların, küçük hesapların insanı değildir ve olamaz da. Şimdi benim yapmak istediğim bir iş var. 951 Tevkifatı’nı yazmak. Eğer sağlığım el verirse, ömrüm vefa ederse, 951 Tevkifatı’nın destanını yazacağım. Bunun için kafamda bazı tasarılarım vardır. Eğer bu işi başarabilirsem çok mutlu olurum. İyi bir sanatçı olmak için önce, kendini halkını sevmesi, daha doğrusu bu halkın içinden bu halkın en devrimci sınıfına bağlılık göstermesi, içtenlikle bunu yapmak şarttır. Hayatı tüm yönleriyle seveceksiniz. İyilik kötülükleriyle, pisliğiyle, fakat seveceksiniz. Suyunu, dağını, toprağını, çevreyi de kendisi kadar her şeyini seveceksiniz. Bunu sevdiğiniz bir sürede, bunları yapıtlarınıza geçirebildiğiniz ölçüde büyük ve yol gösterici olacaksınız. Ben, Türk halkının içinden çıkmış, halkımızın özelliklerini yapıtlarımda yansıtmaya çalışan genç sanatçı arkadaşlarımı şimdiden kutlarım” diyerek, geleceğin genç sanatçı adaylarına, halkın gerçek sanatçılarına yön gösterir... Anısı önünde saygıyla eğiliyorum... ? (*) Öğretmen, eğitimci, yazar, ‘İnsancı Felsefe Sanat ve Bilim Çevresi İstanbul Yürütücüsü’ KİTAP SAYI 878 CUMHURİYET
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle